AntiKEZBAN

Kezbanlıga tepki olarak dogmus , Bilim adamlarının sıçtıklarını hala kanıtlayamadıgı , Çuval giyseler seksi ,çarik giyse alımlı olan kızlar burada ya sen nerdesin yapraaam...

Abdulhamid'in Kurtlara Dansı

Ufuk Kitap: 63 Tarih Dizisi: 18 ISBN: 975-6065-15-X
© Mustafa Armağan 2006. © Ufuk Kitap 2006. Bu kitabın yayın haklan saklıdır. Yayıncıdan izin alınmadan kısmen veya tamamen yeniden yayınlanamaz.
Kapak ve İç Düzen: Murat Acar
Baskt-Cilt: Uçar Matbaası
Hakimiyeti Milliye Cad. Tepsifırını Sok. Çakmak Han No: 13/2 Üsküdar/Ġstanbul Tek (0 216) 553 82 53
Ufuk Kitap bir Fo n Da Ajans A.ġ. kuruluĢudur.
1. Baskı: Nisan 2006 (50 bin adet) 2. Baskı: Temmuz 2006 (50 bin adet)
Ufuk Kitap Cumhuriyet Cad. No: 209/4, 34373, Harbiye, Ġstanbul, Türkiye Tel: (0 212) 232 17 51 Faks: (0 212) 232 15 88 Online SatıĢ: www.ufukkitaplari.com
ABDÜLHAMĠD'ĠN KURTLARLA DANSI  
Mustafa Armağan  
Mustafa Armağan
Urfalı bir anne-babanın çocuğu olarak Cizre'de doğdu (1961). Ġlk ve Orta öğrenimini Bursa'da tamamladı. Ġstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1985 yılında mezun oldu. Fritjof
Capra'dan yaptığı Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası adlı çevirisi ile Türkiye Yazarlar Birliği Tercüme Ödülü'nü (1989) ve Şehir ey Şehir adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülü'nü (1997) aldı. Bir dönem (1995-1996) İzlenim ve Diyalog Avrasya (DA) dergilerini yönetti. 1995'ten beri Zaman gazetesinde yazıyor. Yayınlanan eserleri: Gelenek (1992); Gelenek ve Modernlik Arasında (1995); Şehir Asla Unutmaz (1996); Şehir Ey Şehir (1997); Bursa Şehrengizi (1998; 2. Baskı Osmanlı'yı Kuran Şehir: Bursa'ya Şehrengiz adıyla 2006); Alev ve Beton (2000), İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini (2003), İnsan Yüzlü Şehirler (2003), Kuğunun Son Şarkısı: St. Petersburg'da Zamanlar ve Mekânlar (2003); Osmanlı İnsanlığın Son Adası (2003); Osmanlı'nın Kayıp Atlası (2004); Kır Zincirlerini Osmanlı (2004); Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (2005); Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed (2006). Çevirileri: Seyyid Hüseyin Nasr'dan Molla Sadra ve İlâhi Hikmet (1991); Fritjof Capra'dan Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (1989) ve Yeni Bir Düşünce (1992); Muhammed Esed'den Sahih-i Buhâri: İslâm'ın İlk Yılları (2001). Derlemeleri: İslam Bilimi Tartışmaları (1990); İstanbul Armağanı I: Fetih ve Fatih (1995); İstanbul Armağanı II: Boğaziçi Medeniyeti (1996); İstanbul Armağanı III: Gündelik Hayatın Renkleri (1997); İstanbul Armağanı IV: Lâle Devri (2000); İslam'da Bilgi ve Felsefe (1997); İstanbul'da Semtler ve Hayatlar: Bir Semtini Sevmek (2001); Değişen Milliyetçilik: Tartışılan Sınırlar (2001); Cemil Meriç: Düşüncenin Gökkuşağı (2001); Osmanlı Geriledi mi? (2006). Osmanlı: İnsanlığın Son Adası, Türkiye Yazarlar Birliği'nin 2003 yılı Fikir Ödülü'nü almıĢtır. Ġçindekiler            
SunuĢ .......................................................................................................................9
I ABDÜLHAMİD'i ANLAMAK Son altın ok ............................................................................................................ 15 "Sen sükût ettin, sükût etti siper"............................................................................20
Abdülhamid'i anlamak  .........................................................................................29
II ŞAHSİYETİ Abdülhamid kimdir? .............................................................................................39 Abdülhamid'in bir entelektüel olarak portresi .......................................................44 Bir halk adamı  ......................................................................................................61 II. Abdülhamid'in insan yüzü ...............................................................................68 Ġnsan Abdülhamid'in saklı yüzü ............................................................................74 Abdülhamid nasıl çalıĢırdı? ...................................................................................79 Sherlock Holmes, fotoğraf, kitap ve çömlek! ..........................................................83 Sultan Abdülhamid ve musiki zevki ......................................................................93 Abdülhamid'in meslek ve hobileri .........................................................................98
KURTLARLA DANS Kurtlarla birlikte ulumak .....................................................................................103 Abdülhamid bir "müstebid" miydi? .....................................................................118 "Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı?" .........................................................................122 Abdülhamid kendini savunuyor!  .......................................................................132 BeĢiktaĢ'ta bomba patladı: 26 ölü, 58 yaralı! ........................................................137 Jön Türkler ve Mason iktidarı  .............................................................................143 Abdülhamid'in Çin çıkarması ..............................................................................148 ġerif Hüseyin ve Abdülhamid  ............................................................................155 Abdülhamid'in Siyonistlerle dansı .......................................................................159 Sultan Abdülhamid ve Samuraylar ......................................................................177 Vatikan'da kilise yaptıran padiĢah kim?  .............................................................183 Abdülhamid, sevgili Peygamberine hakaret ettirmezdi ......................................188 ABD'nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi........................................................194 Abdülhamid "Amerikancı" mıydı? .......................................................................199 Abdülhamid Chicago'da ne yaptı? .......................................................................204 Roosevelt emir verdi: "Ġzmir'i bombalayın!"  ...................................................... 208
IV BİR PROJE ADAMI Bir proje adamı.....................................................................................................219
Bir altyapı devrimi ...............................................................................................228 Çobanları dahi okutmak: Abdülhamid'in modem eğitim projesi ........................236
Saat kuleleri de onu anlatıyorsa! ..........................................................................246 Abdülhamid donanmayı Haliç'te çürüttü mü?.....................................................252 Abdülhamid'in Galataport ihalesi ........................................................................255 Denizaltıcılığımızın 'babası' da II. Abdülhamid çıktı............................................261 Gül bahçelerinde ve GATA'da yaĢar Abdülhamid'in adı .....................................278
BABALAR VE OĞULLAR PiĢmanlar kafilesi................................................................................................. 285 Onu neden yanlıĢ anladılar? ............................................................................... 290 Mehmed Akif'in Abdülhamid aleyhtarlığı........................................................... 296 Bediüzzaman Said Nursi ve Abdülhamid  .......................................................... 300 Abdülhamid ve çocuklarının nankörlüğü............................................................ 311 "Hamidiye kahramanı"nın gözünden Abdülhamid ............................................. 316 Yahya Kemal ve son "Baba": II. Abdülhamid ....................................................... 323 Atatürk'e göre Abdülhamid................................................................................. 327
Bitmeyecek kitabın son satırları ........................................................................... 329
Sultan II. Abdülhamid dönemi kronolojisi (1876-1909) ........................................ 333
SunuĢ            
ĠTĠRAF ETMELĠYĠM KĠ, elinizdeki kitap bir dergi projesinden doğdu.
Bundan birkaç yıl önce bir proje hafızamın kıyılarına hücum edip duruyordu. Çıkarma yapmak istiyordu besbelli. HerĢeyin dergisi var da, neden O'nun dergisi yok? 'O' dediği, Sultan Hamid Han. Neden böyle bir dergi çıkarmaya teĢebbüs etmiyordum?
Günler, haftalar boyu bu projeyle boğuĢtum. Aslında birçok değerli bilim adamı, tarihçi, sanat tarihçisi, aydın... Sultan II. Abdülhamid'le ilgili çalıĢmalar yapmıĢ ve değerli katkılarda bulunmuĢlardı. Ancak bu çalıĢmalar dağınık ilerliyor ve en önemlisi de, genel okuyucunun bunlarla toplu olarak buluĢması mümkün olamıyordu. Sultan'ın her Allah'ın günü bir baĢka önemli cephesi aydınlığa çıkıyor ama bunun geniĢ okuyucu kitlesine okutulması mümkün olamıyordu. Çıkarılacak bir dergi, bu dağınıklığa da çare olacak ve bir nevi merkez vazifesini görecekti.
Bunun için giriĢimlerde bulundum, sağolsun ĠĢaret Yayınevi'nin sahibi Ġsmet Uçma beyefendi sahip çıktı projeye ve Ģim-
di Ġslam Konferansı Örgütü BaĢkanı olan Ekmeleddin Ġhsanoğlu beyefendinin de katıldığı bir ön toplantısı dahi akdedildi. Ancak tamamen fakirin organizasyon konusundaki kabiliyetsizliği yüzünden bu önemli
proje akamete uğradı. (Günün birinde bir babayiğit çıkar da hayata geçirirse bilsinler ki, desteğim arkalarındadır.) Velhasıl o dergi projesi bir baĢka bahara kaldı ama ukdesini yüreğimde bırakarak... Bir Ģeyler yapılmalıydı ama ne?
Nereden bilebilirdim bu çabalarım sırasında Sultan'ın ağına takıldığımı. O, zamanla zihnimi bir örümcek gibi sardı ve yazılarıma rota değiĢtirtmeyi baĢardı. Ve sonunda elinizdeki kitap vücuda geldi. Akademik mi olsun, popüler mi olsun diye çok düĢündüm kitabı yazarken. Birincisini yapmak, belki bilimsel olacaktı ama doğal olarak daha dar bir okur kitlesine seslenecekti. Ġkincisini yapmak, kaçınılmaz olarak bazı meseleleri karmaĢıklığından arındırarak ama bu arada da bazı önemli girinti çıkıntıları düzleyerek anlatmayı getirecekti. Sonunda bu ikisi arasında bir orta yol bulmaya çalıĢtım. Hem bilgi, hem yorum olacak, aynı zamanda dipnotlarla bilgilerin kaynakları verilecekti. Kamyonlar dolusu bilgi vardı. Bu yığından ancak birkaç avuç aktarabildiğimi itiraf edeyim. Eser miktarda da olsa fazla örselenmemiĢ görsel malzeme kullanmanın kitabın okunmasını rahatlatacağını düĢündüm. Resmi bir biyografisini vermek yerine, kitabın sonuna, okurun belli baĢlı olayları rahatça takip edebileceği bir kronoloji koymakla yetindim. Bibliyografya eklemek istemedim, çünkü bu, zaten sayfa altlarında olan bilgileri bir de kitabın sonuna yığmaktan baĢka bir anlama gelmiyordu ve ancak akademik çalıĢ- malarda anlamlıydı. Ancak Ģimdiden söyleyeyim, kitapta sadece tarih bulmak is-
teyenler yanılacaklardır. Ben Abdülhamid dönemi olaylarını anlatmak yahut geçmiĢ üzerine bir yorum ve değerlendirme yapmak için yazmadım kitabı; aynı zamanda bugün ve geleceğe yönelik bir proje çıkartmaya çalıĢtım onun âleminden. özellikle bir barıĢ ortamı tesis ederek vakit kazanması ve belki de Fatih'den beri görülen en yoğun eğitim hamlesine giriĢmesi üzerinde ısrarla duruĢum bundandır. O, bu ülkenin makûs taIilıinin eğitimle düzeleceğine inanıyordu. En büyük açığımız, yetiĢmiĢ insan alanındaydı.
Ġnsan kaynaklarını yeterince kullanamamak en büyük dertlerimizden biriydi. Ülkenin geleceğini kurtaracak bir nesil üzerinde titremiĢ ve onları, çıkacak bir kanlı savaĢta kurban vermemek için kurtlarla nice mücadeleleri göze almıĢtı. Ve biz onun döneminde itinayla yetiĢmiĢ bu zengin insan kaynağıyla Trablus, Balkan, Birinci Dünya ve KurtuluĢ savaĢlarını yapmıĢ, üzerlerinde onun emeği bulunan yüz binlerce vatan evladını, 1911-1922 arasında toprağa gömmek zorunda kalmıĢtık. O günler geride kaldı belki ama almamız gereken dersler yok mu? Tarih bunun için okunmaz mı zaten? Bugün yine bir barıĢ dönemine ihtiyacımız yok mu? Çağ değiĢti ve biz insan kalitemizi artık bu çağın isteklerine uygun hale getirmek için yeni bir eğitim hamlesine muhtaç değil miyiz? Akif, Birinci Dünya Harbi'nde Asım'ın neslinin "kıt'a kapma oyunu" oynadıklarından söz eder. Bu gençlerin kimi Galiçya'da, kimi Sina çölünde, kimi Kafkaslarda, kimi de Çanakkale'de emperyalizme karĢı çağları alt üst bir eden mücadele veriyorlardı. Bugün de eğitim neferle- rimiz aynı rolü oynamıyorlar mı? Ġnsanlığa bu defa Yunus'un gönüllerine ektiği güzellikleri demetleyip sunmuyorlar mı? Bu çağın vebasına inançlarından derledikleri güzellikleri derman olarak sürmüyorlar mı? Ve en önemlisi de, 'Bizden adam çıkmaz' hurafesinin çatısını çatır çatır yıkmıyorlar mı?
Bu bir 'Sonsuzluk Kervanı' dostlar! Dün Tarık b. Ziyad'ın kutlu askerleri bu vazifeyi üstlenmiĢlerdi, bugün ise eğitim gönüllüleri. Dün Abdülhamid Han bu kervanın bir halkası olmuĢtu, bugün vazife bizim omuzlarımızda. Velhasıl, Abdülhamid'in dansı devam ediyor... Kurtlarla, yani insanlığın düĢmanlarıyla insanlığın dostlarının ezelî mücadelesi...
Mustafa Armağan Çengelköy, 18 Nisan 2006
I ABDÜLHAMĠD'Ġ ANLAMAK  
Sultan II. Abdülhamid (1842-1918)
Son altın ok          
Bilecik'ten geçiyordum, gözlerim doldu. gözlerime doldun.
Gözlerim seninle doldu.
Sen gözlerimden boĢaldın.  
Bir afiĢ kekeliyordu ismini.
Vaktiyle yaptırdığın Ġdadi binası, Ģimdi Belediyenin yeni mekanı olmuĢtu. GiyinmiĢ, süslenmiĢti; ıĢıl ıĢıl gülüyordu akĢamın alacasına. Ġlk günkü
kadar dinç görünüyordu.
Cephesinde çarĢaf büyüklüğünde bir Türk bayrağı nazlı niyazlı dalgalanıyordu.  
Ya sen nerelerdeydin Sultanım?
Neden oralarda yoktun ve hatırlanmamıĢtın acaba?
25. cülûs yıldönümünde bizzat senin irade-i seniyye'nle yaptırıl.m saat kulesi de uzaktan bir gelin kadar mahcup, ıĢıklara bürünmüĢ, göz süzüyordu. Bir ıĢık sütunu gibi dineliyordu ġeyh Edebali'nin omuz baĢında.
Lakin bir tek sen yoktun. Yok
muydun gerçekten de? Hallerine bakılırsa kimseler de bilmiyordu eserlerin altına limon suyuyla attığın imzayı. Onu okuyacak durumda dahi değillerdi aslında. Görünmez mürekkeple mi içirmiĢtin ismini mermere yoksa? Özel gözler görsün diye miydi bu delicesine kıskançlığın? Söyle: Arkasına dönüp bakanı kör eden Medusa'nın gözleri misin yoksa?
Bilecik'ten geçiyordum. Gözlerin kör olduğu bir Ģehir gibiydi burası. Sen yoktun ama güzel hatırın Ģehrin sinir uçlarını bir sis gibi sarmıĢtı. Ġnsanların sinesinde bir bahar muĢtusu gibi inatla dolaĢıyordun. Merkez Camii'nde iki genç, cemaat olmuĢlar, senin yenilettiğin bu mabedde Allah'ın en güzel isimlerini ağızlarında birer akide Ģekeri gibi eziyorlardı. LoĢtu caminin içi ve pencereden sağılan küf yeĢilinde ikisi de pek genç olan bu iki çift dudak, gönülleri yekvücut, O'nun adını sayıklıyorlardı sayende. Senin adını okunmaz olmuĢ harflerin karınlarına emanet eden kitabede ise bu camiyi ihya ederek cümle âlemin gönlünü kazandığın yazıyordu.
Sene 1316... Böyle diyor kitabe.
1900 yılına mı denk geliyor ne? Yani 'imparatorluğun en uzun yüzyılı'na. Yani asıl Ortaçağ'a girdiğimiz 19. asrın son senesine.
Senin ismin ve resmin yoktu yeni Bilecik Belediyesi binasında gerçi, Lakin çelebi gönüllü Ģehir sakinlerinin fakir ama ak pak gönüllerinde bir sarmaĢık gülü gibi açtığın ayan beyan görülüyordu. Geziyordun sereserpe gözlerin pırıltısında, iç geçiren göğüslerde, dudakların kavsinde.
Adın süngüleĢtirmeye yetiyordu tutuklanmıĢ hafızaları. Ġsmin anılınca cemi cümlemizin sevdası cezvedeki telve gibi kabarıyor, köpük köpük dökülüyordu Bilecik'in gözyaĢı kanallarına.
Ertuğrul Gazi'yi son uykusuzluğunda memnun eden zatın sen olduğunu biliyorlardı pekala. Hayme Ana'yı, Bala Hatun'u, ġeyh Edebali'yi ve sair alperenleri gündeminin baĢ sırasına alanın sen olduğunu da. 'Köklere yeniden değmek için çırpınan bu adam ne mübarek bir zatmıĢ', diyorlardı kesik dilleriyle.
Abdestsiz adım attığın görülmemiĢ. Ġnan, bundan adları gibi emindiler. Hatta yatağının baĢ ucunda hususi bir tuğla bulundurur muĢsun Kerbela toprağından mamul.
Abdestsiz yatağa girmediğin yetmezmiĢ gibi, sabah kalktığın vakit abdestsiz yere basmamak için önce bu tuğla ile teyemmüm edip ondan sonra gidermiĢsin lavaboya. Anladım ki, bu halk senden seni de aĢan bir zümrüt kadeh yontmak sevdasına düĢmüĢtü.
Geleceği ayağa kaldırmak için... Asırlardır kaybettiği 'kutlu taĢ'ı nedense özellikle sende bulmayı umuyordu.
Kayıp değerlerini seninle telafi etmeyi, daha doğrusu. Öz babasını
arayan üvey evlat gibi...
Gönüllerine Tarık bin Ziyad'dan, Alparslan'dan, Fatih'ten yontulmuĢ gülümsemeler aĢk eden bir özge lider.
Etlerine saplanan kurĢundun onların nazarında. Sadaktaki son oktun. Kuğudaki son çığlık. Kuyudaki son hû. Son Ģarkı? Belki. Ama yanık olduğun kesin.
Belediye binası yapılan Hamidiye Ġdadisi soğuktu ama cami, için için yanıyordu.
Bilecik kör değildi artık. Görünüyordun açık seçik. ġeyh Edebali'nin kubbesinden kopan rüzgâr gibi Kanatlarımızdaki tozları silkeliyordun.
Bilecik'ten geçiyordum, gözlerime doldun. Gözlerim seninle doldu. Sen bana boĢaldın.
Türkiye'nin hangi bucağına gittimse ikinci bir Mimar Sinan gibi gölgen takip etti titrek adımlarımı. Mahmudiye köy camisinin veya Mihaliç Caddesi'nin kitabelerinden ismini kazıyabilirlerdi belki. Ama bu elleri hâlâ Osmanlı mayası kokan halkın gönlünden izlerini  silmeyi baĢarabilecek bir babayiğit var mıydı?
Fethini? Rüyanı? Duanı?
Bilecik'ten geçiyordum, boĢalmıĢ sadağıma bir altın ok gibi düĢtüğünü gördüm.
18 Mart 2006
Sen sükût ettin, sukût etti siper"          
Beni evhamlı sanıyorlardı... Hayır!
Ben, sadece gâfil değilim, o kadar!
Sultan II. Abdülhamid  
ÖYLE YAZMIġTI bağrıyanık bir kalem Mütareke yıllarında...
ĠĢte Ġstanbul gazetelerinden biri, 1919'un sancılı bir Ağustos'unda yayınladığı ilginç karikatürün altına Ģu acı dolu notu düĢmek ihtiyacını hissetmiĢti: "Sen sukût ettin, sukût etti siper." Yazarın burada 'Sen' dediği, 10 yıl önce tahtından indirilmiĢ olan Sultan II. Abdülhamid'den baĢkası değildi
Evet, sen düĢtün, düĢtü siperimiz... Sen düĢtün, düĢtü aklımız... Sen düĢtün ve ardından öyle bir düĢüĢ düĢtük ki, Ģimdilerde ancak nereden düĢtüğümüzü ve düĢmemize mani olan elinin hangi tunç ocağından çıkarıldığını keĢle çabalıyoruz.
Oysa çok değil, daha 10 yıl öncesinde kendisine ağız dolusu küfürler edilen, en olmadık iftiralara ve en aĢağılık karikatürlere muhatap olan bu adam, Mütareke gayyasında dönemin bilinçaltından bastırılmıĢ bir hatıra olarak aniden fıĢkırmıĢ, hatırlanmak ne kelime, delicesine özlenmiĢti.
Bu defa Sultan II. Abdülhamid, barıĢın güvencesi ve kollayı-
cısı olan halkının gönlünde yeniden tahta çıkıyordu. Kendisine biatlar tazeleniyor, özürler dileniyor, nedâmetnâmeler yürüyordu ak kâğıtların damarlarına. Bir dünya göçmüĢtü onunla beraber. Hz. Davud'un kalkanını andıran bir dünya, asırlık zincirlerinden kurtulmuĢ, onu hep kubbesinde bir koruyucu Ģemsiye olarak gören halkın üzerine çökmüĢtü gittikten sonra. Kâinatımızın kubbesi, onun Yıldız Sarayı 'ndan asker zoruyla çıkartılıp trenle Selanik'e gönderili- Ģinden tam 9 yıl sonra yerle bir olmuĢtu. Türlü vaadler ve cakalarla iktidara el koyanlar eliyle gerçekleĢmiĢti bu yıkım hem de... 1918, kaçıĢ yılı olmuĢtu hürriyet kahramanlarımızın. Birer ikiĢer firar etmiĢlerdi kurtarmaya soyundukları vatandan. Oysa daha 10 yıl önce yönetime el koyduklarını; daha 5 yıl önce Babıali Baskını ile iktidar kuĢunu kahhar pençeleri arasına alıp büyük Turan ülkesi kuracakları vaadiyle devleti savaĢa soktuklarını ve Memalik-i Osmaniye'nin sınırlarını Orta Asya'ya kadar büyütecekleri iddiasıyla yola çıktıklarını yazan gazetelerin mürekkebi kurumamıĢtı. KurumamıĢtı ve kaçıyorlardı. 31 Mart'tan sonra Beyazıt Meydanı'nda Yıldız Sarayı'ndan çıkan engerek belgeleri yakmıĢlardı. ġimdi de, hep beraber yurt dıĢına kaçarken, kalan belgeleri çantalar içerisinde yanlarında götürüyorlardı... Geride hiçbir iz kalmaması lazımdı çünkü... Utanılacak izler tarihin sinsi hafızasından topyekün silinmeliydi. Peki alınları açık olsa, neden gerek duysunlardı ki, bu acemice tedbire? Divan-ı Harb'de yargılanmayı talep etmek için ille de Sultan Abdülhamid Han gibi mangal yürekli mi olmak gerekiyordu? Kaldı ki, kendisi istediği halde, baĢlarına iĢ açmamak için yargılanmasına izin vermeyenler, bizzat Sultan Abdülhamid kucağında "Sulh-i Cihan" (Dünya barışı) çocuğu ile
Jönlerimiz değil miydi? Onun 'neler' bildiğini hepsi de pekala biliyorlardı çünkü. Sultan Hamid'in yargılanma arzusunu hatıralarında bize aktaran Fethi Okyar da biliyordu kuĢkusuz. Dönemin tam anlamıyla "kara kutu"suydu Sultan Abdülhamid. Kutuyu açtırmak, kötüyü söyletmek anlamına gelecekti. Günün birinde mahkemeye çıkar da bir konuĢmaya baĢlarsa, pir konuĢacak nice hürriyet kahramanı, oturdukları mevkilerden sapır sapır döküleyazacaklardı. Bu yüzden kendini savunma hakkı dahi vermediler devrik Sultan'a; üstelik bildiklerini kimselere anlatmasın diye de kapısını üzerine sürgülediler. BaĢına bir tabur asker dikerek hem de. Ġngilizler de gelse, kaçmak, Turan'ı fetih için yola çıktıklarını ilan edenlere yakıĢır mıydı? Bu muydu Turan ideali? Bu muydu yeni Kızıl Elma? Berlin'de miydi o? Erivan'da mı yoksa Bakü'de mi gizlenmiĢti "Turan rüyası"? Neyden kaçıyorlardı sahi? Nereye kaçıyorlardı sonra? Ġngiliz zaptiyelerinden mi? Fransız süngülerinden mi? O kadar da korkak olmadıklarını biliyoruz çok Ģükür. Peki bir imparatorluğu savaĢa sokanlar düĢmana yenilince ilk iĢleri kapağı baĢka ülkelere atmak mı olmalıydı?
Sultan Abdülhamid, düĢmesi an meselesi olan baĢkentin Anadolu'ya, Bursa'ya nakledileceği haberi kendisine verilince, "Bizans Ġmparatoru Konstantin kadar da mı olamadık?" demiĢ ve çıplak gerçeği yanına gelen heyetin yüzüne tokat gibi çarpmamıĢ mıydı? Ve sonradan Cumhuriyet döneminin baĢbakanı olan Fethi Okyar'ın göz kanallarına yaĢ hücum etmesine sebep olan Ģu yiğitçe cümleleri eklememiĢ miydi sözlerine:
Konstantin teslim olmaktansa çarpıĢarak ölmeyi tercih etmiĢti. Onun kadar da mı cesaretimiz kalmadı? Bana bir tüfek verin, tek baĢıma düĢmanla savaĢmaya hazırım. Hiçbir yere gitmiyorum!
Bir yere gitmiyorsun Sultanım! Buradasın ve ölümünden sonra pahan giderek yükseliyor. Bir vizyon, bir akıl, bir ruh, bir diriltici nefes üflüyorsun küresel denizlerde bocalayan sevdamıza. Bir direniĢ ruhu, akıllı davranıĢ bilinci, kavrayıĢ ve zekânın vatanseverlikle el ele kurduğu görkemli taht, inançlı bir insanın çağının geliĢmeleriyle hemhal oluĢu, çok yönlü düĢünebilme ve hareket edebilme yeteneği...

Habbeleri kubbe yapacağız Bütün bunlar senin dünyandan çağımıza damlayan habbeler. Habbeleri kubbe yapmak mı düĢüyor yoksa bize? Kubbesi habbe olmuĢ bir millet, habbeyi kubbe yapmayı da günün birinde öğrenmek zorunda değil midir? Gökkubbesi üzerinden çalınmıĢ bir milletin, habbelerden kubbe yapmak zamanıdır Ģimdi. Disiplininle, iĢ ahlakınla, ciddiyetinle G. Scott Fitzgerald'ın The Great Gatsby'deki harika tespitinin en bariz nümunesi değil misin? Yani madalyonun her iki yüzünü birden görebilme, artı ve eksi kutupları aynı anda zihninde tutabilme kabiliyetin, bugün 88 yıl ön- cesiyle kıyaslanamayacak kadar yüksekte duruyor, ama aynı zamanda bir çıta gibi üzerinden atlamaya da davet ediyor bizleri. Bu kadarını sen de istemezdin elbette ama arkanda açılan boĢluk o kadar derin oldu ki Sultanım, bugün senin direniĢ ruhuna, vizyonuna, felsefene, Hz. Peygamber'e (sav) duyduğun sevgiye, vatanseverliğine yeniden sarılmak ihtiyacını hissediyor insanlar. Arkandan gelenler bir boĢluğa düĢtüler, daha doğrusu, düĢürüldüler. Zaten sen de onlara hiç hain demedin ki. Sadece gâfildi onlar senin gözünde. Küresel bir paylaĢım oyununun Türkiye bahçesindeki operatörleriydiler. Asıl büyük suflörü, çok sonraları, 1919 gibi çatırtılar yükselen bir tarihte fark ettikleri görüyoruz ama artık çok geçtir. 9 yıl sonunda ülkenin yüzölçümü milyon kilometrekarelerden birkaç yüz bin kilometrekareye büzülüvermiĢti acemi ellerinde. Senin bütün kuvvetinle oyalamaya çalıĢtığın büyük aktörler, Ankara-Sakarya-Konya üçgenine sıkıĢıp kalmıĢ bir toprağı layık görmüĢlerdi bu millete. Son bir hamleyle Ģahlanıp ona da sahip çıkmasaydık, bağımsız bir vatanımız ve bayrağımız dahi olmayabilirdi bugün. "Satmam!" dediğin vatan parçaları Sultanım, Ġngiliz-Fransız-Ġtalyan, hatta Yunan iĢgaline uğradı. Emperyalizmin çizmeleri çiğnedi topraklarımızı. Sen, tam bu kâbus dolu günlerin eĢiğinde, Mondros Mütarekesi'nden hemen önce, iĢgal Ġstanbul'unu, Boğaz'da Ġngiliz gemilerinin içimizi yakıp kavuran gövde gösterilerine tanık olmadan önce terk ettin. Terk ettin ama asla diğerleri gibi değil.
Onlar kaçtılar dıĢarıya, sen yer altına çekildin. BeĢ vakit önünde eğildiğin yaratıcı kudret, seni ateĢ dalgalarının selinden korudu, kendi yanına aldı. "Göklerin çektiği kartal." Sezai Karakoç, Necip Fazıl'ın vefatının ertesi günü yazısının baĢlığına bu taç deyimi kondurmuĢtu. Fakat asıl "Göklerin çektiği kartal", bizzat Necip Fazıl'ın da bağlandığı geleneksel köklerden olan sana en az onunki kadar yakıĢıyor. YanlıĢ anlaĢılmasın: Sultan Abdülhamid'in Ģahsı değil bugün önemli olan. Önemli olan biyolojik varoluĢ değil. Eti, kanı, tırnağı, gözü, kulağı değil... Asıl önemlisi, onun bu toplum için, bu millet için, bu ümmet için ifade ettiği manadır. Emperyalizme karĢı soylu bir direniĢin sembolüdür o. 'Son kale'nin, 'insanlığın son adası'nın son cesur neferlerinden birisidir... Üstelik de onun zamanında kalenin surları delik deĢik olmuĢtur. Sürekli olarak gedikleri yamamak gerekmektedir. Ancak bir gediği sıvarken, bir baĢka noktada yeni bir gedik açıldığına Ģahit olunmakta ve bu defa da bütün gücüyle oraya koĢturması icap etmektedir. Yangınlar büyümüĢ, devletin çatısını dahi alev alev sarmıĢtır. Ġçerideki müdafiler sağlam dursalar, direnmeye niyetli olsalar gam değil! Oysa onun gözü arkada kalacak hep. Huruç harekâtı mümkün görünmedi bu yüzden ona. ĠĢte o zaman yapılması gereken bir tek Ģey vardı. Tarihte büyük savunmaları yapanlardan ders alınması gerekirdi. DüĢmanın surlarda gedik açması önüne geçilemez hale gelince, önlemlerden birisi, surun içine bu defa içeriden bir duvar daha örmektir. Böylece düĢman sevinç ve hevesle yıkılan surlardan içeriye girdiğini zannederken, karĢısında yeni bir sur görecek ve bu iki kale duvarı arasında en çetin ve kanlı mücadeleler cereyan edecektir. Ben bunu biraz Sultan Abdülhamid'in sıkı idaresine, Garplıların deyiĢiyle Hamidian Regime'e benzetiyorum. DıĢ hudutlardan geçmelerine mani olamadığı bir kuĢatmaya, bir iç sur dikerek cevap verme rejimidir Sultan Abdülhamid'inki. Ġç sur, mesela sansür Ģeklinde karĢımıza çıkabilir, mesela istibdâd Ģeklinde arz-ı endam edebilir, mesela hafiye teĢkilatının kuĢ uçurmayan sıkıdüzeni de vardır bu rejimin içinde. Ama... Aması çok mühim...  
Özgürlük mü güvenlik mi?
ġimdi biraz çuvaldızı kendimize batırmayı deneyelim ve hayal gücümüzü harekete geçirelim. Diyelim ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Amerika BirleĢik Devletleri'yle bir savaĢa girmiĢ olsun. Ve bu savaĢta ordumuz yenilgiye uğramıĢ, ağır toprak kayıpları vermiĢ olalım. Rica minnet antlaĢma masasına oturttuğumuz ABD, iĢgal ettiği topraklarımız yetmiyormuĢ gibi, üstüne üstlük milyonlarca dolar da tazminat talep ediyor olsun. Elimiz mecbur, kabul ediyoruz, çünkü ordunun asıl gövdesi telef olmuĢ, biraz daha üzerimize yürüseler baĢkentimizin dahi ardından ağıt yakacağız. Fakat ABD topraklarımızı belli bir yerden itibaren değil de seçerek iĢgal etmiĢ olsun ve bu seçimde de hiçbir rasyonel gerekçeyle hareket etmeden, sadece il plaka numaralarından l'den 25'e kadarki illeri iĢaretlemiĢ olsun. Yani Adana'dan Erzurum'a kadarki il plaka numaralarına bakarak iĢgal mevkilerini seçiyor ve iĢgal ediyor. Bu iller içerisinde hangileri vardır? Sayalım: Adana, Adıyaman, Afyon, Ağrı, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzincan, Erzurum. Allah korusun, böyle bir iĢgal faciası karĢısında kalsak ne hissederdik, bir tasavvur edin. Geri kalan vatan parçalarını korumak, daha sıkı bağlarla birbirine bağlamak için gereken bütün tedbirlerin alınmasından daha doğal bir davranıĢ olamazdı herhalde. Demokratik haklar, fikir özgürlüğü, basın, yargı, sivil toplum kuruluĢları bu panikten etkilenmeden kalabilir miydi? Herkes istediğini söylesin, halkıma tam bir özgürlük getireyim, zaten galip devlet de içerideki unsurlar üzerinde daha fazla söz sahibi olmak ve iç iĢlerimiz üzerinde kontrol kurmak istiyor. Böylesi bir kriz ortamında özgürlükleri artırmayı ve toplumu ve devleti kendi haline bırakmayı aklına getirecek bir aklın, aklını peynir ekmekle yemiĢ olması gerekmez mi? ġurada 3 tane uçak çarptı diye havaalanlarında insanları iç ipliğine kadar soyan özgür dünyanın reisi ABD'nin içine düĢtüğü panik halini bir gözünüzün önüne getirin. Ve ondan sonra Abdülhamid sansüründen, istibdâdından, hafiye teĢkilatından söz edin. Zira Abdülhamid, kucağında bulduğu ve içine itildiği 93 Harbi'nde tam da bu durumdaydı. Hatta durumu daha da ağırdı, çünkü mücadele edeceği dünyayı tanıyan yetiĢmiĢ insan kaynağı da istenen ölçülerde değildi. Üstelik de, bu savaĢın ateĢ ve duman kokusu
henüz dağılmamıĢken, Ġstanbul'da bir Düvel-i Muazzama toplantısı (Tersane Konferansı) yapılmıĢ ve Osmanlı'nın kaderi bizzat Dersaadet'de tartıĢılmıĢtır. Kurtlar baĢına çömelmiĢ, Hasta Adam'ın mirasını hem de kendi baĢkentinde pay ediyorlar. Bilir misiniz ki, bu Osmanlı'nın "Tamam mı-Devam mı?" davasının müzakere edildiği konferansa, Osmanlıların delege göndermelerine dahi izin verilmemiĢti. DüĢünün, sizin bedeniniz üzerinde bir ameliyat yapılıyor ama sizin gözlemci olarak olan bitenleri seyretmenize izin veriliyor sadece. Öylesine, bakacak ve hakkınızda verilecek hükme razı olacaksınız. Üstelik de tam o gün, en yapılmayacak iĢi, belki hakkımızda hayırhah düĢünürler diye, Meclisin açıldığını ilan edeceksiniz. Yani devlet denilen yapının bütün reflekslerini felç ederek, parçalanma tehdidi karĢısında kalan parçaları birbirine bağlamaya çalıĢacağınıza, tam tersine bir davranıĢta bulunacak, özgürlük ve demokrasi ile makyaj yapacaksınız. Böylesine kritik bir durumda sorumluluk sahibi bir yöneticinin yapması gereken ne varsa onları yaptı Sultan Abdülhamid. Önce kurtları uzaklaĢtırması gerekiyordu baĢından. Onları uğraĢtıracak ve oyalayacak sorunlar bulmalıydı. Sonra da kurtların bir daha saldıramayacakları bir mesafeye çekmesi gerekiyordu devleti. Ve içeride, Ģimdilik ertelenen ama gelecekte kaçınılmaz bir Ģekilde patlak verecek hesaplaĢmada daha dirençli, daha kuvvetli, daha bilgili, daha birlik yanlısı, daha vatan kavramı etrafında örgülenmiĢ bir bilinç ve bir özgüven olmalıydı insanlarında. Bunu sağlamanın yolu ise bir barıĢ dönemini temin etmekten geçiyordu. Daha uzlaĢmacı, daha barıĢçı, daha yumuĢak baĢlı ve idareci olmaktan baĢka çıkar yolu da yoktu. Ama onurunu ezdirmeden, Ģahsiyetini feda etmeden baĢaracaktı bunu. Aksi halde önemi kalmazdı çünkü. Osmanlı olmaktan çıktıktan sonra, sınırları korumanın da büyük bir ehemmiyeti yoktu. Önemli olan, "Ben buradayım!" sinyalini kesmeden bunları baĢarabilmekti. Abdülhamid bunu baĢardı iĢte. Eğer baĢaramasaydı, devletin, 1880'lerin, 1890'ların vahĢi emperyalist iĢtahının dünyayı silip süpürdüğü ortamında paramparça olması kaçınılmazdı. Ömür uzatılmalı, duraklamalar, son saniyesine kadar oynanmalıydı. Vakit lazımdı, barıĢ lazımdı, istikrar lazımdı. Kazanılan bu hayatî vakitte iç düzen yeniden
yapılandırılmalı, eğitim, bilim, teknoloji, kültür, sanat, kurumlar, imar ve her Ģeyden önemlisi Osmanlı imajı ayağa kaldırılmalıydı. Çünkü o giderse herkesin birden ceza sömürgesine gideceğini biliyordu. Filistin'i de, Makedonya'sı da, Musul'u da, Edirne'yi de kaybetmek kaçınılmaz olurdu. Ve Sultan Abdülhamid 1878'in bir ġubat günü Meclis'i tatil ederken bütün bu çerçevesini çizdiğimiz Ģartların içindeki sorumluluk sahibi, eli taĢın altındaki bir yönetici kimliğiyle hareket etmekteydi. En verimli topraklarının üçte biri iĢgal edilmiĢ, nüfusunun beĢte biri elden çıkmıĢ, hatta Anadolu ve Kıbrıs'tan bile tavizler vermek zorunda kalınmıĢtır.1 Abdülhamid olmak zordur demiĢtik. Ancak Ģunu da ilave etmemiz lazım: Bu Ģartlar altında bir Abdülhamid yetiĢtiren toplum olmak daha da zordur. Bir adamı yetiĢtiren ve sürükleyen sosyal çerçeveyi görmeden konuĢanlara bütün dünyada cahil diyorlar. Bizde bu cahillerin kıtlığına hiç kıran girmemiĢtir ki! Bilmek ve anlamak... Önümüzdeki iki yol bunlar olmalıdır.
Abdülhamid'i anlamak            
Sen bir anne gibi tuttun ufukları Sezai Karakoç
1 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, Çeviren: Yasemin Saner Gönen, 11. baskı, Ġstanbul 2001, ĠletiĢim Yayınları, s. 122. Ayrıca bkz. Orhan Koloğlu, Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit, 2. baskı, Ġstanbul 2005, ĠletiĢim Yayınları, s. 11 vd.

NECĠP FAZIL KISAKÜREK Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı iddialı eserini Ģu görkemli ve ucu açık final cümlesiyle noktalar:
Abdülhamid'i anlamak her Ģeyi anlamak olacaktır.1
Necip Fazıl'ın dediği gibi gerçekten de Sultan II. Abdülhamid'i anlamak, bize 'her Ģeyi' açıklayacak sihirli bir anahtar sunma becerisine sahip olabilir mi? Bir kiĢi, nasıl olur da 'her Ģeyi' açıklama kudretini haiz olabilir? Ancak söz Necip Fazıl'ın ağzından, üstelik de iddialı bir eserinin son cümlesi olarak çıkmıĢsa muhakkak ki üzerinde düĢünmeye değer.
Bunun gibi cümleler, büyük yazarların, okuyucuların beyin damarlarına saldıkları atomlara benzer. Patlatılınca muazzam bir enerji
yükünün açığa çıktığını hayretle görürsünüz onlardan. Hem patlatılmak için orada değiller midir zaten?
1977 tarihli 3. baskısında tam 639 sayfaya ulaĢan bu hacimli "eser", Necip Fazıl'ın fazlasıyla kendisine mahsus renkler taĢıyan "ideolocya"sınm tarihteki ayaklarından birisini oluĢturur. Fikriyatının serüvenini tarih içindeki zirve Ģahsiyetlerin omuzları üzerinden seyretmeye bayılan Necip Fazıl'ın II. Abdülhamid'i, karanlık ve susturulmuĢ bir devrin sırlarını gümbür gümbür haykıran bir sözcü sıfatıyla karĢımıza çıkar. Nitekim İdeolocya Örgüsü adlı temel "tezi"nin, kendi deyiĢiyle baĢ eserinin, hatta manifestosunun hemen yanı baĢına konumlandırdığı görülür Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı kitabını. Necip Fazıl, II. Abdülhamid aleyhine ortaya sürülen ne kadar iddia varsa, onların tam tersinin doğru olduğunu en baĢtan bir prensip, bir usûl olarak kabul eder ve bu kabulü de kitap boyunca ortaya koyduğu delillerle ispatlamaya koyulur. Belki tarih disiplini ve tarihçilik mesleği açısından, bâtıl bir iddianın, bir yanlıĢın tam tersinin doğru olacağı/olması gerektiği varsayımıyla yola çıkmak bizi isabetli sonuçlara vasıl etmeyebilir (nitekim tarihte 'doğrular' ile 'yanlıĢlar' simetrik bir diziliĢ arz etmezler). Ancak esas
1 Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, 3. baskı, Ġstanbul, 1977, Büyük Doğu Yayınları, s. 632 (ilk baskısı 1965'de yapılmıĢtır).
itibariyle, II. Abdülhamid'in, yakın tarihimizin "turnusol kâğıdı" türünden ayırt edici bir iĢleve sahip olduğunu fark etmek ve ettirmek önemliydi Necip Fazıl için. Bir baĢka deyiĢle, onun nazarında Sultan Abdülhamid'e aydınların nasıl baktığına göre, bakanların dünya görüĢleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve bugünümüze dair neler düĢündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tespit edilebilirdi. Velhasıl, 'Bana Abdülhamid'ini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim1.' sözüyle özetlenebilir onun görüĢü. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın "Abdülhamid'i anlamak her Ģeyi anlamak olacaktır" tespitini bir milletin 'kimlik teĢhisi' çabası bağlamında anlamak gerekmekte-
dir. Bir baĢka deyiĢle, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'in baĢında formülleĢtirdiği 'Neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?'2 Ģeklindeki derin soru üçlemesinin yakın tarihin çorak ülkesine düĢen gölgesini tablolaĢtırmak... Tarihteki kilit Ģahsiyetlerin engin dünyalarını anlamak, bugünümüze de, yarınımıza da kudretli ıĢıklar tutacaktır. Tarihçilik biraz da, geleceğin büyük adam adaylarını geçmiĢteki meslektaĢlarıyla buluĢturmak iĢi değil midir?
Yakın tarihin kilidi ĠĢte II. Abdülhamid her Ģeyden önce siyasî, sosyal, kültürel, askerî, teknolojik... tarihlerimiz ya da genel olarak büyük harfle Tarihimiz açısından bu kilit Ģahsiyetlerden biridir. Onun benzersizliği, hem kendisinden önceki, en azından son bir asırlık sultanlar zinciri içerisindeki yerinden, hem de kendisinden hemen sonra, arkasından müthiĢ bir gürültüyle açılan büyük boĢluktan ve hızlı yıkımın dehĢetinden kaynaklanır. Onu tarihin kader-denk noktasında ulaĢılmaz bir 'zirve' haline getiren kritik rolünü, bu iki ucu yanık kokan manzaranın önünde fotoğraflamak lazımdır. Ne mutlu ki, bugün üzeri çamurla sıvanıp tanınmaz bir hale getirilmiĢ olan bu zirvenin kaba hatları ağır ağır da olsa ortaya çıkıyor; üzeri katran kadar kalın bir sıvayla örtülmüĢ "Abdülhamid gerçeği", ufkumuzda yeniden ihtiĢamla zuhur ediyor. Nizamettin Nazif'in dilinden söylersek,
Abdülhamid, zaman ilerledikçe devrin insan kadrosu içinde "bir nur gibi" daha ziyade parlıyor. IV. Mehmed'in 1687'de tahttan indirilmesinden bu yana, yani 319 yıldır en uzun süre yöneticilikte bulunmuĢ devlet baĢkanı sıfatını taĢıyan3 II. Abdülhamid Han'la ilgili yığınla olumsuz spekülasyon yapılmıĢtır, hala
yapılmaktadır ve galiba dozu giderek azalsa da, yapılacaktır. Bu da aslında onun "yaĢayan" bir Ģahsiyet olduğunun en büyük kanıtıdır.
"Son PadiĢah" olarak nitelendirdiğimiz II. Abdülhamid, 24 Nisan 1909'da, yani bundan 97 yıl önce 31 Mart denilen düzmece bir hadise bahane edilerek, daha da garibi, dinî kitapları yaktırmak veya yasaklatmak gibi 'Ģer'î gerekçeler'e sığınılarak 33 yıl oturduğu tahtından indirilmiĢti. O yıllarda Tanin gazetesini çıkaran Hüseyin Cahit Yalçın, sonradan kaleme aldığı On Yılın Hikâyesi adlı hatıralarında MeĢrutiyet'ten sonra ülkenin nasıl bir baĢıboĢluk ve sahipsizlik içine yuvarlandığım çok veciz bir üslupla anlatır.4 Aynı Ģekilde sonradan BaĢbakan olan Fethi Okyar da, II. MeĢrutiyet dönemindeki ĢaĢkınlık ve kargaĢayı Ģöyle yansıtır:
Evvelâ MeĢrutiyeti ilân ederek rejimi, mutlakiyetten Ģartlı demokrasiye çevirebilmiĢ olan Ġttihad ve Terakki, iktidara sahip çıkamamıĢtı, çünkü ne hükümet etme felsefesi, ne kadrosu, ne hazırlığı vardı... Ġktidar, Ģekilde bizim, gerçekte eskinin devamı idi ve eskiye dönme de demiyeceğim, amma yapılmıĢ olanı yıkma hareketi, bu boĢlukların içinde birden patlayıverdi... Biz, Ġttihad ve Terakki olarak, hem meĢrutiyetin tüm sorumluluğunu yüklenmiĢtik, hem de Parlamento'da çoğunlukta olarak iktidar partisi idik: Vatanın kaderi bizim elimizde ve omuzlarımızda idi. Aslında ise, iktidarda değildik: Çünkü ne vatanı idare edecek kadromuz, ne de bu kadroyu terkib edebilecek felsefemiz vardı. Bütün bu çeliĢkiler ve boĢluklar içinde iyi niyetimizden asla Ģüphe edilemezdi ve sanırım böylesine muazzam bir yükü üstlenmemizin baĢlıca sebebi ve dayanağı da mutlak iyi niyetti.5
Ah o iyi niyet! "Cehenneme giden yollar iyi niyet taĢlarıyla döĢelidir" diye boĢuna dememiĢ Ġngilizler.
2 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 2. baskı, Ankara, 1960, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, s. x. 3 Yılmaz Öztuna, "Sultan Hamîd, Atsız ve Kabaklı", Tarih Sohbetleri 3, Ġstanbul 1998, Ötüken NeĢriyat, s. 304.
4 Mesela bkz. Yedigün, 20 ĠkinciteĢrin 1935, s. 29 vd. 5 Fethi Okyar, Üç Devir Bir Adam, Hazırlayan: Cemal Kutay, Ġstanbul 1980, Tercüman Yayınları, s. 32 ve 146.
Üzerinden tartıĢmaların buğusu henüz tüttüğü için ben bu tür öldükten sonra da sanki hayatta imiĢcesine tartıĢılan kiĢilere, ısrarla "yaĢayan Ģahsiyetler" demeyi tercih ediyorum. Bu anlamda Abdülhamid Han'ın birçoğumuzdan daha 'diri' olduğu yeterince açık değil mi? Yaptıkları, yapamadıkları, hataları, sevapları, projeleri, kör noktaları, hamleleri, vizyonu, ufukları ve sınırları... Bütün bunlar iktidardan uzaklaĢtırılmasından bir asır sonra dahi tartıĢmaya davet ediyorsa, hatta kıĢkırtıyorsa insanları, o kiĢinin nabzının hala mahrem noktalarımızda atmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. O, zamanın öğütücü, un ufak edici, tahripkâr akıĢına dayanmanın, direnmenin, tükenmemenin bir tür iksirini bulmuĢ demektir. Tabii Ģu da var: II. Abdülhamid'in Tanzimat'ın Osmanlı yapısını radikal bir tarzda dönüĢtüren reformlarına da yer yer müdahale ettiği gözden kaçmaz. Hatta Tanzimat'ın özüne olmasa bile, uygulanıĢındaki temel hatalara müdahil olduğu açıktır. Sultan II. Mahmud'dan beri teb'anın gözünde yıpranmıĢ ve meĢruiyeti zedelenmiĢ bir kurum olan padiĢahlık veya devlet otoritesini kendi Ģahsı etrafında manevî bir hale oluĢturarak restore etmeye giriĢmiĢtir. Ve bu müdahalelerinde Osmanlı Devleti'ni yeniden güçlü ve zinde bir bünye haline getirerek dıĢ dünyayla bilek güreĢine tutuĢturmayı hedeflemiĢtir.
Abdülhamid Adliyesi nasıldı? Tarihçi Yılmaz Öztuna'ya kulak verelim mi sözün burasında? Tanzimat adliyesinin Sultan Hamid döneminde nasıl kararlı bir Ģekilde takip edildiğini Ģöyle açıklıyor Öztuna:
PadiĢah, devleti sokakta bulmamıĢtı. Kendisine Devlet, MeĢrutiyetçiler tarafından da ihsan edilmemiĢti. Ġmparatorluğa Ģahsen sahip çıktı. ġahsî yönetim gibi çok ağır bir sorumluluğu seçti. Ancak tam bir Tanzimatçı idi. Cevdet Paşa'nın kurduğu Tanzimat eğitimi ve Tanzimat adaletini, çok daha geliĢtirerek uyguladı. Kazâ'nın (yargının) icrâ'dan (yürütmeden) ayrılması, daha açık tabirle siyasî iktidarın asla mahkemelere karıĢmaması bir Tanzimat ilkesi olduğu için, bu prensibe, hem de kusursuz Ģekilde uydu.6
Saltanatı süresince sadece 11 kiĢinin -onlar da adi suçlulardı-idam hükmünü onaylamıĢ olan Abdülhamid Han, özellikle siyasî suçluları affediyor, bu da Adliye ile arasını açıyordu. Nitekim Adalet Bakanı (Adliye Nazırı) Abdurrahman PaĢa, bir defasında saraya gelerek istifasını sunmuĢ ve istifa sebebini soran PadiĢah'a, 'Bizim adaletimize güvenmiyor musunuz da getirdiğimiz idam dosyalarını müebbed hapse çeviriyorsunuz?' diye çıkıĢmıĢtı. En güvendiği bakanlardan birisinin bu yaman eleĢtirisiyle karĢılaĢan Abdülhamid, ona, hakimlerin de insan olmak hasebiyle hatalar yapabileceklerini, bu yüzden sonradan piĢman olabilecekleri bir karardan dolayı vicdan azabı çekmek istemediğini söyleyerek durumu açıklamıĢ ve sonunda PaĢa'yı istifadan vazgeçirmiĢti.7 Ancak onun "tam" bir Tanzimatçı olduğu vurgusunu değiĢtirmek ve Tanzimat'ın ruhuna sahip çıkmakla birlikte, onun halktan kopuk tavra, hatta "halka rağmencilik"e kaymasına karĢı yeni bir yöneliĢ ve istikamet getirdiğini söylemekte fayda var. Bir baĢka deyiĢle, Abdülhamid denilince, karĢımızda Tanzimat'ı yeniden tanzim etmeye ve çıkmıĢ olduğu Osmanlı rayına yeniden oturtmaya kararlı bir bilge-kral olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Nitekim François Georgeon'un kanaati de aynen bu yöndedir. Ona göre Abdülhamid yönetimi, Tanzimat'la birlikte gelen iki yeniliğe karĢı bir tepki olarak ĢekillenmiĢtir. Birincisi, padiĢahın zayıflayan yetkilerine karĢı güçlü
bir padiĢahlık kurma Ģeklinde kendisini belli etmiĢtir, ikincisi ise bu zayıflamanın son halkasını temsil eden Midhat PaĢa'nın liberalizmine ve anayasacılığına bir tepki olarak karĢımıza çıkar.8
Bu sebepledir ki, Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her Ģeyi anlamak olacaktır" tespitini, onun giriĢtiği bu direniĢte, ama körü körüne olayların akıĢına ayak diremesinde değil, çağın olaylarını, mensup olduğu medeniyetin rengine bir daha boyayabilme ümidinde ve aĢkında, yalnız ümidinde ve aĢkında da değil, bunun gerçekleĢebilir bir proje olduğunu göstermesinde sınamak lazımdır.
6 Yılmaz Öztuna, "Sultan Hamîd adliyesi", Tarih Sohbetleri 2, Ġstanbul 1998, Ötüken NeĢriyat, s. 237.
7 Osman Nuri Lermioğlu, Halkın İstemediği İnkılap: Meşrutiyet, Ġstanbul 1976, Sabah Gazetesi Kültür Yayınları, s. 49-50.
O, bir proje insanıydı ama ütopyacı değildi. Tek kelimeyle, Ġslamiyetin ve Osmanlılığın modern çağa rengini verebileceği iddiasının ve bu iddiayı gerçekleĢtirme bilincinin son has temsilcilerindendi.
"Sultan II. Abdülhamid Han" denilince, üzerimize kapanmıĢ kara kapılardaki paslı anahtarların yuvasında gürültüyle dönmeye baĢlaması, iĢte bu yüzdendir.            
8 Bkz. François Georgeon "Son canlanıĢ (1878-1908)", Yayın yönetmeni: Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, cilt II; XIX. Yüzyılın Başlarından Yıkılışa, Çeviren: Server Tanilli, Ġstanbul 1995, Cem Yayınevi, s. 152.

II ġAHSĠYETĠ
Sultan Abdülhamid'i kılıç kuşanma merasimi için gittiği Eyüp Sultan Camii'nde gösteren bu gravür, Fransızca L'lllustration dergisinde çıkmıştır.
Abdülhamid kimdir?            
Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.1 Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu
II. ABDÜLHAMĠ D yakın tarihimizin en büyük bilmecelerinden birisidir. Daha dün denilecek kadar yakın bir tarihte yaĢamıĢ olmasına rağmen, kendisini harice karĢı bu kadar iyi perdeleyip gölgelik alana onun kadar iyi çekilmesini bilmiĢ ikinci bir Ģahsiyet yoktur (bu hem yerli, hem de yabancı gözlemcilerin ortak tespitidir). Ġktidarda olduğu 33 yıl (1876-1909), dünya, Avrupa ve Ġslam alemiyle olan iliĢkilerimizin çok kritik ve sancılı bir dönemini teĢkil eder. Ġnsanlık ve medeniyet tarihinin, bilimsel ve teknolojik geliĢmelerin son derece kritik bir dönüm noktasına rastlar onun hükümdarlık yılları. Ama aynı zamanda Osmanlı tarihi, Osmanlı toplumu, Osmanlı coğrafyası, Osmanlı medeniyeti için de keskin bir dönüm noktasıdır.
Ġlk bilimsel Abdülhamid biyografilerinden birinin yazarı François Georgeon'un tespitiyle söylersek, "Abdülhamid'in iktidara geliĢi, XIX. yüzyılın sonlarına doğru 'dünyanın paylaĢılması'na varacak olan
1 Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan İkinci Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, 3. baskı, Ġstanbul 1978 (ilk baskı: 1964), Divan Yayınları, s. 71.
emperyalizmin genel yükseliĢinin baĢlangıçlarına denk düĢer." O, insanlık tarihinin en hızlı geçiĢ dönemlerinden birinde, Osmanlı gibi, tarihin belki de en karmaĢık imparatorluğunun baĢındaydı.2 Yürüttüğü derinlikli ve çok-yönlü dıĢ politikanın çapını anlamamızın önündeki engeller, onun içinde bulunduğu Ģartları tanımamaktan alırdı gıdasını. Böylesine aĢındırıcı bunalımlarla etrafının kuĢatıldığı kritik bir dönemde iç, dıĢ, sosyal, siyasi ve iktisadi iliĢkiler kompleksinin kıskacında kalmıĢ bir coğrafyada, nasıl olur da "Hasta Adam" denilen bir yapının içinden deha çapında iĢbilir bir politikacı ve devlet adamı çıkıp da iĢleri toparlıyor ve bütün bu geliĢmelerin ülkesi ve bölgesi üzerindeki olumsuz etkilerini en azından 30 yıllığına buzdolabına koyup dondurabiliyor? Dahası, devletin bekasını temin uğruna bir zaman kazanma sürecine sokuyor, üstelik bunları da hiç hesapta olmayan ĢaĢırtıcı bir performansla baĢarabiliyor? Sultan Abdülhamid belki sıkı bir yönetim sergiledi; anayasa, parlamento, seçimler gibi siyasî enstrümanları iĢletmesine devrin Ģartları izin vermedi. Ama bir Ģekilde bu 33 senelik dönemi, tamamen değilse bile, büyük ölçüde hasarsız atlatmamızı sağladığı da bir gerçek. Balkan savaĢlarına, hatta Birinci Dünya SavaĢı'na kadar iyi kötü onun zamanında korunabilmiĢ bir toprak bütünlüğü ile gelindi. Daha da önemlisi, bugünkü Türkiye'yi kuracak temeller, Sultan Abdülhamid'in iktidar döneminde atılmıĢtır.3
31 Mart yapılmasaydı Abdülhamid Balkan İttifakı kuracaktı!
Uzmanların tahminine ve onu yakından tanıyanların Ģahitliğine inanmak gerekirse, eğer Sultan Abdülhamid baĢta olsaydı, Osmanlı Devleti Balkan Harbi'nin çıkmasına izin vermez, hatta Birinci Cihan Harbi'ne girmez ve devletin ömrünü savaĢ sonrasına kadar uzatabilirdi. Girse bile, kendi deyiĢiyle Almanya gibi bir kara gücünün yanında değil, Ġngiltere, Fransa gibi bir deniz gücüyle ittifak yapmayı tercih ederdi. Kaldı ki, 31 Mart Ġsyanı veya operasyonunun gerçekleĢtiği gün, Paris Büyükelçisi Salih Münir PaĢa, bir Balkan Ġttifakı projesinin görüĢmelerini yapmıĢ olarak BükreĢ'ten Ġstanbul'a geliyordu. ġehirdeki çatıĢmaları görünce kaçarcasına geri dönmüĢ ve Sultan
2 Volkan ġ. Ediger, Osmanlı'da Neft ve Petrol, Ankara 2005, ODTÜ Yayıncılık, s. 117. 3 Kemal Karpat bu tespiti, CoĢkun Yılmaz'ın kendisiyle 10 yıl kadar önce gerçekleĢtirdiği bir söyleĢide yapıyor. Bkz. "Prof. Dr. Kemal Karpat ile tarih, Osmanlı ve II. Abdülhamit üzerine...", İlim ve Sanat, Sayı: 44-45,1997 I-II, s. 38.
Abdülhamid'in muhtemelen bir Balkan SavaĢı'nı önlemek için attığı bu ciddi adım da sonuçsuz kalmıĢtı.4  
Daha da önemlisi, böylelikle yetiĢmiĢ insan kaynağı bakımından Cumhuriyet döneminde yaĢanan ve etkisini hala hissettiğimiz cılızlığı yaĢamazdık. Ya da tersinden söylersek, II. Abdülha- mid, iktidarı süresince eğer Ġttihatçılar gibi acemice bir dıĢ poli- tika gütseydi herhalde devlet gemisi 20. yüzyılın baĢına dahi ulaĢamaz, muhtemelen 1880'li yıllarda çok daha hızlı ve keskin bir parçalanma tehlikesini yaĢayabilir, Türkiye Cumhuriyeti diye bir siyasî oluĢumu bile yakalama Ģansımız kalmayabilirdi. Sonuç olarak, Sultan Abdülhamid iktidarı bu kadar hayatî bir dönemeçte durmaktadır. Bu çok değiĢkenli duruĢun önemini fark etmenin, hem yakın tarihimizi, hem de bugünümüzü anlamak bakımından değeri tartıĢılmaz.
Bütün bu görünen boyutlarına rağmen II. Abdülhamid'in, mutad olarak katıldığı görkemli Cuma selamlıkları haricinde
4 Bkz. Osman Nuri Lermioğlu, Halkın İstemediği İnkılap: Meşrutiyet, s. 68, dipnot 21.
Elisa Zonaro'nun fotoğrafında II. Abdülhamid bir cuma selamlığında.
kendisini Yıldız Sarayı'na kapatması, düĢünce ve kiĢiliğini sadece yakın çevresine açması, dıĢarıyla olan iliĢkilerini "görünmeden var olma"5 prensibiyle sınırlı tutması sebebiyle Ģahsiyeti hakkında Türkiye'de de, Ġslam aleminde de, Batı'da da pek çok spekülasyon yapılmıĢtır. Yok yakalattığı gençleri öldürtüp denize atıyormuĢ, yok tonlarca altını hazinesine koymuĢ, yok sarayında binlerce cariyesi varmıĢ vs. Bütün bu spekülasyonlar o mahrem dünyaya bir türlü nüfuz edememenin, derununa sızamamanın sıkıntılarıyla üretilmiĢ propagandanın eserleridir aslında. Zira elimizde Sultan Abdülhamid'le görüĢmüĢ veya onu görmüĢ olan muhtelif büyükelçilerden ve Bayan Max
Muller'den Ġngiliz gazeteci M. de Blowitz'e6 ve Nobel Ödüllü yazar Knut Hamsun'a kadar yerli ve yabancı yüzlerce kiĢinin dosyalar tutan birinci el tanıklıkları var. Bu tanıklıklar onun insan tarafı, entelektüel kiĢiliği, hobileri, liderlik ve devlet adamlığı ile ilgili birçok karanlık noktayı aydın- latmıĢ bulunuyor.
5 Bu tabir, Selim Deringil'in büyük emek mahsulü kitabı Well-Protected Domains'inden mülhemdir. Ġngilizcesine göre maalesef biraz aksayan Türkçe tercümesi için bkz. İktidarın Sembolleri ve İdeoloji: II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909), Çeviren: Gül Çağalı Güven, Ġstanbul 2002, Yapı Kredi Yayınları.
6 Blowitz'in Abdülhamid'le röportajının bir özeti için bkz. Halûk Y. ġehsuvaroğlu, "Sultan Ġkinci Abdülhamit", Resimli Tarih Mecmuası, sayı: 64, Nisan 1955, s. 3800-3801.
Bunlara aĢağıda sırası geldikçe değineceğiz.
Abdülhamid'in bir entelektüel olarak portresi        
Rus-Japon Harbinin safhaları üzerinde Bagnam (Bucknam) PaĢa'ya öyle sualler sormuĢtu ki, Amerikalı kaptan sık sık hayretler içinde kalıyor... "Hayret ediyorum: Ancak bu mevzularda sistemli tahsil ve uzun tecrübe neticesi elde edilebilecek malumata nasıl sahip olmuĢ?" sualini soruyordu. Bu suale hâlâ cevap bulabilmiĢ değilim.
Rauf Orbay
Ġmparatorluğu yeniden fetih stratejisi SONUNDA ÇIKTI. Hem de bir zamanlar ona "Le Sultan Rouge", yani "Kızıl Sultan" diyen Fransızların memleketinde bir II. Abdülhamid biyografisi basıldı. Hem de Türkiye'den ilk biyografi olarak. Daha önce Yusuf Akçura biyografisi ile bizi ĢaĢırtan değerli âlim François Georgeon'un kalemi bu defa Fransız kamuoyuna olduğu kadar dünya tarihçilerine de, hele hele bizdeki Ermeni ve Jön Türk propogandistlerine de objektif bir reddiye yazmıĢ bulunuyor.
Georgeon daha önce kaleme aldığı 15 sayfalık bir yazıyla Sultan II. Abdülhamid hakkındaki görüĢlerini ortaya koymuĢ bulunuyordu.1 Yazısının bir yerinde "Abdülhamid'i ve onun hükümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiye'yi anlamak demektir" der.
(Hatırlarsanız Necip Fazıl da "Abdülhamid'i anlamak her Ģeyi anlamak olacaktır" diye yazmıĢtı.) Yine yazısının bir baĢka önemli paragrafında, Georgeon, Abdülhamid'in, imparatorluk topraklarını yeniden fethe giriştiğini söyler ki, bence bu, Abdülhamid hakkındaki literatürün en vurucu tespitleri arasına girmeyi hak etmektedir. Ġmparatorluğu yeniden fetih!.. Siyasî olarak fetih, fakat aynı zamanda haberleĢme ve ulaĢım olarak (telgraf direklerinin dikilmesini ve demiryolları projelerini düĢünün) yeniden fetih; dıĢ politika ve diplomasi olarak yeniden fetih; imaj olarak yeniden fetih; ve bu yazıda üzerinde duracağımız, kültürel olarak yeniden fetih... II. Abdülhamid'in çoğunlukla gözlerden kaçan "derin" karakteri burada yatmaktadır bir bakıma.
Yazara göre Osmanlı toplumu ve kültürünü inceleyen yeni çalıĢmalar Abdülhamid döneminin hiç de iddia edildiği gibi karanlık bir dönem olmadığını, hatta aksine, Akdeniz'in doğu kıyılarında bulunan büyük
1 François Georgeon, "Abdülhamid II (1876-1909)", Editör: Kemal Çiçek, Pax Ottomana: Studies in Memoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç, Ankara 2001, SOTA & Yeni Türkiye
liman Ģehirlerinde olduğu gibi bazı yerlerde "Belle epoque", yani rahat ve eğlenceli bir hayatın sürdüğü bir dönemin yaĢandığını göstermektedir. Georgeon'un kanaati, Abdülhamid'in, eski Osmanlı geleneklerini çağa uyarlayan ve aynı anda çağdaĢ olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taĢıyan ilginç bir devlet adamı portresi çizdiği merkezinde Ģekillenir. Yalnız ilginç olan husus, Georgeon'un Fransızca metninin son cümlesinin, Türkçe metinde atlanmıĢ olmasıdır. Bu son cümlede, Abdülhamid'in "modernlik"ine örnek olarak, kendisinin nezaretinde yaptırılan Yıldız Sarayı'ndaki köĢklerin mimari tarzlarının Topkapı Sarayı'ndan alınmıĢ olmasına mukabil, bazı
Yayınları, s. 409-424. Fransızca kaleme alınan bu metnin dipnotlandırılmıĢ ve kısmen değiĢtirilerek yazılmıĢ olan Türkçesi, Yeni Türkiye Yayınları'ndan çıkan bir tür 'ansiklopedi' niteliğindeki Osmanlı'nın 2. cildinde basılmıĢtır (Ankara 1999, s. 266-274). Kitabının çevirisi 2006 yılında Homer Kitabevi tarafından basılmıĢtır. köĢklerin süslemelerinin doğrudan doğruya Dünya Sergilerinden (Expositions universelles) devĢirildiği, böylece Yıldız Sarayı'nda geleneksel yerleĢim mantığı ile Avrupai süsleme sanatları arasında bir kompozisyon oluĢturulduğu ifade edilmektedir.2 Nitekim Abdülhamid'in üzerine örtülen asırlık örtüler açıldıkça, onun bugün bize göründüğünden çok farklı bir Ģahsiyet ve idareciliğe sahip olduğu daha iyi anlaĢılacak, "gelenekçi" olduğu kadar "yenilikçi"3 yönü de, Tanzimat'tan itibaren itibarları hızla erozyona uğramakta olan geleneksel Osmanlı kurumlarını ihya ederken, yeni ve modern kurum ve uygulamalara da cesaretle girdiğini daha berrak bir Ģekilde görme imkânımız olacaktır. Ve bu çift yönlü hareketin, yani otokrasi ve aydınlanmanın aynı anda baĢarılabileceğini, "Osmanlı muamması"nın modern çağın gereklerini karĢılamaktan uzak kalan boĢluklarını kapatmak için vakit kazanmak ve bu arada eksik ve gedikleri kapatmak gayretinin önemini daha iyi anlayabileceğiz. Bu çerçevede II. Abdülhamid'in, eğitim ve kültür alanlarında Tanzimat'ın bütün iddia ve tantanasına rağmen gerçekleĢtirmekte zaafa düĢtüğü 'kültür ihtilali'ni IV. Mehmed'den sonraki en uzun süreli iktidar yıllarında baĢaran idareci olarak tarihin sayfalarında hak ettiği yeri almasının uzun sürmeyeceği ümidindeyim.
Abdülhamid dönemeci
Krizlerin keskinleĢtirdiği, olgunlaĢtırdığı ve belki de motive ettiği bir hükümdar. Yüzündeki her çizgide 33 taĢkın mizaçlı yılın eseri okunuyor. Rusların eline düĢtü düĢecek denilen bir dönemde ağır bedeller karĢılığında korunan imparatorluk sınırları, ilk günlerde ard arda gelen komplo ve darbe giriĢimleri, suikastler,
Ġstanbul'un geçirdiği büyük deprem, Ermeni "patırdısı", Yunanistan'a karĢı giriĢilen Teselya SavaĢı, Filistin üzerindeki Siyonist baskılar ve benzeri yüzlerce önemli olay ve bütün bunların karĢısında mevcut sınırları korumaya çalıĢırken, imparatorluğun insicamını sağlamaya ve yeni kadroların yetiĢmesi için vakit kazanmaya dayalı uzun vadeli bir strateji. Bunlar, Sultan Abdülhamid'in 33 yıl süren uzun iktidar yıllarındaki zor dönemeçler.
Lewis'in "aktif modernleĢmeci" dediği Abdülhamid'in eğitim, bilim ve kültür alanlarında giriĢtiği reform hamleleri, iddia ettiği gibi Küçük Said PaĢa'dan mı kaynaklanmıĢtır yoksa Abdülhamid'in kendi Ģahsî ilgisinden ve, daha net söylemek gerekirse, "modernleĢme projesi"nden mi neĢ'et etmiĢtir? Küçük Said PaĢa'nın layihası, önemlidir önemli olmasına ama Abdülhamid'in bütün marifetini Said PaĢa'nın kuyruğuna bir taĢ gibi bağlayıp sürükletmek insaflı bir hüküm olmasa gerektir. Maalesef Lewis, en hakkaniyetli olduğu noktalarda bile Abdülhamid hakkındaki önyargılarından uzaklaĢamamakta ve "gerileme" (decline) döneminde iĢlerin hep kötüye gittiğini, istisna-i olarak Abdülhamid döneminde olduğu gibi bazı ilerleme hamleleri görüldüğünde de bunu Sultan'a değil de, baĢkalarının düĢüncesine yorma gayretkeĢliğine girdiğini gözlemliyoruz ki, üzerinde ibret alınarak durulması gereken önemli bir noktadır.4 Son yıllarda Ġngilizce Abdülhamid literatürüne anlamlı bir katkı, ABD'de görev yapan değerli sosyal bilimcimiz Kemal Karpat'ın son çalıĢmasından geldi. Karpat, Sultan Abdülhamid'i, dünya tarihinde toplumlarının kaderlerinde bu kadar kritik bir rol oynadıkları halde kendilerine hem
2 Çiçek, age, s. 424; krĢ. Osmanlı, II, s. 273. 3 Mesela bkz. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Oxford Paperback, 1968, s. 178 ("O, arzulu ve aktif bir modernleĢmeciydi.")
4 Lewis, The Emergence..., s. 179 vd.
içeriden, hem de dıĢarıdan bu derece kötüleyici ve küçümseyici yaklaĢılan birkaç liderden biri olarak görür. Avrupalıların onu Ermeni propagandaları neticesinde Kızıl Sultan, Batı medeniyetine karĢı duran bir gerici ve özellikle de kendilerini Müslümanları "medenileĢtirmek'le görevli sayan Avrupa yönetiminin altını oyup tersine çevirmek için Panislamizmi (Ġslâm Birliği'ni) devreye sokan bir entrikacı olarak gördüklerini söyleyen Karpat, Abdülhamid'in Jön Türkler ve Cumhuriyet dönemlerinde de aĢağı yukarı aynı suçlamalara maruz kaldığını (Arap dünyası hariç) belirtmekte ve aleyhine estirilen bu suçlama rüzgârının ancak 1950'lerden itibaren basın üzerindeki kontrolün gevĢemesiyle dinebildiğim ve Abdülhamid yanlısı yayınların ancak bu tarihten sonra kendilerini rahatça ifade etmesine imkân tanındığını belirtmektedir.
Gerçekten de Nihal Atsız'ın, babası Ġsmail Safa'nın Sivas'ta sürgündeyken ölmesinden Abdülhamid'i sorumlu tutan Peyami Safa'ya verdiği cevap, onun hakkını teslim sürecinde önemli bir merhale teĢkil etmektedir.5 Yine 1940'ların ikinci yarısında Semih Mümtaz S.'nin yazdığı saray hatıraları, Abdülhamid hakkındaki ilk olumlu ve içeriden yayınlar arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir.6
Abdülhamid'in "modern" çehresi Karpat'ın Abdülhamid'i, ĢaĢırtıcı derecede çok yönlü ve zıt uçları birleĢtiren bir Ģahsiyettir. Saray tiyatrosuna Avrupalı trupları davet eden bir Halife; en yakın adamlarından bir kaçı Banker Yorgo Zarifi, BaĢhekim
Mavroyeni ve Macar Yahudisi olan dostu Vambery'dir... Bu tabloya göre Abdülhamid, sadık ve güvenilir olmak Ģartıyla çevresindeki önemli görevlerin bazılarına Müslüman olmayanları getirmekte tereddüt etmemiĢ
5 Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, 4. baskı, Ġstanbul 1997, Ġrfan Yayınevi, s. 85 vd. Atsız'ın Peyami Safa'ya karĢı Abdülhamid'i savunduğu makalesi ("Abdülhamid Han (= Gök Sultan)") Ocak dergisinin Mayıs 1956 tarihli sayısında çıkmıĢtır. Ancak çok önemli saydığım (Abdülhamid'in müdafaasına 5 sayfa ayırmıĢtır) bir baĢka makalesi olan "Osmanlı pâdiĢâhları", Tanrıdağ dergisinin 10 ve 17 Temmuz 1942 tarihli 10. ve 11. sayılarında basılmıĢtır (bkz. Türk Tarihinde Meseleler, s. 99-104.)
6 Semih Mümtaz S., Evvel Zaman Ġçinde, Ġstanbul 1946, Türkiye Yayınevi; aynı yazar, Tarihimizde Hayal OlmuĢ Hakikatler, Ġstanbul 1948, Hilmi Kitabevi. Sağlığındayken Abdülhamid'i savunan en kayda değer metinlerden birisi Ahmed Midhat Efendi'nin 2 ciltlik Üss-i Ġnkılâb'ının son cildidir.
bir padiĢahtır. (Mesela Vambery, PadiĢah'ın Avrupa basını ile iliĢkilerini idare eden bir halkla iliĢkiler müdürü olarak vazife yapmıĢtır.) Her türlü maddî ilerlemeye taraftar bir padiĢahtır. Hem dindar, hem dünyevîdir. Halifeliğin dünya Müslümanlarının sığınağı olduğunu savunan da, içerideki din adamlarını hizaya getirmeyi baĢaran da Abdülhamid'dir. Ġleride göreceğimiz gibi Avrupa müziğini tercih eder, tiyatrodan hoĢlanır, gaz, elektrik, demiryolları, otomobil gibi modern yenilikler ilk defa onun zamanında imparatorluğun topraklarını ziyaret etmiĢtir. Türkiye'de fotoğrafçılığın yayılması, ona çok Ģey borçludur. 1893'lerde çektirdiği 1,819 fotoğraflık dev fotoğraf koleksiyonu 51 albümde toplanmıĢ olup halen Ġstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Ayrıca bu albümlerin birer kopyalarını ABD ve Ġngiltere'ye kendisi göndermiĢtir.
Ġstatistik, Abdülhamid'in engin merak konuları arasındaydı ve bu yüzden, ilk Amerikan nüfus sayımım gerçekleĢtiren Samuel S. Cox, onun isteğiyle Ġstanbul'a konsolos olarak tayin edilmiĢ ve padiĢaha gerekli enformasyon desteğini sağlamıĢtır. Darülfunun, Arkeoloji Müzesi ve modern kütüphanemizin altındaki imza da ondan baĢkasına ait değildir. Abdülhamid'in Yıldız Sarayı'ndaki Ģahsî koleksiyonu, 1908'deki Yıldız yağmasına rağmen hâlâ Türkiye'deki en değerli kütüphanelerden biridir. Her çeĢitten 90-100 bin kitaptan mürekkep bu kütüphanede nadir Türkçe, Arapça ve Farsça yazmalar kadar tarih, edebiyat ve felsefeyle alakalı önemli Batılı eserler de bulunmaktadır. Kütüphanenin hâfız-ı kütübü Sabri Bey, yağmaya gelenleri, kapının önüne çıkarak 'Cesedimi çiğnemeden içeriye giremezsiniz' diyerek püskürtmeyi baĢarmıĢ bir kitap âĢığıdır. (Kütüphanedeki nadir kitapları farklı kütüphanelere dağıtmayı amaçlayan 27 Mayısçılar, bu defa Sabri Bey'in oğlu Nureddin Kalkandelen'in direniĢiyle karĢılaĢmıĢlar ve 50 yıl arayla giriĢilen bu iki dağıtma operasyonu da Abdülhamid'in binbir itinayla topladığı koleksiyona zarar vermeyi baĢaramamıĢtır. Karpat Hoca, burada Cumhuriyet'in bilim ve ilerleme adı altındaki dogmatizminin Abdülhamid'in Ġslamcı muhafazakârlığını arattığını, ironik bir tonda ilave etmektedir sözlerine.7 Karpat'ın bir diğer ilginç notu ise Chicago'da 1893 yılında düzenlenen Dünya Fuarı'na davet mektubu gelmesi üzerine Abdülhamid'in hükümete, fuara katılma emrini vermesidir. Ama hangi Ģartla? Abdülhamid'in
7 Kemal H. Karpat, The Politicization of islam, Oxford University Press, 2001, s. 169.
Oryantalizmin Osmanlı'ya bakıĢındaki tahkir ve tezyif edici bakıĢa nasıl bilinçli bir Ģekilde direndiğini bu Ģarttan anlıyoruz. Onun TRT'nin son Eurovision Ģarkı yarıĢmasında yaptığı gibi Oryantalizmin bize layık gördüğü imajı gönüllü olarak giymek ve Mevlevi "göstericileri"ni artık manası iyice fersudeleĢmiĢ birer rakkas (ve rakkase) gibi takdim ederek puan toplamaya çalıĢmak tavrından iğrendiğini görüyoruz. Nitekim fuarda Ġslâmın sembolü olan bir caminin yanı sıra Osmanlı ürünlerinin satıldığı bir kapalı çarĢı maketinin yapılmasını istemiĢtir. Mevlevi derviĢlerinin sema gösterisi teklifine ve camide namaz kılan Müslüman konu mankenlerinin 'sergilenmesi' teklifine ise karĢı çıkmıĢtır. Cami, kimlik göstergesi olarak vardır ama Osmanlılar sadece seyirlik bir nesne değil, harıl harıl çalıĢıp üreten kanlı canlı birer öznedir bu mantığa göre. Böylece Sultan II. Abdülhamid'in 1893'lerde Mevlevilerin sema gösterisi karĢısında gösterdiği Ģuurlu direniĢ, 2006 Türkiye'sinde eski "Ġslamcı", yeni "Muhafazakâr Demokrat" yönetim tarafından Mevlevi ekibinin Avrupa'ya bir Ģirinlik muskası Ģeklinde sunulması laübaliliğine gelip dayanmıĢ bulunmaktadır.8
Ġngiliz'in elini öpmeyen çocuk Paradoksal gibi görünen bir baĢka nokta da, Abdülhamid'in hem Tanzimat reformlarının en kararlı devamcısı olması, hem de Tanzimat'ı yeniden "tanzim" etmeye giriĢmiĢ bir Sultan portresi çizmesidir. 1826'dan beri hızla halktan kopma temayülüne giren Tanzimat hareketi, bir elit-bürokrat-asker zümresi yaratmıĢ ve bu zümrenin reformları, giderek meĢruiyet tabanını kaybetmeye baĢlamıĢtır. ĠĢte Abdülhamid'in önündeki muğlak zemin bu noktadan baĢlamaktadır. Abdülhamid bir yandan eğitim, bilim, yargı gibi alanlarda Tanzimat reformlarının ısrarlı bir takipçisi olurken, halktan giderek uzaklaĢma temayülüne giren elit-bürokrat egemenliğini 1881 sonlarında kırmayı baĢarır ve hızla yönetimin halkla bozulan diyalogunu tamir etmeye yönelir. Dinî semboller üzerinden yeni bir meĢruiyet halkası oluĢturur ve Osmanlılık ideolojisi etrafında yeni bir programı uygulamaya geçirir ki, bu hareket, Tunuslu Hayreddin PaĢa gibi teorisyenleri olsa bile muhtemelen büyük ölçüde dönemi ve Abdülhamid'in Ģahsî biyografisi tarafından
ĢekillendirilmiĢ bulunmaktadır. Kendi biyografisi, yani Tanzimat'tan beri yaĢanan ve Osmanlı'yı kahretmek için yeterli olan o Kırım Harbi ve sonrasındaki acı yıllar. Daha 11 yaĢındayken yaĢadığı Kırım Harbi yılları... Üsküdar'da onbinlere varan Ġngiliz askerinin halkın arasına saldığı ürküntü, Büyükdere taraflarına kamp kuran Fransızların Beyoğlu yöresindeki umumi ahlaka mugayir davranıĢları... Sultan'ın payitahtında açılan eğlence yerlerinde "relax" olan Ġngiliz ve Fransız subayları... Halife
Abdülmecid'in göz yummak zorunda kaldığı bir çok menfur olay ve bu olayları uzaktan gözlemleyen yeni yetme bir Ģehzade.
Zamanın Ġngiltere Büyükelçisi Lord Stratford Canning bir gün saraya geldiği zaman babası Abdülmecid, saygılı bir Ģehzade olduğunu göstermek üzere Abdülhamid'den Büyükelçi'nin elini öpmesini ister. Ne var ki, Abdülhamid, babasının ısrarına rağmen zamanın süpergücü olan Ġngiltere'nin kurt diplomatının elini öpmemiĢtir. Bu olay, Ġngilizlere güvenmeme Ģeklinde ortaya çıkacak olan müstakbel siyasetinin ilk iĢaretini vermesi bakımından önemlidir. Ardından Sultan Abdülaziz'le beraber çıktıkları 1864 yılındaki Mısır9 ve 1867 yılındaki Avrupa seyahatleri. Paris Sergisi'ni ziyaret Londra, Brüksel, 200 yıl kadar önce atalarının önünden döndükleri Viyana ve bir zamanların Osmanlı beldeleri Budin ve PeĢte'yi kucaklayan BudapeĢte... AnlaĢılan, gezi boyunca çeĢitli ülkeler arasında karĢılaĢtırmalar yapmıĢ, Avrupa'nın teknik ve örgütsel üstünlüğü karĢısında Osmanlı Devleti'nin içerisinde bulunduğu geriliğinin sebeplerini daha berrak olarak düĢünmek imkânını bulmuĢtur.10 Böylece Tunuslu Hayreddin'den Henri Layard'a ve Galatasaray Mektebi Müdürü Ali Suavi'den Küçük Said PaĢa'ya kadar devrindeki birçok aydının takdim ettikleri ıslahat layihaları, onun kafasında kıvama eriyor ve gelecekte dıĢarıda "denge politikası" ve "zaman kazanma
8 Sultan Abdülhamid'in Oryantalizme bakıĢı için bkz. Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji: H. Abdülhamid Dönemi (1876-1909), Çev.: Gül Çağalı Güven, Ġstanbul 2002, YKY, s. 162 vd.
9 Bkz. Vahdettin Engin, Sultan Abdülhamid ve Ġstanbul'u, Ġstanbul 2001, Simurg Yayın ları, s. 16.
10 Engin Akarlı, "II. Abdülhamid: Hayatı ve iktidarı", Osmanlı, cilt: II, Ankara, 1999, Yeni Türkiye Yayınları, s. 254.
stratejisi", içeride ise altyapı yatırımları ve eğitim hamleleri Ģeklinde karĢımıza çıkan karmaĢık ve bir o kadar da ilginç sürecin sınırlarını çiziyordu. Bu zengin ve hep bıçak sırtında yürüyen Ģahsî ve siyasî arka plandan Sultan Abdülhamid'in kıĢkırtıcı ipuçlara sahip kültürel boyutu sürgün verecektir.
Yazımızın bundan sonraki kısmında üç olay etrafında Abdülhamid'in kültürel boyutu, yani bir entelektüel olarak Abdülhamid üzerinde duracak, böylece devrini olduğu kadar günümüzdeki sünnet düğünlerinin tarihi gibi günlük hayatımıza ait bir ayrıntıyı da belirlemiĢ bulunan11 bu kendi kendini yetiĢtirmiĢ aydın padiĢahın kültür tarihimiz açısından öneminin altını biraz daha çizmiĢ olacağımı umuyorum.
Pasteur'e yardım gönderen Halife Pasteur, kuduz aĢısını 1885 yılında uygulamaya koymuĢtur. Sultan Abdülhamid, haberdar olur olmaz Ġstanbul'da bir Kuduz Hastanesi (Dârü'l-Kelb Tedavihanesi) açılması için harekete geçmiĢ ve hastane iki yıl içerisinde inĢa edilmiĢtir. Aynı zamanda "Evliya" lakabıyla tanınan ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey (1839-1896) -ki Türkçe tıp eğitiminin gerçekleĢtirilmesinde büyük emeği geçmiĢtir- 1886 yılında, kuduz aĢısının bulunuĢundan hemen bir yıl sonra Zoiros PaĢa ve Veteriner Hüseyin Hulki beylerle birlikte Paris'e gönderilerek Pasteur Ens- titüsü'nde çalıĢmıĢ, döndükten sonra da Kuduz Hastanesi'nde görev yapmıĢtır. Pasteur'ün yanında yaptığı çalıĢmalar hemen semeresini vermiĢ ve Hüseyin Remzi Bey, 1888-89'da Kuduz Aşısı adlı bir kitap yazarak hem Paris'de gördüklerini anlatmıĢ, hem de aĢı hakkında ülkemizde ilk bilimsel bilgileri vermiĢtir.
Hüseyin Remzi Bey'in anlattıklarına göre Pasteur'le ilk görüĢmeleri
Abdülhamid'in Pasteur Enstitüsü adına gönderdiği 10 bin altın Frank para armağanı ve Pasteur'ün Ģahsına da Mecidî NiĢanı ve madalya ünlü bilim adamına takdim edilmiĢtir. Pasteur de Osmanlı misafirlerini gayet iyi
11 Günümüzde sünnet düğünlerinin illa da Ağustos'un sonuna doğru yapılmasında, Abdülhamid'in, cülûs yıldönümü olan 19 Ağustos'a rastlayan hafta sünnet olan çocuklara gönderdiği çeyrek altının payı küçümsenmemelidir. Bkz. Burhan Felek, Hayal Belde Üsküdar, Ġstanbul 1988, Felek Yayıncılık, s. 121.
karĢılamıĢtır. Hüseyin Remzi Bey'in bu gerçekten de oldukça "erken" sayılabilecek çalıĢması, Süheyl Ünver'in verdiği bilgilere bakılırsa, Pasteur'ün damadı Rene Vallery-Radot'nun kitabından daha önce çıkmıĢtır ve bu yönüyle eser, Pasteur hakkında sağlığında çıkan "ilk inceleme" unvanım taĢımaktadır. Kitap, aynı zamanda dönemin bilimsel ortamı, Pasteur ve ona karĢı çıkanların görüĢleri ve aĢının uygulama Ģekilleri hakkında da bilgiler vermektedir.12 Suriye Katoliklerinden ve Saraya yakın çevreden Said Naum Duhani'nin verdiği bilgilerden Abdülhamid'in Pasteur ile bizzat mektuplaĢtığını ve bu büyük tıp adamına "Mon Cher Monsieur Pasteur" (Azizim Mösyö Pastör) diye hitap ettiğini öğreniyoruz. Aynı kaynağa göre "antipnömokoksik serum", Abdülhamid'in âlicenaplığına bir cemile olmak üzere "Amerikalı doktorlar tarafından "Abdülhamid serumu" diye adlandırılmıĢ, hatta 1941'de Ġstanbul'da gösterime giren Untamed adlı Paramount Pictures Ģirketinin filminde aktörlerden birisi bu serumun ismini "Sultan Abdulhamid's serum" diye telaffuz etmiĢtir.13 Tıp Tarihi Enstitüsü'nün Sultan Abdülhamid'in Pasteur Enstitüsü'ne gönderdiği üç kiĢilik ekipteki Zoiros PaĢa'nın varislerinden satın aldığı evrak ve kitaplar arasında çıkan belgeler de konumuz açısından özel bir
önem taĢımaktadır. Belgeler içerisinde iki mektup dikkat çekicidir. Bunlar Pasteur'ün kendi el yazısı ile Zoiros PaĢa'ya yazılmıĢtır, ayrıca Pasteur'ün kartvizitleri de Enstitü'de muhafaza edilmektedir. Pasteur'ün her iki "bilimsel" mektubu da Türk tababetinin Abdülhamid döneminde dün- yadaki geliĢmelerin ne kadar yakından, adeta sıcağı sıcağına takip edildiğini gösteren değerli belgeler olarak incelenmeyi beklemektedir. (Rahmetli Süheyl Ünver hocanın çok hoĢlandığı o kültürel sürprizlerden birisi daha!)14
12 Aykut Kazancıgil, Osmanlılar'da Bilim ve Teknoloji, 2. baskı, Ġstanbul, 2000, Ufuk Kitapları, s. 286-287; ayrıca bkz. Aydın Talay, Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid, Ġstanbul 1991, Risale Yayınları, s. 267-268 ve Hazırlayanlar: Gülbün Mesara, Aykut Kazancıgil, Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Ünver Bibliyografyası, Ġstanbul 1998, ĠĢaret Yayınları, s. 166.
13 Said Naum Duhani, "Beyoğlu Pera iken: 5- Diğer simalar", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 7, Ağustos 1968, s. 35-36. Duhani, Pasteur'ün güvendiği yardımcılarından Dr. M. Nicolle'ü Ġstanbul'a gönderdiğim ve maaĢlı olarak yıllarca Osmanlı hastanelerinde çalıĢtığını bildiriyor.
Bahsi kapatmadan önce belirtelim ki, Abdülhamid'in tababete olan alakası Pasteur'le sınırlı kalmamıĢ, verem mikrobunu ve bir süre sonra da tüberkülin ilacını bulan Dr. Robert Koch'un da ilk kapısını çalanlar arasında Sultan'ın gönderdiği Osmanlı doktorları yer almıĢtır. Bu defa Berlin'e, Koch'un yanına gönderilen heyette, genç yaĢta ölen Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye öğretmenlerinden Hüseyin Hulki Bey de bulunmuĢtur. (Pasteur'ü ziyaret edenlerden biri de oydu hatırlarsanız.) Hüseyin Hulki Bey Berlin Hatıraları (1889) adlı kitabında Koch'la konuĢmalarını, Koch'un lepra (cüzzam) ile tüberküloz (verem) arasındaki iliĢkiye dair sözlerini, Berlin'de ziyaret ettikleri çeĢitli tıbbî merkezler ile tabipleri de anlatmaktadır. Ziyaretleri sırasında Dr. Koch, Türk heyetini 20 metre geniĢliğinde sade ve 4 sandalye ve 4 ayaklı bir masadan baĢka mobilya bulunmayan bir odada karĢılamıĢ, kapıya kadar gelerek heyettekilerin ellerini ayrı ayrı sıkmıĢ, hatta sandalyelerden birini bizzat taĢıyarak heyete verdiği değeri belli etmiĢtir. Dr. Koch, Abdülhamid'in ihsan ettiği birinci rütbe Osmanlı niĢanı takdim edilince teĢekkür etmiĢ ve ilacın Ġstanbul'daki lepra hastaları üzerinde tecrübe edilmesini ve neticelerin kendisine bildirilmesini
istemiĢtir. Hüseyin Hulki Bey de Dr. Koch'a, deri ve frengi kliniğine lepralıların müracaat ettiğini, ilacın bu hastalar üzerinde denenerek neticelerinin kendisine bildirileceğini ifade etmiĢtir.15
Abdülhamid döneminin Türk basını açısından olduğu kadar Türk kitap yayıncılığı açısından da en verimli yıllar olduğu Bernard Lewis tarafından 'bile' ortaya konulmuĢ bulunmaktadır. Buna göre Abdülhamid iktidarının ilk 14 yılında (1876-1890) basılan 4 bin kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili olup 1000 civarında bilim ve fenle ilgili ve ondan biraz daha fazla edebi kitap neĢredilmiĢtir. Geri kalan yayınlar ya kanun, tüzük, yönetmelik gibi resmi yayınlardır ya da dilbilgisi, sözlük ve okuma kitaplarıdır. Edebî eserler, Abdülhamid dönemi yayıncılığında ilk sırayı iĢgal etmekte, onun hemen ardından popülerleĢtirilmiĢ bilimsel kitaplar gelmektedir. Edebiyat ve bilim... Abdülhamid döneminde dikkatleri politikadan çelmelenen Türk aydınının yöneldiği bu iki alan, Ġkinci
14 Süheyl Ünver, "Ġstanbul'da Louis Pasteur'ün iki mühim mektubu ve kartvizitleri", İÜ Tıp Fakültesi Mecmuası, sayı: 2 (1964), s. 99-104'den zikreden: Mesara, Kazancıgil, Sayar, age, s. 296.
MeĢrutiyet döneminin, hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarının Türk aydınında oluĢacak kültürel karakterin müjdecisi gibidir. Abdülhamid'in devrin edebiyatçıları ile iliĢkileri Namık Kemal'den ibaret değildir. Aynı zamanda Mizancı Murad, Ahmed Midhat Efendi ve Muallim Naci gibi kendisiyle çalıĢmayı kabul eden dönemin zirve edibleri de vardır. Bunlardan Muallim Naci, vefatından 2 yıl önce, 1892'de Sultan Abdülhamid tarafından vak'anüvis tayin edilmiĢ ve eski padiĢahların tarihini yazmaya memur edilmiĢtir. TamamlanamamıĢ ve henüz ele alınıp iĢlenmemiĢ bulunan bu notlar Ankara'da Dil ve Tarih
"Türk düşmanı" Hugo'ya hayran Türk Padişahı!
Victor Hugo, çeĢitli Ģiir ve yazılarında, özellikle Les Orientaies'de Türkler ve Osmanlılar aleyhine çeĢitli beyanlarda bulunmuĢ olsa da Türkiye'de 1862'de basılan Sefiller çevirisi Hikâye-i Mağdurîn'den beri Türk aydını ve okurunun yoğun ilgisine mahzar olmuĢtur. Öyle ki öldüğü yıl (1885), Hugo'nun Türk basınında tavan yaptığı yılların baĢlangıcı olmuĢ ve hakkında yüzlerce haber, telgraf ve yazı çıkmıĢtır. Dahası, Türk edebiyatında ilk defa bir yabancı yazarın ölümü üzerine onun hakkında iki tane mersiye kaleme alınmıĢtır. Bu, Hugo'dan önce de, ondan sonra da bir yazara gösterilen en yoğun ve sıcak ilgi olarak hatırlanacaktır edebiyat tarihimizde. Victor Hugo'nun ölümü üzerine çekilen ve basında çıkan taziye telgraflarının en ilginçlerinden birisi, elbette Sultan Abdülhamid'e ait olanıdır. Bizzat PadiĢah tarafından Hugo'nun ailesine çekilen bu taziye telgrafı, Ģairin ölümünden yaklaĢık 10 gün sonra, yani 3 Haziran 1885'de Tarîk gazetesinde çıkmıĢtır.
Abdülhamid'in Hugo'ya ilgisinin bir taziye telgrafından ve resmi bir gösteriĢten ibaret olduğunu zannediyorsanız aldanıyorsunuz. Yukarıda temas ettiğimiz meĢhur kütüphanesinde Hugo'nun iki romanının PadiĢah için yapılmıĢ Türkçe çevirilerinin yazma nüshaları bulunduğunu, Zeynep Kerman, "Türk edebiyatında Victor Hugo" adlı bibliyografyasında haber vermektedir. Bu romanlardan Bug-Jargal tercümesi, 1890-91 tarihlidir ve Mabeyn-i Hümayun mütercimlerinden Rıza Bey'e aittir (Üniversite Kütüphanesi T.Y. 7490, 110 sayfa). Kütüphanedeki diğer yazma çeviri ise L'Homme qui rit'nin Türkçesidir ve Gülen Adam adını taĢımaktadır ancak tarihsizdir. Çevireni verilmeyen bu eser de bugün Üniversite Kütüphanesinde 7456 numarayla
15 Süheyl Ünver, "Dr. Hüseyin Hulki Almanya'da", Dirim, sayı: 3 (1950), s. 105-107'den zikreden: Mesara, Kazancıgil, Sayar, age, s. 185.
16 Zeynep Kerman, "Türkiye'de Victor Hugo: 1862-1980 yılları arasında Türk edebiyatında Victor Hugo", Hazırlayan: Tuğrul Ġnal, Ölümünün 100. Yılında Türkiye'de Victor Hugo, Ankara 1985, Türk-Fransız Kültür Derneği Yayınları, s. 279-80, 286, 287 ve 292.
kayıtlı olup tam 640 sayfa hacmindedir.16
Coğrafya Fakültesi'nde ve Ġstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.17
Abdülhamid'in Türkçe konusundaki hassasiyeti Kendi görüĢünü hükümete doğrudan doğruya ilettiği Hususi Ġradeler, padiĢahların Ģahsî fikir ve tavırlarını öğrenmek bakımından son derece değerli belgelerdir. Hususi Ġradeler arasında bulunan 3 belge, bu defa bize Sultan Abdülhamid'in Türkçe konusundaki hassasiyetini bütün açıklığıyla göstermekte ve günümüz için de manidar mesajlar taĢımaktadır.
25 Temmuz 1894 tarihli belgede Avrupa devletlerinin yalnız ülkelerinde değil, iĢgal ettikleri topraklarda dahi kendi dillerini öğrenmeyi mecbur tuttuklarından bahsedilmekte ve aynı devletlerin dillerini yayma faaliyetlerine Osmanlı ülkesinde de devam ettikleri vurgulanmaktadır. Gayrimüslim teba arasında devam eden bu faaliyetlere mani olmak için çareler arayan Abdülhamid'i, bu iradede, Hıristiyan okullarındaki talebeye ciddi olarak Türkçe öğretilmesinin temini hususunda Maarif Nezareti'ni sıkıĢtırırken görürüz. Bu okullarda Türkçe derslerinin ciddiye alınmasını istemekte ve imtihanlar sırasında Maarif Nezaretinden bir gözlemci bulundurularak Türkçeyi yeterince öğrenip öğrenmediklerinin tespit edilmesini, nizamname gereği bu okulların diğer zamanlar da teftiĢ edilmesini ve öğrencilerine Türkçe öğretmeyenlerin kapatılmasını emretmektedir.
15 ġubat 1895 tarihli iradesinde ise Abdülhamid'in otellere verilen isimlere dikkat edilmesi uyarısında bulunduğunu görüyoruz. Örnek olarak bu iradenin sadeleĢtirilmiĢ metnini aĢağıya alıyorum:
Geçen sene Tarabya'da ve bu sene Beyoğlu'nda açılmıĢ olan iki otelden
birincisi Summer Palas ve ikincisi Pera Palas olarak isimlendirilmiĢ bulunmaktadır. Palas kelimesi saray manasına geldiğinden ve bu tür mekânların böyle bir isimle vasıflandınlması ileride bir takım sakıncaların
17 Süheyl Ünver, "Muallim Naci zamanlarının birer müzesi olan Bursa türbelerinde", Türk Yurdu, sayı: 289 (1960), s. 45-46'dan zikreden: Mesara, Kazancıgil, Sayar, age, s. 261.
meydana gelmesine sebep olacağından, isimlerin değiĢtirilmesi için lazım gelenlerin yapılması PadiĢahımız efendimiz hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.
30 Haziran 1896'da gönderilen bir Hususi Ġrade'de ise Ġstanbul limanına eĢya boĢaltacak gemilerin yanaĢacağı yerlere asılmak üzere Rıhtım ġirketi tarafından hazırlanan bayrağın ortasına Fransızca değil, Türkçe olarak "Osmanlı Rıhtım ġirketi" ibaresinin yazılması emredilmiĢtir.18 Keza II. Abdülhamid 19 Mayıs 1894'de Manastır Ġdadisi'ne, Maarif Vekili Zühtü PaĢa'ya hitaben gönderdiği bir genelgede "mekteplerde Türk çocuklarına Türkçenin iyi öğretilmesine dikkat edilmesini, sade ve temiz Türkçeye ehemmiyet verilmesini" istemiĢ ve açık bir Türkçe kullanmanın faydalarını uzun uzun anlatmıĢ, alıĢılmamıĢ Arapça ve Farsça kelimeler yerine halk dilinde yaĢayan Türkçenin kullanılmasını emretmiĢtir.19 Sultan Abdülhamid dönemindeki resmi yazıĢmaların ağdalı dilinin kısmen sadeleĢmesi bir tesadüf olmayıp onun bilinçli TürkçeleĢme yolundaki vurgusunun eseriydi. Nitekim 1900 yılında Muzafferiddün ġah'a Azerbaycan okullarındaki Türk dili yasağının kaldırılmasını rica etmiĢ olması, onun bu gayretinin yalnız Osmanlı sınırları içindeki okullarla sınırlı kalmadığının, Ġslâm ve Türk âlemlerini de kültürel nüfuz alanı olarak gördüğünün en büyük delillerinden birisi olarak karĢımıza
çıkar.20
Sonuç olarak, Abdülhamid'in "Tanzimat'ın Tanzimat'ı" diyebileceğimiz yeni reform projesinde edebiyat, bilim ve dil, yani Türkçe üzerindeki vurgunun ağır bastığını, engin ilgisinin Pasteur ve Koch'dan Sir Conan Doyle ve Victor Hugo'ya kadar uzandığını ve Türkçenin korunması ve sadeleĢmesi konusunda özel bir hassasiyet sahibi olduğunu söyleyebiliriz.
18 Vahdettin Engin, age, s. 125-127.
19 Nermin Pekin, "Sultan II. Abdülhamid ve Türkçenin sadeleĢmesi", Tercüman, 3 Mart 1980'den nakleden Nail Uçar, "Hatıralarla Sultan Abdülhamid-2", Türk Edebi- yatı, Sayı: 151), Nisan 1986, s. 23. Ayrıca bkz. Nihad Sami Banarlı, "Sultan Hamid'in Türkçeciliği", Hayal Tarih Mecmuası, Aralık 1967, s. 5-9.
Yazımızı noktalama görevini ise ise bir Fransız araĢtırmacısına verelim; François Georgeon'a:
... Abdülhamid'in tarih önünde aklanması yeni bir olaydır... Yıldız Sarayı'na ait arĢivi dikkatli ve derinlemesine incelediğimiz zaman Abdülhamid'in kurumlan, eğitimi ve adaletin iĢleyiĢini ıslah etmek için ne kadar çok uğraĢtığı ortaya çıkar. Bu arĢiv çalıĢmalarının sayesinde reform harekâtının 1876 yılında sekteye uğramadığı, aksine zaman zaman hız bile kazandığı ve dolayısıyla Abdülhamid'i aslında Tanzimat hareketinin yenilikçi ve reformcu devamcısı gibi değerlendirmek gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Hatta Abdülhamid'in getirdiği bazı yenilikler vardı; Osmanlı devletinin olumsuz "imajım" silmek ya da devletin taĢra politikasını esnekleĢtirmek gibi... ġimdiye kadar rejimi, eserleri ve kiĢiliği ile ilgili ıĢığa çıkan tarihi gerçekleri değeayan ve aynı anda çağdaĢ olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taĢıyan, ilginç bir devlet adamı portresi çizdiğini görürüz.
Bir halk adamı          
20 Abdülkadir Özcan'ın verdiği bu bilgi, Mehmet Tosun'un yayına hazırladığı 21. Yüz- yılda Sultan II. Abdülhamid'e Bakış (Ġstanbul 2003) adlı derlemede yer almaktadır (s. 14).
Millet birbirini kırıp geçireceğine bırakın beni öldürsün.1 Sultan II. Abdülhamid
OSMAN LI TARĠHĠNĠN son büyük zaferlerinden birisi, Teselya'da Yunanistan'a karĢı kazanılmıĢtır (1897). Yunanlılar Girit'te ve yeni çizilen sınır boylarında iĢgale kalkıĢınca Osmanlı ordusu 15 ġubat 1897'de bir "çeyrek seferberlik" ilan etti.2 Osmanlı ordusu büyük devletlerin gözlerinin önünde Atina kapılarına dayandı. Bu uluslararası camianın o zamanlar Osmanlılardan asla beklemediği cüretkâr bir hareketti ve Düvel-i Muazzama sefirleri bu ani hücum karĢısında donup kalmıĢtı. Hiç hesap etmedikleri bir Ģey olmuĢ ve Gazi Edhem PaĢa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri neredeyse Atina sınırına kadar olan toprakları istila etmiĢti.
Beklenebileceği gibi büyük güçler harekete geçerek ateĢkes ilan ettirdiler; ardından yapılan görüĢmelerle Osmanlı ordusunun, Yunanistan'dan tazminat almak Ģartıyla geri çekilmesi
Örnek bir Padişah eşi: Fatma Pesend Hanım 1877-1878 Osmanlı-Rus savaĢı sonrasında Osmanlı topraklarının üçte biri Rusya'nın iĢgaline uğramıĢtır. Kıbrıs da Ruslara gözdağı olsun diye Ġngilizler tarafından iĢgal edilmiĢtir. Kurtlar puslu havayı severmiĢ. Ne kadar doğru... Bu ağır bunalım ortamında iki Fransız banker (Lorando ve Tubini) Abdülaziz'e verdikleri borçları geri alamayınca Fransa hükümetini harekete geçirirler. Fransa da Midilli adasına el koyar ve Osmanlı Devleti bu iki bankere olan borcunu ödeyinceye kadar da adayı boĢaltmayacağını bildirir. Fransa'nın verdiği süre 1901 Kasım'ında bitiyordur. Bu tarihe kadar Osmanlı hazinesi 500 bin altın olan borcunu ödeyemediği takdirde Midilli, kayıp topraklarımıza eklenecek, sınırlarımız bir adım daha geriye çekilmiĢ olacaktır. Vaktiyle hesapsız kitapsız alınan ve âtıl yatırımlara giden borç, faizleriyle üstelik tam 750 bin altına yükselmiĢ durumdadır.
Sultan Abdülhamid iĢte bu dağlaĢan borcu ödeyememenin sıkıntısı içerisinde kıvranmaktadır. Onun bu sıkıntısı, tabiatıyla haremde kadınlar arasındaki fısıltı trafiğine dâhil olmuĢtur. Fatma Pesend Hanım ve saraydaki kalfasının, onun yaĢadığı sıkıntının farkında olduklarını biliyoruz.
1 "Galip PaĢa'nın Hatıraları: 4", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 9, Ekim 1966, s. 82. 2 Dikkat edin, tam seferberlik değil; çünkü Yunan ordusunu kendi dengi olarak görmüyordu devrin Osmanlı Erkân-ı Harbiyesi.
Fatma Pesend Hanım, günün birinde kocasının huzuruna gelerek, "Acaba cihan PadiĢahını bu kadar kaygılandıran Ģeyin ne olduğu bana söylenemez mi?" deyince, Abdülhamid, "Bilmiyor musun? Midilli meselesi. Ne yapacağımı daha kestiremedim" cevabını verir. Fatma Hanım'ın karĢılığı ise Ģu olur: "Ben de bunun için geldim. Siz ve ben bir aileyiz. Ailede dertler de, mutluluklar da ortaktır." Bu söze Abdülhamid, "Ne demek istediğini anlıyorum ama, teĢekkür ederim" diye cevap verir, hanımının parasını devlet iĢlerine karıĢtırmak istemez belli ki. Ama Fatma Hanım ısrarlıdır: "Ben size sıkıntınıza sebep olan paranın hiç değilse bir bölümün verebilirim... Belki de tamamını."
Fatma Pesend Hanım zengin bir ailenin kızıydı. Babasından kalma hatırı sayılır bir mirasa konmuĢtu. Abdülhamid bu parayı nasıl geri ödeyeceğini düĢünür: Fatma Pesend Hanım'ın cevabı müthiĢtir: "Bu devlete benim borcum yok mu, dersiniz! Geri isteyen kim?" Öyle ya, bu devlet sayesinde yetiĢmiĢ, onun sayesinde bu nimetlere eriĢmiĢ, saraya kadar girmiĢtir. Devlete olan borcunu ödemek istemektedir. Beklediği fırsat ayağına gelmiĢtir bir bakıma...
Abdülhamid çok uğraĢır hanımını vazgeçirmek için. "Çok gençsin... Önünde uzun yıllar var... Benim fazla bir miras bırakacak durumda olmadığımı senin bilmen lazım... Hayatın insanın önüne ne dökeceği belli olmaz..." der. Fakat Fatma Pesend Hanım, parayı özellikle vermek istediğini söyler. Çok duygulanır Sultan Abdülhamid ve parayı alır. Faizleriyle birlikte 750 bin altına yükselmiĢ olan borcu pazarlıklar sonucu 502 bin altına indirtir. Büyük bölümünü hanımından aldığı parayla tamamladığı bu borcu ödeyerek Midilli adasını Fransız iĢgalinden kurtarmayı baĢarır.
ġahsî servetiyle devlete olan borcunu ödediğini düĢünen ve bundan gurur duyan bir saraylı olarak hayırla yad edilmeyi hak ediyor Fatma Pesend Hanımefendi.5
Görüyoruz ki, Sultan Abdülhamid, halkıyla bütünleĢmeye kararlı, onlara güvenen ve yardımcı olmak için etrafını seferber edebilen bir padiĢahtı. Halk onu anlamıĢtı. Bunu biliyordu. Fakat entelektüellerin kendisini anlamayıĢlarına üzüldüğünü sık sık ifade etmiĢtir. AnlaĢılması zor bir pozisyondaydı. Kabul. Ama galiba biraz da kabahat kendisindeydi. Saraya kapanmıĢtı ve görünmeden varolmanın formüllerini arıyordu. Kendisi önemli değildi onun gözünde; ve varlığını bir sis gibi salmıĢtı toplumun damarlarına. Bu garip sis, portresinin sağlıklı bir Ģekilde algılanmasına da engel oluyordu ister istemez.
5 Bozdağ, age, s. 99-104.
Velhasıl, siyasî ve kültürel tarihimiz açısından Sultan Abdülhamid, sonradan ayrıĢacak ve keskinleĢecek bir büyük yol kavĢağında bütün ihtiĢamıyla hâlâ duruyor ve bizden anlaĢılmayı bekliyor.
Abdülhamid'i çağındaki diğer yöneticilerden ayırd eden Ģey neydi? Onu, modern tarihimizin seyri içinde benzersiz kılan ve bugüne kadar yaĢatan etkenler nelerdi? Yoksa o hâlâ hazmedemediğimiz bilgi ve fikirleri taĢıyan bir "saatli bomba" özelliğine mi sahipti?
Hanımı Fatma Pesend Sultan'ın bütün masrafı Hazine-i Hassa'dan, yani padiĢahın Ģahsî tahsisatından ödenen 1897 Yunan Harbi sırasında sarayın durumunu anlatan satırları, bugünkü yöneticilere ibret numuneleri taĢımaktadır: "Harem" denilince maalesef zihnimizde oryantalist tasavvurun tesiriyle tamamen pasif, herhangi bir eğitimden nasibini almamıĢ, iradeleri ellerinde olmayan esirelerin, hatta özne olamayan bir takım hatun kiĢilerin bulunduğu daire anlaĢılıyor. Halbuki bu kadınlardan her birinin kendilerine göre bir dünya anlayıĢı, padiĢaha ve devlete bakıĢı, hatta iktidar hırsı vardı. Allah'tan ki, AyĢe ve ġadiye Osmanoğlu gibi kızlarının hatıratları yanında eĢlerinden Fatma Pesend Hanım'ın hatıraları yayınlan- mıĢ bulunuyor da Abdülhamid devrinde haremin perdesini bir parça aralayabiliyoruz. Yalnız son derece ilginç bir tarafı var Fatma Pesend Hanım'ın hatıralarının: Sultan Abdülhamid ve hareminin devlete ve millete bakıĢlarını öğretiyor. Böylece, harem mensuplarının, bırakın bir punduna getirip ceplerini, koyunlarını doldurmayı, öz mallarını dahi devlet için nasıl bir kalemde gözden çıkarabildiklerini görme imkânını buluyoruz. Bir ailesinden kendisine miras kalmıĢ parayı vatan ve millet uğruna gözünü kırpmadan harcayan hanımları düĢünün, bir de milletten ve devletten ne kopartabilirim diye hesap kitap yapanları. Hadi çalıp çırptıklarına bir Ģey demiyoruz ama bu ikinciler, kalkıp da birincilere 'hain' dâhil demediklerini bırakmıyorlar mı, iĢte sigortalarım asıl o zaman atıyor. Hastaneleri gezip yaralılarla ilgilendiğini söylemiĢtik Sultan' ın. SavaĢ sırasında bir gün bacağını kaybetmiĢ bir askerin halinden çok müteessir olan PadiĢah, bu gaziye acısını unutturmak istemiĢ. Marangozluk da elinden geldiği için gazinin yürürken iĢine yarayacak bir baston yapmıĢ ve
kendi eliyle getirip ona hediye etmiĢ. Rivayete göre bu güzel davranıĢ yıllar yılı Ġstanbul mahallelerinde bir efsane gibi söylenmiĢ durmuĢ.6 Nitekim 1894'de vuku bulan büyük Ġstanbul depreminde nasıl bir gönüllü önder olarak toplumun önüne geçtiğini ve halkın yaralarının sarılması için bizzat kendi cebinden yardımlar yaptığını, halka "Yanınızdayım!" mesajı vermek için çırpındığını binlerce belge üzerinden görme Ģansımız var. Depremden sonra II. Abdülhamid'in fahrî reisliğinde bir yardım komisyonu kurulmuĢ, ilk yardımı da PadiĢahın kendisi yapmıĢ (1000 lira). ġehzadeler ve diğer geçmiĢ padiĢahlar için 500 lira daha yardım yapan Abdülhamid, ileriki günlerde 5000 lira daha yardımda bulunmuĢtur. Ġlginç olan nokta, bu son yardımın 2000 lirasının "eğitim gören öğrencilere" verilmesi Ģartının getirilmiĢ olmasıdır. Bir CumhurbaĢkanı Ahmet Necdet Sezer'in deprem sonrasında Afyon'a yaptığı ziyarette otomobilinden dıĢarı çıkamayıĢını düĢünün, bir de Sultan Abdülhamid'i hastanede yataktan yatağa koĢtururken gözünüzün önüne getirin...
Ve hangisi Cumhuriyet, hangisi Saltanat siz karar verin.
II. Abdülhamid'in insan yüzü          
6 Ġsmet Bozdağ, age, s. 65-66. 7 Hazırlayanlar: Mehmet Genç-Mehmet Mazak, İstanbul Depremleri: Fotoğraf ve Belgelerde 1894 Depremi, Ġstanbul 2000, ĠGDAġ Yayınları, s. 47.
Ah beyefendi, siz bilmiyorsunuz, tanımıyorsunuz. Pederim gibi merhametli, akıllı bir padiĢah ne gelmiĢ, ne gelecek!... Zamanla anlayacaksınız ya...1
Şehzade Abdürrahim Efendi, 1909
SULTAN ABDÜLH AMĠD, sandığımızdan çok daha zengin tayflara sahip bir insan. Bir taraftan Afganistan, Çin ve Japonya'ya Ġslamı tebliğ için heyetler gönderiyor (Japonya'daki Ertuğrul faciasını unutmak mümkün mü?); diğer taraftan da Ruslarla sanatkârca bir diplomasi oyunu oynuyor. Siyasî tarafı ise baĢlı baĢına uzmanlık alanı olabilecek kadar geniĢ bir konudur ki, ileride geleceğiz ona da.
Sultan Abdülhamid'in beni heyecanlandıran yönlerinden biri de insan tarafıdır. Ġnsan olarak Abdülhamid, sarayın dıĢından göründüğünün tersine, son derece yumuĢak huylu, halim selim, konuĢtuğu zaman hikmetli konuĢan, karĢısındaki insan düĢmanı dahi olsa onu etkileme kabiliyetine sahip bir kiĢilik olarak çıkar karĢımıza.
Onu yakından görmüĢ ve sözde dostluğunu kazanmıĢ olan Yahudi asıllı casus-Türkolog Arminius Vambery, Sultan hakkında Ģunları anlatıyor:
Sultan Doğuda rastlanan en kibar, en Ģefkatli, nazik ve değerbilir prenslerden biridir. AĢırı derecede mütevazı ve gösteriĢsiz davranıĢı, yumuĢak sesi, uysal ve hatta yumuĢak bakıĢı bir elçiye güçlü bir padiĢah, 30 milyon insanın hâkiminden çok, zavallı bir ikinci sınıf efendi intibaını verir.2
Abdülhamid Han o kadar mahviyetkâr bir insandır ki, kendisiyle görüĢmeye gelen insanların, meğer ki nefret edeler, onun karizmatik Ģahsiyeti yanında tevazusuyla karĢılaĢtıklarında bütün defans sistemleri çözülüyordu. II. MeĢrutiyet'in ilanını müteakip yeniden toplanan Meclis-i Mebusan'ın açılıĢına PadiĢah'ın da teĢrif etmesi, pek 'azılı' çok muhalifini heyecana boğmuĢtu; bu arada Jön Türklerin Paris'teki liderlerinden olup o sırada Meclis BaĢkanı bulunan Ahmed Rıza Bey'i onun elini öpmeye iten
Galip PaĢa'nın hatıraları 4", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 9, Ekim 1966, s. 83.
saik de insanlar üzerinde uyandırdığı bu saygı olmalıdır (bir baĢka mebus ise yere kapanarak ayaklarını öpme giriĢiminde bulunmuĢtu!). Son derece zeki, çabuk kavrayıĢlı ve hazırcevap olmasına rağmen ancak uzun ve derin bir düĢünme sürecinin ardından ve karĢısındakinin görüĢlerini iyice anladıktan sonra kendi fikrini açıklayan, sonuna kadar ihtiyatlı bir Ģahsiyet vardır karĢımızda. Hatta pek çok konuda devrin devlet ve ilim adamlarından rapor ve görüĢ ister, onlardan gelen değerlendirmeler arasından tercihini yapardı. Bunu kendisi de hatıralarında söylemiĢtir zaten:
Ben hiçbir vakit hâĢâ müstebitlik etmedim. Mutlaka kendi fikrimin de kabul olunmasını istemedim. Cumhur da olsa tabiidir ki kendi fikrini vükelâsına bildirecek... Benim fikrim bu meselede Ģu merkezdedir.. Siz de müzakere
edin.. Kabul ederseniz icra edersiniz.. Bir mahzur varsa tabiî icra edilemez demeğe hakkı vardır. Ben de bu hakkı isti'malden baĢka bir Ģey yapmadım.3
Ayrıca kuvvetli bir istihbarat örgütü kurmuĢtur. Boğaz'dan önemli bir zâtın (devlet adamı, yazar, Ģair ve sanatçının) geçtiğini haber alınca onu saraya getirtmek için birilerini yollar ve ne
Bir Sultan'ın günlük hayatı
Semih Mümtaz S. diye bildiğimiz eski Ġstanbul ġehremini (Belediye BaĢkanı) ReĢid Mümtaz PaĢa'nın oğlu (ReĢid Mümtaz PaĢa da Mustafa ReĢid PaĢa'nın kendi ismini verdiği bir yetiĢtirmesidir) 1946 yılında Evvel Zaman içinde adlı ufak bir kitap yazmıĢtır. Kendisi bir paĢa ailesinden geldiği için küçük yaĢtan itibaren sarayda bulunmuĢ olup Sultan Hamid'in insanî yönünü, en sağlıklı müĢahede edenlerden biridir. Kitabından bazı örnekleri aktaralım.
Abdülhamid'in en büyük özelliklerinden birisi iyi giyinmesiymiĢ. Ġnsanların karĢısına temiz, muntazam ve iyi bir kıyafetle çıkarmıĢ. Fakat kanepe üzerinde diz üstü oturduğunda ve namaz sırasında elbiseleri sık sık kırıĢır, insanların
2 Mim Kemâl Öke, Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, 2. baskı, Ġsanbul 1998, Ġrfan Yayımcılık.
3 M. Metin Hülagü, Sultan II. Abdülhamid'in Sürgün Günleri: Hususi Doktoru Atıf Hüseyin Bey'in Hatıratı, Ġstanbul 2003, Pan Yayıncılık, s. 224. 4 Aktaran: Ziya ġakir, Sultan Hamid'in Son Günleri, Ġstanbul, 1943, Muallim Fuat Gücüyener Anadolu Türk Kitap Deposu, s. 261 ("Bu haliyle de, henüz sokaktan gelmiĢ
karĢısına da böyle kırıĢık elbiselerle çıkmayı uygun bulmadığı için günde 2-3 defa elbiselerini değiĢtirir-miĢ. Sultan Abdülhamid daima ceket giyiyor ve düğmelerini daima boynuna kadar ilikli tutuyor. Ziya ġakir'e bakılırsa, ölüm döĢeğindeyken elbisesini çıkarmamıĢ, kimsenin karĢısına gömleğiyle dahi çıkmamıĢtır.4
Ceketinin mendil cebine incecik bir kordonla saatini koyar, mendilini ise daima sol kolunun içine sıkıĢtırırmıĢ. Boyun bağları daima ve mutlaka çoraplarının rengine uygun olup her zaman beyaz gömlek giyermiĢ. Yerli kumaĢtan yapılma elbiseleri tercih ediyor; etrafında Avrupa malı giyinmekle iftihar eden vezirlere paĢalara, "Ben sizin kadar lüks giyemiyorum, benimki halis Hereke malı" diyerek onları da yerli mal kullanmaya teĢvik ediyormuĢ.5 Sarayda baĢı açık geziyor ancak namaz kılarken takke giyiyormuĢ.
israf haramdır; prensiplerinden birisi de buydu. Abdülaziz'in o Ģatafatlı ve ağır borçlara batmıĢ hazinesini, büyük kısmı bir vaziyette Ġttihatçılara teslim etmesi de bu sıkı prensibinden kaynaklanıyor.5 Kendi alıĢveriĢini yapan ağalara tek tek hangi malı kaç kuruĢa aldıklarını soruyor, hatta 'Daha ucuza alamaz miydin?' diye sorguya çekip sarayın mutfak harcamalarını dahi bizzat kontrol ediyormuĢ. Haremde hanımları ve haznedarlarından baĢkasıyla görüĢmüyormuĢ. Yıldız Sarayı'nın bahçesinde halayıkların, haznedarların, bekâr sultan ve Ģehzadelerin koĢup eğlenmelerinden hoĢlanıyor ve hatta aralarına girip muziplik yapıyor ve ĢakalaĢıyormuĢ kendileriyle.
yapıp ederler, onu saraya getirtirlermiĢ. Davetli kendisinin ağırlanmaya
de, biraz istirahat etmek için elbisesiyle yatağına uzanmıĢ yorgun bir insana benziyordu") Ayrıca bkz. Hülagü, age, s. 345. Atıf Bey, öldükten sonra elbisesini ancak kesmek suretiyle üzerinden çıkartabildiklerini söyler. Nitekim Fatih Sultan Mehmed de son seferi sırasında Gebze'de vefat edince, kaftanı kesilerek üzerinden çıkartıl- mıĢtır ki, bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde bu kolları kesik haliyle teĢhirdedir. 5 Bu kumaĢları diken resmî terzisinin, zamanın Avrupa moda dünyasının baĢını çekenlerden Hollanda uyruklu Jean Botter olduğunu hatırlatalım. Bkz. Afife Batur, "Botter apartmanı", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 2, Ġstanbul 1993, s. 312-314. 6 Abdülhamid bütçeleri ve dıĢ baskılar hakkında Engin Deniz Akarlı'nın basılmamıĢ doktora tezine bakınız; "The Problems of External Pressures, Power Struggles, and Budgetary Deficite in Ottoman Politics under Abdülhamid II (1876-1909): Origins and Solutions", Princeton Üniversitesi 1976. ġevket Kâmil Akar'ın yakınlarda yaptığı doktora tezi daha teknik olmakla birlikte Abdülhamid dönemi bütçelerini sağlıklı bir Ģekilde incelemek için gerekli malzemeyi sunmaktadır: "1876-1877/1908-1909 Mali Yılı Bütçelerine Göre Abdülhamid Dönemi Maliye Politikası" (Doktora Tezi) Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ġktisat Tarihi Bilim Dalı, 1998.
layık olmadığını anlatmaya çalıĢsa da, padiĢah iltifatlarda bulunur, hediyeler verir ve bir niĢan takarmıĢ göğsüne. 'Siz değil mi ki, bizim topraklarımızdan geçtiniz, ileride çoluk çocuğunuza, etrafınıza gösterirsiniz; siz güçlü kalemi olan birisiniz, gördüklerinizi anlatsanız bizim için yeterli' dermiĢ. Bunlar toplumlarının önündeki insanlar; onlar aracılığıyla kamuoylarına ülkesi hakkında olumlu mesajlar vermeye çalıĢmıĢtır. Haremde kadın olarak hanımları ve hazinedarlarından baĢkasıyla görüĢmezdi. Yıldız Sarayı'nın bahçesinde halayıkların, hazinedarların, bekâr sultan ve Ģehzadelerin koĢup eğlenmesinden hoĢlanır, hatta bazan aralarına girerek muziplikler yapar, ĢakalaĢırdı. Temizliğe çok düĢkün olduğu için daima elinde gezdirdiği Atkinson marka kolonya ĢiĢesini bir kaç saat içerisinde sürer, bitirirdi. KilercibaĢı Hüseyin Efendi'nin dediği doğruysa, iĢtahı da yerindedir; sıcakların bastırdığı günlerden birinde tam iki sürahi suyu afiyetle içmiĢtir! Bir baĢka ilginç hadiseyi daha zikrediyor Semih Mümtaz. Bir gün Abdülhamid, BaĢvekili Ahmed Vefik PaĢa'yı çağırır ve gece sarayda kalmasını "emreder". PaĢa bu emr-i vâkiye hayır diyemez. Sarayda kalır kalmasına ama gözüne bir türlü uyku girmez. Çünkü yatak, ipekler içindedir: çarĢaf ve yastık yüzleri ipektendir, yorganlar ipekli ve sırmalıdır. Yatakta ne zaman bir yandan öbür yana dönmeye kalksa bir hıĢırtıdır gider. Elini oynatsa "huĢ" diye bir ses duyar. Gece boyunca bir o yana, bir bu yana döner durur. Sabahı zor eder. Ve ertesi gün evine gidip derin bir uyku çeker. Gelin görün ki bir hafta sonra PadiĢah kendisine yeniden "emreder" sarayda kalmasını. Ahmed Vefik PaĢa bir uykusuzluğu daha göze alamaz ama ortada "emr-i padiĢahı" Vardır. Sonunda çareyi bulur: Karısının hastalığını bahane ederek evine
kadar gitmek için müsaade alır. Arabasına yatağını yorganını doldurur, entarisini ve terliklerini giyer, dayanır sarayın kapısına. Kapıcılara o kıyafetle, "Beni yatak odama götürün!" diye emir vererek saraya girer ve odasında, evindeymiĢcesine mıĢıl mıĢıl uyur. Abdülhamid ise -PaĢa'ya bunu bile bile mi yapmıĢtır bilinmez ama- hadiseyi haftalarca kime rastladıysa anlatmıĢ ve her seferinde gülmüĢtür. Herhalde, tarihin insanca yüzüne ancak bu tür tarafsız, sıcak ve yakın plan portrelerle yaklaĢabiliriz, Ģeklindeki bir sonucu sizler de benim gibi çıkarmıĢ olmalısınız aktardıklarımdan.
Ey tarihçiler! Bu sıcaklığı eksik etmeyin eserlerinizden, olmaz mı? Bizim hep abus çehreli, gülmeyen, iç dünyasına kapanmıĢ, çok ciddi bir insan olarak bildiğimiz Abdülhamid'in böylesine neĢeli bir tarafı da var. Elbette devlet hayatında gayet ciddi; ama özel hayatında onun da deĢarj olmaya ihtiyacı yok mudur?
Ġnsan Abdülhamid'in saklı yüzü            
Sarayından "bizim ev" diye bahsedecek kadar da mütevazı' kalmıĢ olduğunu kaydetmek, çehresini tasvire çalıĢırken muvafık olur.
Nâhid Sırrı Örik
DEDEM MUSTAFA AR MAĞAN'IN yengesi Hamide Nine, Bursa'daki evimize yatılı misafir olarak geldiğinde biz çocukları etrafına toplar, hatıralarını anlatır, ne zaman konu maaĢların masraflara yetmediğine gelirse, takılmıĢ plak gibi, "Ah evladım, Sultan Hamid devrinde bir bolluk vardı! Ondan sonra hiçbir Ģeyde bet bereket kalmadı" diye söylenir dururdu. ġimdilerde doğan çocuklar arasında Tayyip isminde bir artıĢ görüldüğü gibi, o zaman da aileler kızları olursa Hamide, oğulları olursa Hamid ismini koymaya özenir, hatta dedem gibi hızını alamayıp kızına Atiye ismini koyanlar da eksik olmazdı. "Hepsini anladık da, bu Atiye de ne oluyor?" diyorsanız, bunun ilginç bir hikâyesi var. Zira Sultan II. Abdülhamid'in insan yönüne olduğu kadar 'Baba' imajına da demir atar sessizce. Burhan Felek, çocukluk hatıralarını topladığı Hayal Belde Üsküdar'da Abdülhamid dönemine rastlayan kendi sünnet düğününde bizzat padiĢahın gönderdiği çeyrek altını avuçlarına aldığı zamanki heyecanını yazar.1
Ġster umumî, ister maruf ailelerin hususî sünnet düğünleri olsun, Rumî 19 Ağustos'ta, PadiĢahın cülûs gününde yapılırdı. Böylece hem PadiĢahın
cülûsu için Ģenlikler olur, hem de düğün dernek eğlencelerine baĢka bir revnak verilmiĢ olurdu. Amma asıl dava, umumi yerlerde yapılan sünnet- lerdeki çocukların beherine PadiĢahın gönderdiği bir altın lira çeyreği (İhsân-ı Şâhâne) verilmesiydi. Bir cülûsta böyle umumî düğünlerde kesilen [sünnet edilen] çocukların sayısı 15-20 bin olsa bu ihsan PadiĢaha ancak 5 bin altına mal olabilirdi. Ama bu onun için büyük bir propaganda, çocuklar için de büyük bir sevinç kaynağı olurdu. ĠĢte her sene 19 Ağustosta yapıla yapıla, sünnet mevsimi, günümüzde de Ağustos ortası ile Eylül ortası arasına yerleĢmiĢ kalmıĢtır... Her çocuğun baĢına gelen (!) bu macerada padiĢahın gönderdiği çeyrek lirayı da akĢama doğru aldığımı hatırlarım.
Tahta çıkıĢ yıldönümü olan Rumi takvimle 19 Ağustos (Miladi takvimle 31 Ağustos'a denk gelir) tarihinde toplu sünnetler düzenleten Sultan Abdülhamid, böylece bugün dahi devam eden bir çift geleneği, yani sünnetlerin Ağustos ayında yapılması geleneği ile toplu sünnet törenleri geleneğini baĢlatmıĢ oluyordu. Yani bugün eğer sünnet törenlerini, farkına varmadan Ağustos ayına kaydırıyorsak ve toplu sünnet diye yaygın bir uygulama varsa, her ikisini de Abdülhamid'in insan kalbine, özellikle de çocuk kalbini kazanma yönündeki mükemmel stratejisine borçluyuz. Artık törenlere çeyrek altın gönderen bir Abdülhamid Baba yok gerçi ama onun ayak izini sokaklarımızda görebiliyoruz hepimiz. ĠĢte "Atiye" ismini Urfa'daki bir ailenin içine kadar sokan Ģey, Sultanımızın, Tanzimat'la birlikte kimyası bozulan Devlet Baba imajını diriltmek ve halka, sahipsiz olmadıkları duygusunu yeniden aĢılamak için gösterdiği olağanüstü çabanın sonucuydu. Bürokrasinin kekre yüzüyle
muhatap ola ola devlete güveni derinden sarsılmıĢ kitleleri yeniden sarıp sarmalayan ve kendilerini bir büyük ailenin üyeleri, padiĢahı da babaları gibi görmeleri yönünde güdümleyen Abdülhamid'in, bakanlarını ve vezir vüzerayı da yanına alarak halka o soğuk günlerde odun kömür temin etmek için nasıl seferber olduğunu yazmıyor maalesef tarihlerimiz. Onlar yazmıyor diye, yapılan iyilikler karĢısında kalem sonsuza kadar susacak değil elbette. ĠĢte Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Nadir Özbek, ABD'de Binghampton Üniversitesi Tarih Bölümü'nde hazırladığı doktora tezinde2, Abdülhamid'in bu yardımsever yönüne büyüteç tutuyor ve sonuçta ortaya inanılması güç bir tablo çıkıyor:
1 Burhan Felek, Hayal Belde Üsküdar, 3. baskı, Ġstanbul 1988, Felek Yayıncılık, s. 119-127.
Aydınların Kızıl Sultan dedikleri Abdülhamid'i halkımızın hâlâ neden bu denli sevdiğinin ipuçlarını buluyoruz bu kitapta.
Görelim mi ipuçlarından birkaçını? Önce Ģu "atiyye" meselesi... Atiyye-i seniyyeler, padiĢahın geniĢ bir kitleye sunduğu hediyelerdir. Bu hediyeler elbette sünnet düğünlerinde çocuklara birer çeyrek altın göndermekle sınırlı kalmamıĢ, mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap göndermekten tutun da, Üsküdar'da itfaiyeci Mehmet Efendi'nin 7-8 yaĢlarındaki zavallı sakat kızına protez bacak yaptırmaya kadar uzanan gerçek bir yardım seferberliğine dönüĢmüĢtür. Mesela soğuk geçen kıĢ günleri için özel bir komisyon kurulmuĢ, bunlar (bazılarının bunlara 'Hafiye' demesinde sakınca yok) evini ısıtacak imkânı bulunmayan aileleri tespit ettikten sonra Hazine-i Hassa Nezareti'nin tahsis ettiği 15,300 kuruĢ karĢılığında 50 ton kömür satın alıp Ġstanbul'un yoksul ahalisine
Ermeni Onnik'in takma bacağı Sultan'dan
29 Mayıs 1899 tarihinde bir dilekçe gelir Abdülhamid'in eline. 6 yıl önce sol bacağını kaybeden 26 yaĢında bir genç, içine düĢtüğü sefaleti anlatarak Sultan'dan durumuna bir çare bulmasını ister. Abdülhamid, ilgilenmesi için mektubu Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü PaĢaya ulaĢtırır. PaĢa, raporunda bacağın kalçaya çok yakın bir yerden kesilmiĢ olduğunu, bu nedenle de, takma ayağın bir korse ile bele bağlanması gerektiğini yazar. Hesap kitap yapılır. Protez, tam 18 liraya mal olacaktır. Konu bu defa Sadrazam Halil Rıfat PaĢa'nın masasındadır. Sadrazam paranın ödenebilmesi için padiĢahın onayını ister. Belgenin kenarına Abdülhamid'in zarif notu, takma bacağın parasının atiye-i seniyye'den ödenmesini buyurmaktadır.3
Talebi 2 ay gibi kısa bir sürede cevaplanan ve muradına eren bu delikanlının kim olduğunu mu merak ettiniz? Bekletmeden söyleyeyim: Bu talihli gencin ismi, Ahmet, Mehmet değil, Kirkor oğlu Onnik'dir. Yani bir Ermeni çocuğu!
Velhasıl, Osmanlı milletlerini tek bir aile gibi yönetmek için yapılan son soylu giriĢimdi Abdülhamid'inki.
2 Türkçesi ĠletiĢim Yayınları tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyal Devlet: Siyaset, İktidar ve Meşruiyet, 1876-1914 adıyla 2002 yılında yayınlandı.
3 Bkz. Yavuz Selim KarakıĢla'nın Toplumsal Tarih dergisinin Ağustos 2003 tarihli 116. sayısındaki yazısı.

dağıtmıĢtır. ArĢiv belgelerinden öğrendiğimize göre, kömürün dağıtıldığı bir semt halkı, bu yardımdan o kadar memnun olmuĢtur ki, padiĢaha özel bir teĢekkür mektubu göndermiĢtir. Yardımların yalnız Ġstanbul halkına yönelik olduğunu sanıyorsanız, Abdülhamid'in projesini anlamamıĢ olursunuz. Mesela Filibe'nin fakirlerine de kömür yardımı yapıldığını ve onların da padiĢaha müteĢekkir olduklarını belirten bir arzuhal sundukla- rını söylüyor bize arĢivler.
Abdülhamid'in her tahta geçiĢ yıldönümünde alıĢkanlık haline getirdiği bir atiyyesi de, borçları yüzünden hapse düĢenleri kurtarma operasyonuna yöneliktir. Abdülhamid, zamane yöneticileri gibi devlet hazinesinden yiğitlik yapmaz, her yıl, çocukluğundan beri biriktirdiği Ģahsi hazinesinden bir miktar parayı borcunu ödeyemediği için hapse düĢenleri kurtarmaya tahsis ederdi. Nitekim 1892 yılında, doğum gününü vesile kılarak, yardım komisyonuna mahkûmların durumunu inceletmiĢ, tahsis edilen miktarın gerekenden fazla olduğu anlaĢılınca affın kapsamı geniĢletilmiĢ ve 50 kiĢinin daha yararlanması sağlanmıĢtır. Onun tercihini kader mahkûmu insanlardan yana kullanması, 'insan yüzü'nün yansımalarından bir kesittir sadece... Nitekim sürgüne gönderdiği aileler dahi ona dua ediyor hâlâ. Niye mi? Kendilerini âbâd ettiği için tabii ki. Cezalandırırken bile ödüllendirmeyi bilirdi Sultan çünkü.
Abdülhamid nasıl çalıĢırdı?            
Ġlk ĢaĢırmak ilk adımda baĢladı diyorum. Daire-i hususiye bu mu idi? Halid Ziya UĢaklıgil
SULTAN ABDÜLH AMĠD'ĠN günde muntazaman 15-16 saat çalıĢtığı biliniyor ki, bu bizim normalde 8 saat çalıĢan bürokratlarımız için çok fazladır. Demek ki, sadece uyku için kendisine zaman ayırıyor; kalan vakitlerinde daima çalıĢma halindedir. Haluk ġehsuvaroğlu, onun erken yattığını ve gece dizlerine kadar inen uzun bir gömlek giydiğini naklediyor. Acele bir iĢ veya haber çıktığında, vakit ne kadar geç olursa olsun uyandırılmasına müsaade etmiĢti. Böyle bir durum dıĢ kapıdan içeriye bir tezkere gönderilir ve hünkârın kapısı önünde yatan haremağasına verilirdi. O da kapıyı vurarak padiĢahı uyandırır ve tezkereyi arz eder, padiĢahın iradesini alıp öyle dönerdi. BaĢkâtip Tahsin PaĢa böyle gecelerde gelen tezkereye bazen 1, hatta 1,5 saat vakit ayıran ve uykusuz kalan padiĢahın ertesi sabah hiç aksatmadan yine aynı saatte vazifesi baĢında olduğunu biraz da hayret ederek anlatır. Hatta Patrikhane ile ilgili yaptırdığı soruĢturmanın raporu gelince, "Bizim için hiç uyumamak, Kızına göre Sultan Abdülhamid'in dindarlığı
AyĢe Sultan, babasının dindarlığını da bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktan çekinmemiĢtir:
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan baĢka biri değildir. BeĢ vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerim okurdu. Gençliğinde ġâzelî tarikatına girmiĢti. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camiinde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alıĢveriĢ ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Böylece, camide namaz kıldığı günlerden birinde Hamza Zâfir Efendi adında muhterem bir Ģeyhe tesadüf edip onunla ahbap olmuĢ, bu tarikata bu suretle intisap etmiĢtir. Keza Yahya Efendi Tekkesinin büyük Ģeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasıyla dahi Kadirî tarikatına intisap etmiĢtir. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus"i bahçesinde beĢ vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.1  
daima müteyakkız bulunmak farz-ı 'ayn olmuştur"2 diyerek zamanın tellerini alabildiğine germiĢti. Diğer kaynaklar da Sultan Abdülhamid'in gayet düzenli bir hayat sürdüğünü naklediyor. Sabahları erken kalkar, banyosunu yapar, namazını kıldıktan sonra banyo dairesinde bulunan bir kanapenin üzerinde güneĢ doğuncaya kadar tesbihatına dalardı. Banyodan sonra saçlarını sağdan ayırıp sık sık fırçalardı. Her sabah kendi baĢına banyosunu yapıp kendisi kurulanır, bir yardımcıya ihtiyaç duymazdı. Ardından bahçede ufak bir gezinti yapar ve buradan çalıĢma odasına geçerdi. Sabah kahvaltısı
1 AyĢe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), 3. baskı, Ankara 1986, Selçuk Yayınları, s. 24-25. 2 Tahsin PaĢa, Tahsin Paşa'nın Yıldız Hatıraları: Sultan Abdülhamid, Ġstanbul 1999, Boğaziçi Yayınları, s. 396.

Sultan Abdülhamid 33 yıl boyunca kurtlarla bu masa başından mücadele etti.
gayet sade ve basitti. Resmi meĢguliyetleri haricindeki zamanlarını bahçede dolaĢmak, havuzda sandala yahut istimbota binmek, havuz üstündeki adada bulunan nadide kuĢları, hayvanları seyretmek ve orada- ki köĢkte dinlenmekle geçirirdi.3 Kızı AyĢe Osmanoğlu'nun verdiği bilgilere göre, erken yatıp erken kalkar, sabah namazından sonra kahvaltısını çok hafif yapar, sonra kahvesini içer ve masasına oturup BaĢkâtip'i isterdi.
3 Halûk Y. ġehsuvaroğlu, "Abdülhamid'in Yıldız'daki hususi dairesi ve orada yaĢayıĢ tarzı", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 22, Ekim 1951, s. 1008-1009.
"Bizim için hiç uyumamak, daima müteyakkız bulun- mak farz-ı 'ayn olmuĢtur." Sultan Abdülhamid
Bir Avrupa gazetesine göre Abdülhamid yatağında roman dinlerken
YaklaĢık saat 11.00'e kadar resmi iĢlerle uğraĢır, 11.30'da öğle yemeğini yer ve 15-20 dakika kadar bir Ģezlong üzerinde dinlenmeye çekilirdi. Ardından öğleden sonra mesaisi baĢlar, kâtip ve bakanlarını bu saatlerde kabul ederdi. Çoğunlukla akĢam yemeğini müteakip bahçeye çıkar ve yürürdü. ĠĢi yoğun olduğu zaman gece yarılarına kadar Ma-
beynde iĢinin baĢında bulunurdu. Ancak normal vakitlerde yatsı namazından sonra yatak odasına çekilirdi.
AyĢe Osmanoğlu, babasının zamanla iliĢkisini ustaca yakala- mıĢ bulunuyor:
Babam saate, vakte pek bağlı idi. Diyebilirim ki her iĢini bir saate bağlamıĢ, düzgün ve yeknesak bir ömür geçirmiĢtir.
Bu merak, ileride göreceğimiz gibi saat kulelerinin efendisi yapacaktır onu.
Kimseye 'Sen' diye hitap etmezdi Mesela kimseye, çocuklarına dahi "sen" diye hitap etmeyiĢi, kızı ve Fethi Okyar dâhil pek çok kiĢinin dikkatini çekmiĢtir. Bugünkü hitap lâubaliliği karĢısında ondan alacağımız derslerden birisi de bu "haddeden geçmiĢ nezaket" olmalıdır. Sherlock Holmes, fotoğraf, kitap ve çömlek!  
       
SULTAN ABDÜLHAMĠD'ĠN marangozluğa merakı pek meĢhur olup1 dedektif romanlarına ve seyahatnamelere düĢkündü. Hatta eğer bunlar tercüme edilmemiĢse kendisi için tercüme ettirip yatmadan önce bunlardan bir bölüm okutarak dinler ve öyle uyurdu. Nitekim Atıf Efendi'ye söylediğine göre, Nansen'in kuzey kutbunu keĢif seyahatini bizzat kendi ağzından okumuĢ ve çoluk çocuğu da dinlemiĢtir. Uykusu gelince "Kâfi" der ve okuyan Ģahıs (bu Ģahıs bazen GidiĢ Müdürü Mahmud Bey, bazen de EsvapçıbaĢı Ġsmet Bey veya Mabeynci Emin Bey olurdu) kitabı sessizce kapatıp dıĢarıya çıkardı. Abdülhamid'in matbaa ve yayın iĢlerine de gayet meraklı olduğunu biliyoruz. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip nefis divanlar bastırmıĢtır. Mesela Cem Sultan Divanı'nı mükemmel bir Ģekilde bastırıp bazı nüshalarını Ġngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya gönderttiği biliniyor. Aynı Ģekilde en muteber hadis derlemesi kabul edilen Sahih-i Buhârî'nin en sağlıklı baskısını da Abdülhamid'e borçlu olduğu-
Sherlock Holmes ve Sultan Abdülhamid
"Konan Doyl'un "ġarlok Holmes" hikâyeler serisine devam edip etmediğini kemal-i merakla sordu. Çünkü Abdülhamid'in beğendiği yegâne kalem sahibi Konan Doyl idi. Bir gün demiĢti ki: "Konan Doyl ne harikulade bir polis müdürü olurdu." Aktaran: Stefan Lozan, "Abdülhamidin Selânikten getiriliĢi", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı-. 1, Ocak 1950, s. 3.
François Georgeon, Abdülhamid'in Sherlock Holmes'un yazarı Sir Conan Doyle'u imparatorluğun en büyük niĢanlarından biriyle onurlandırdığını söylüyor ki, bu, birinci dereceden Mecidiye niĢanı olmalıdır. Bkz. François
1 Sabahattin Türkoğlu, "Marangoz padiĢah: Sultan II. Abdülhamid", Antik & Dekor, Sayı: 50, Ocak 1999, s. 84-90.
Georgeon "Son canlanıĢ (1878-1908)", s. 153; aynı bilgi, kaynak belirtilmeden yazarın son kitabında da tekrarlanmaktadır. (Bkz. Sultan Abdülhamid, s. 163.) Bu görüĢü, o yıllarda Ġstanbul'da görev yapan Sir Henry Woods da tekrarlıyor ve Doyle'un saraya gidip niĢanı orada aldığını belirtiyor. (Bkz. Türkiye Anıları, Çeviren: Fahri Çoker, Ġstanbul 1976, Milliyet Yayınları, s. 123.)
Zaten bizdeki yerli polisiye roman türünün geliĢmesi tam da Abdülhamid dönemine rastlamaktadır. Bu konuda Erol Üyepazarcı çeĢitli yayınlar yapmıĢtır. Bkz. Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes-. Türkiye'de Yayınlanan Çeviri ve Telif Polisiye Romanlar Üzerine Bir inceleme, 1881-1928, Ġstanbul 1997, Kelepir Kitaplar.
Üyepazarcı'nın verdiği bilgilere göre, Abdülhamid'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu.
"Osmanlıca ilk çeviri polisiye roman olan Ponson du Terrail'in Paris Faciaları 1881 tarihinde Ahmet Münif imzasıyla yayımlanmıĢ. Bu tarihten II. MeĢrutiyet'in ilan edildiği yıla kadar elli dört adet polisiye roman çevrilmiĢ. Telif roman konusunda Ahmet Mithat Efendi ile Selanik'te Yeni Asır gazetesini çıkaran Fazlı Necip kısıtlı sayıda eser vermiĢler, ilk telif polisiye romanımız Ahmet Mithat'ın 1884 tarihli Esrar-ı Cinayat'ı. Hayret (1885) ve Haydut Montari (1888) ise yazarın diğer polisiyeleri. 31 Mart vakası sırasında yağmalandığı için Abdülhamit'in kitap koleksiyonu hakkında sağlıklı bir bilgimiz yok, ancak o yıllarda yaĢayan, Abdülhamit ve Sherlok Holmes adlı bir de polisiye roman yazan Yevant Odyan'agöre ilk dönemde sultanın gözde yazarları Emile Caboriau, Ponson du Terrail, Xavier de Montepin ve Jules Mary iken, Conan Doyle'u okuduktan sonra tam bir Sherlock Holmes tutkunu olmuĢ, hatta Doyle'u saray davet etmiĢ, ancak nedense bu görüĢme gerçekleĢmemiĢ...", Aktaran: A. Ömer TürkeĢ, "Sherlock Holmes'un rakibi Avni", RadikalKitap, 3 ġubat 2006.
Üyepazarcı, son makalesinde Abdülhamid'in özel olarak çevirttiği kitapların sayısının, Osman Nuri Ergin'in dediği gibi 6 bin değil, 505 adet olduğunu isim isim tespit etmiĢtir. Sherlock Holmes'un bütün maceralarının eksiksiz olarak tercüme edilmiĢ olması, dikkat çekicidir. Bkz. "II. Abdülhamid'in çevirttiği polisiye romanlar", Müteferrika, Sayı: 28, KıĢ 2005-2, s. 25-34.
muzu söylüyor uzmanları. Bu nüsha, hadis literatüründe hâlâ "Abdülhamid neĢri" adıyla bilinmektedir.2 Kendisi Buhârî'yi yalnız manasını öğrenmek için değil, aynı zamanda dua olarak da okurdu.
Nitekim Çanakkale muharebeleri devam ederken, ordumuzun muzaffer olması için devamlı olarak Buhârî-i Şerif okuduğunu Atıf Bey'in notlarından öğreniyoruz. Bastırdığı Sahih-i Buhârî nüshalarını satıĢa koydurmamıĢ, ümmet-i Muhammed'e ücretsiz dağıtılmasını irade etmiĢtir. Tabii Sultan Abdülhamid aleyhine kasıtlı olarak ortaya atılan Kur'an- Kerim ve Hadis-i ġerifleri yasaklattığı iftirası, sadece gülünçtür. Çünkü o, bu kutsal metinlerin, saklanma imkânı olmayan  
Dolmabahçe Sarayı'ndaki bayramlaşmaların birinde Sultan Abdülhamid elinde kılıçla
oturduğu yerde devlet ricalini kabul ediyor. (Fotoğrafın gizlice çekildiği sanılıyor.)
ve olur olmaz iĢlerde kullanılan gazete kâğıdına basılmasına karĢıdır, bir de izinsiz ve hatalı basılan Kur'an'lara.3 Yoksa Kur'an ve Hadislerin basılmasına yasak koyması için herhangi bir makul sebep yoktur.4 Bu yüzden zaman zaman bu tür 'sakıncalı' yayınların toplanıp yakıldığını biliyoruz. Ancak aynı hassasiyeti bugün de sürdüren basın ve yayın organları mevcut değil midir?
2 Bkz. Ġngilizceye tercüme ve Ģerh: Muhammed Esed, Sahîh-i Buhârî: İslâm'ın İlk Yılları, Ġngilizceden Çeviren: Mustafa Armağan, Ġstanbul 2001, ĠĢaret Yayınları. Metinler konusundaki titizliğiyle tanınan Muhammed Esed, bu hadis çalıĢmasına "Abdülhamid neĢri"ni esas almıĢtır. Ġsmail Kara'nın İslamcıların Siyasî Görüşleri adlı kitabında Ġslamcı aydınların Abdülhamid'e yönelttikleri kitap düĢmanı suçlamasını incelenmektedir. (Ġstanbul 1994, Ġz Yayıncılık, s. 140 vd.)
Fotoğraflanamayan fotoğrafçı Onun bir de fotoğrafçılığa meraklı olduğunu biliyoruz. Fotoğraf ustalarına (Sebah & Joailler, Abdullah Biraderler, Febüs ve diğer-
3 Nitekim son yapılan yayınlardan birisinde (Fatmagül Demirel ve RaĢit ÇavaĢ, "Ye ni bulunan belgelerin ıĢığında II. Abdülhamid'in yaktırdığı kitapların bir listesi", Müteferrika, Sayı: 28, KıĢ 2005-2, s. 13) yakılan kitaplar arasında 45 adet Maarif Nezareti mührü bulunmayan Mushaf-ı ġeriften söz edilmektedir ki, bugün dahi Diyanet ĠĢleri BaĢkanlığı Mushaf Kurulu'nun imzası bulunmayan Mushaflar yakalandığında yakılarak imha edilmektedir! 4 Bkz. Yavuz Selim KarakıĢla, "Gazetelerde Kuran'dan ayetler ve Hadis-i ġerifler yayımlama yasağı", Toplumsal Tarih, Sayı: 86, ġubat 2001, s. 38-40. Ayrıca bkz. Koloğlu, Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit, s. 139 vd.
Çanakkale Zaferimiz için Buhârî hatmeden Sultan
Bizim için elden duadan baĢka ne gelir? Her vakit Buhârî-i Şerif okuyorum. Bir hatim de ikmal etmek üzereyim, ĠnĢaallah duamız Cenâb-ı Hak indinde müstecab olur. (s. 266)
Memleketin selameti, millet-i islamiyenin bu beladan kurtulmasını dua ediyorum. Hastalığım iyi olsun, yine Buharî'ye baĢlayacağım.. Çanakkale harbinde hep Buhârî okudum. Cenab-ı Hak o vakit bizi himaye ve siyanet etti. Yine eder. (s. 388) Atıf Hüseyin Efendi'nin Hatıratı'ndan.  
lerini) imparatorluk içinde çekilmesi gereken kurum ve binaları tespit ederek (Bursa'da bir okul, Halep'de bir cami, Mekke'de bir kıĢla gibi) özel sipariĢ veriyor ki, bu da onun sanata ve bilimsel buluĢlara açık yönünü gösterir. (23 yıl Abdülhamid'in FotoğrafçıbaĢılığını yapmıĢ olan kıdemli usta Febüs, onunla ilgili ilginç hatıralarını yıllar sonra Aydabir dergisine anlatmıĢtır.5) Döneminde neredeyse bütün imparatorluğun fotoğrafları çekilmiĢtir. Ben bunların ancak bir kısmını inceleyebildim ama Ģu kadarını söyleyebilirim: Batmakta olan bir güneĢin gurup vakti, kuyruğundaki bütün ihtiĢamı renk renk dünyaya göndermesi gibi bir duygu kaplıyor insanı onlara bakarken. Ayrıca ABD Kongre Kitaplığı'na hediye ettiği 36 adet fotoğraf albümü, kırmızı deri kaplı olup üzerleri altın yaldız kakmalıdır. Bunlarda 1200'den fazla resim bulunmaktadır.6 Hatta bu albümlerdeki resimler, Ģimdilerde
bir Amerikan üniversitesinin internet sitesinde yayınlanmaktadır. Arzu edenler bu yüzlerce fotoğraftan
5 Kandemir, "Febüs anlatıyor! Febüs Abdülhamidin fotoğrafını nasıl çekmiĢ!", Ayda bir, Sayı: 7, Mart 1936, s. 53-55.
6 Sara Körle, "Sultan Hamid'in A.B.D. Kongre Kütüphanesi'ne hediyesi", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 5, Haziran 1970, s. 32-34. oluĢan muhteĢem koleksiyona internetten (http://lcweb2.loc.gov/pp/ahiihtml/ahiiabt.html) kolaylıkla ulaĢabilirler.
Kitap merakı derseniz, akıl alır gibi değil. Belki padiĢahlığı sırasında okumaya fazla zamanı olmuyordu ama kitabın kıymetini her zaman takdir etmiĢ birisidir kendisi. Halen ABD'de Michigan Üniversitesi Kütüphanesi'nde Sultan Abdülhamid'in Yıldız Kütüphanesi'nden yağmalanan eserlerden oluĢan 288 parçalık muhteĢem bir koleksiyon mevcuttur ki, bu eserler arasında çok değerli yazma Kur'an-ı Kerimler ve diğer dinî eserler göz kamaĢtırmaktadır.7 Tarih araĢtırmacısı Ziya Erkins ise bize bu kütüphanenin bölümleri ve kitaplar hakkında Ģu bilgileri veriyor: Sultan Abdülhamid'in Yıldız Sarayı'ndaki kütüphanesi 4 bölümden oluĢuyordu: 1) Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmıĢ eserler. Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardı. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiĢ kitaplardı. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar. 2) Ayrıca kütüphane Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu. 3) Roman ve hikâyeler bölümü: Toplam 6 bin kadar kitap özel olarak saray için çevrilmiĢtir. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. 4) Coğrafya ve seyahatnameler koleksiyonu. "Yıldız duvarlarının çevirmiĢ bulunduğu mahdut bir orman içinde hayat geçiren Abdülhamit, sanki bütün dünyayı buradan seyredercesine" bu eserleri okurdu.
7 Muhittin Serin, "ABD'deki el yazma eserler ve II. Abdülhamid koleksiyonu", Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 4-5, 2000 s. 492 vd. Abdülhamid'in Kütüphanesi'nde seyahat
Kocası ünlü bir Oryantalist olan Bayan Max Müller, bizzat gördüğü ve incelediği bu kütüphaneyi 1897'de basılan hatıratında Ģöyle anlatıyor:
Ġhtiyar kütüphanecinin, kocamın görmek istediği herhangi bir kitabı bulmak için gösterdiği içten
gayret cidden dokunaklı idi. Yardımcıları ona gayet bilinçli olarak yardım ediyorlardı. Bize evvelâ çok güzel resimlendirilmiĢ (minyatürler) ve ciltlenmiĢ nefis Ġran elyazmaları getirdiler. Ben, onlara, kocamın kütüphanede Hindistan'dan getirilmiĢ ne gibi kitaplar bulunduğunu görmek istediğini anlattığım zaman, ellerinde ne varsa hemen önümüze döktüler. Ama bunlar daha ziyade müziğe ait eserler idi. ġerh ve tefsirleriyle birlikte Kur'an'dan bazı nefis elyazmaları getirdikten sonra etrafta dolaĢıp mevcut eserleri umumî olarak bizzat tetkik etmemizi istediler. Kitaplıklar müteharrik [hareketli] raflariyle en güzel yapım tarzı idi. Bir köĢede Fransız, Ġngiliz ve Alman klasiklerinin çok güzel bir koleksiyonunu bulduk. Odanın orta kısmında ise, içlerinde ekserisi Sultan'a hediye olan muhteĢem resimli ciltler bulunan cam mahfazalar duruyordu. Kocam, Sadık Bey'in yardımıyla yaĢlı kütüphane memuruyla konuĢurken, yardımcıları bana ve oğluma Osmanlı Ġmparatorluğunun dahi- linde bulunan bazı nefis yerlerin ve Ġstanbul'daki bazı umumî binaların resimlerini gösterdiler.
Kütüphane memurundan, Zat-ı ġahanelerinin, kütüphane tanzimi ile bizzat meĢgul olduklarını ve hemen her gün burayı ziyaret ettiklerini öğrendim. Sultan, kocamın kendisinden kabulünü rica ettiği kitaplarının, vâsıl oldukları zaman, müstesna bir köĢeye yerleĢtirilmelerini emir buyurmuĢlar. Buradan isteksiz bir Ģekilde ayrıldık.8  
Erkins'in verdiği bilgilere göre, Yıldız Sarayı Kütüphanesi'nde 30 kadar memur ve kitapçı çalıĢırdı. Sultan Abdülhamid burayı pek sever, gününün 2 saatini burada geçirirdi. Bazen devlet adamlarını da kütüphanede huzuruna kabul ettiği olurdu. MeĢhur Yıldız yağmasında bu kitapların bir
kısmı dağıldıysa da, esaslı ve en mühim kısmı, bugün ġarkiyat Kütüphanesi adıyla hizmete açıktır.9
O kadar çok yönlü bir Ģahsiyettir ki 'Son Sultan', belge ve bilgi kaynıyor ortalık. Bu defa da onun çömlek ve çiçek merakından dem vuralım biraz. 1936 yılında Göksu kıyısındaki çömlekçilerden birisine yolu düĢen Aydabir dergisi muhabiri, ustayla yaptığı konuĢmada ilginç bir bilgiye toslar. Çömlekçiye sorduğu "Kimlerdi en kodaman müĢterilerin?" sorusuna hiç beklemediği bir cevap alır:
8 Mrs. Max Müller, İstanbul'dan Mektuplar, Çeviren: Afife Buğra, Ġstanbul 1978, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 51-52.
"Sultan Hamid!" Muhabirin verdiği tepki devrin Abdülhamid'e boĢ bakıĢının semptomlarıyla doludur: "Amma yaptın hazret... Sultan Hamid testi koleksiyonu mu yapardı?" Sigarasını yakan ustamız ekmeğini yediği Sultan'a hakaret edilmiĢcesine içerler ve baĢlar sazının tellerini tıngırdatmaya:
Ben Sultan Hamide yılda otuz bin saksı verirdim. Anladın mı Ģimdi... Otuz bin saksı!. Yumruk kadarlarından tut da fıçı kadarlarına kadar... Sultan Hamid gibi çiçek meraklısını görmedim. Saksılarının boylarını boslarını kendisi tayin ederdi. Bu kolay bir iĢ değildi ama, kârlı iĢti.
Muhabirin merak duygusu iyice tırmalanmıĢ gibidir. Sorar hemen ardından: "Bu kadar saksıyı ne yapardı?" Cevap yine Abdülhamid denilen buzdağının altına sürer bizi:
Ne yapacak... Sultanların yakalarına takılacak çiçeklerden tut da sofrasına konacak turfanda çileklere kadar hepsi bu saksılarda yetiĢtirilirdi. Sultan Hamid hele çileğe bayılırdı. Limonluklarda yetiĢtirilen çilekler için hususi saksılar yapardık.
Modern kütüphaneciliğimizin babası
Tabii bir de kütüphaneciliğimizin modern anlamdaki kurucusunun Abdülhamid olduğu gerçeğine alıĢmamız gerekiyor. Burada bir kitap uzmanına kulak veriyoruz:
Modern kütüphanecilik aĢağı yukarı Sultan Hamit devrinde bize girmeye baĢladı, ilk toplu katalogların yapıldığı bir devir... Kümülâtif katalogların hazırlandığı bir devir... Bunların ilk örneklerini Sultan Hamit devrinde görüyoruz. [Abdülhamid devri] NeĢriyatın teĢvik edildiği bir dönem olarak dikkat çekiyor. Matbaa [Matbuat] Kanunundaki sansür maddesinin yorumu neticesinde vardığımız sonuç Ģu ki, matbaa aç manın, kitap telifinin devlet tarafından teĢvik edildiğini görüyoruz. Kontrol edip de bu olur veya olmaz demiyor, aynı zamanda bunlardan uygun gördüğüne maddi imkân sağlanıyor. Ya devlet alıp bastırıyor veya basımına yardım ediyor. BasılmıĢ nüshaları satın alıyor. Bunun gibi çeĢitli yardımları var bu maddenin tatbikatı olarak.
Sansür ciddi bir derleme faaliyeti de meydana getiriyor Daha sonra baĢkentin Ġstanbul'dan
Ankara'ya nakli sırasında Maarif Nezareti'nde toplanan o derleme nüshaları Ankara'ya götürülmüĢ,
Türk Ansiklopedisi'nin kütüphanesini teĢkil etmiĢ, ondan sonra dağılıp git miĢtir. Hâlâ bunları toparlama durumundayız...10
9 Ziya Erkins, "Abdülhamidin kitap merakı", Tarih Dünyası, Sayı: 32, 26 Ağustos 1952, s. 1278.

Ardından da Sultan Hamid'in haremağalarının ellerinde Ģerit metrelerle Göksu deresi kenarındaki iĢ yerine gelip saksıların boylarını ölçtüklerini ve aralarında bu yüzden çıkan bir tartıĢmayı aktarır. Bütün saksılar santimi santimine aynı boyda olmalıdır. Sultan'ın irade-i seniyyesi böyledir. Bir santim kısa veya uzun ya da ince veya kalın olursa saray tarafından kabul edilmeyecektir. TartıĢma sırasında testicilikte Saksonya kâsesi gibi ince
10 Seyfi Say, "Dr. Hidayet Nuhoğlu ile kütüphanecilik ve Türkiye'deki problemleri üzerine", İlim ve Sanat, Sayı: 28, ġubat 1991, s. 33. Sultan Abdülhamid döneminde kütüphanelerin durumu ve geliĢtirilmesi için yapılan çalıĢmalarla ilgili belgeler için bkz. Atillâ Çetin, "II. Abdülhamid devrinde kütüphanelere dâir yayınlanmıĢ birkaç belge", Ankara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, Sayı: 13,1985, s. 277-283. iĢçiliğin yapılamayacağını anlatıncaya kadar akla karayı seçer çömlekçi ve yakayı ancak böyle kurtarır!11 Çevresi ve devrin entelektüelleri tarafından tam olarak anlaĢılamamıĢ, tek baĢına, yalnız bir insan o. Çok kritik, bir dönemde bir tutku gibi bu coğrafya ve bu insanları bir arada tutmanın formüllerini arıyor. Fotoğraflar, ülkesinin resmini tasarlamak için bir araç sadece. Eğitim hamlelerine giriĢiyor, yolların yapımı, haberleĢme imkânlarının artırılması gibi temel konulara eğiliyor. Yeniden o büyük Osmanlı padiĢahlığı imajını yakalamak ve etrafa yaymak için çabalıyor. Hindistan, Cava,12 Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar13, Rusya (Orta Asya) ve Japonya'ya kadar elçiler ve din adamları gönderiyor. Ayrıca Güney Amerika ülkelerinin birçoğuyla onun devrinde diplomatik iliĢkiler kurulduğu biliniyor.14 Bunlar o büyük resmin parçaları sadece. Biz parçaları yan yana
11 "Çömlekçiler", Aydabir, Sayı: 10, 1 Haziran 1936, s. 62-63 12 Selçuk Günay, "II. Abdülhamid döneminde Güney ve Güneydoğu Asya Osmanlı politikasından bazı örnekler", Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, Sayı: 18,1990, s 133-145. 13 Bkz. Hatice Uğur, Osmanlı Afrikası'nda Bir Sultanlık: Zengibar, Ġstanbul 2005, Küre Yayıncılık. 14 Latin Amerika ülkeleriyle kurulan (çoğu zaman dolaylı) diplomatik iliĢkiler hak- kında Mehmet Temel'in hazırladığı kitap baĢlangıç mahiyetinde de olsa belli bir fi- kir vermektedir. Bkz. XIX. ve XX. Yüzyılda Osmanlı-Latin Amerika İlişkileri, Ġstanbul 2004, Nehir Yayınları.
koymaya devam edelim.
Sultan Abdülhamid ve musiki zevki            
ARAġTIR MACI ZĠYA ġAKĠR BEY'E göre, Sultan II. Abdülhamid, "çok yüksek bir musiki istidadına malikti. Asıl dikkate Ģayan olan cihet Ģurasıdır ki, bu hükümdar, Ģark ve garp musikileri hakkında taassup göstermez, her ikisini de severdi." Ziya ġakir, bir baĢka yazısında Sultan Abdülhamid'in Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda "büyük garp bestekârlarının opera ve operetlerini oynattığı"nı ve Ģark sanatkârlarına da yerli operetler besteletip onları da büyük bir zevkle seyrettiğini aktarmaktadır. Sarayda Tanzimat sonrasında değiĢen müzik zevkinin bir enmuzeci olarak Sultan Abdülhamid'in, klasik musikimizden hoĢlanmasına rağmen, fazla "gamlı" bulduğunu ve bu yüzden insanı neĢelendirecek alafranga müziği tercih ettiğini biliyoruz. Bunu da, baĢta kızı olmak üzere çok sayıda Ģahidin anlatımlarından çıkarabiliyoruz.
Nitekim klasik musikîmizin son güneĢlerinden Hacı Ârif Bey'in bütün kaprislerine katlanmıĢ, onu tekrar sarayına almıĢ ve Ġran ġahı Muzafferiddün'ün yanına göndermeyecek derecede kıskanmıĢtı. Fakat hırçınlığı üstünde olan Hacı Ârif Bey, günün birinde Sultan'ın eserlerini dinleme arzusunu sert bir ifadeyle Bıktım bu Batılı müzisyenlerin yağcılığından!
Sultan Abdülhamid'in müzikten, özellikle de Batı müziğinden anladığı ve hoĢlandığı Avrupa'da epeyce yayılmıĢ olacak ki, Yıldız Sarayı, beste yağmuruna tutulmuĢtur adeta. Hatta bu aĢırı "ilgi"den Ģikâyetçi olduğunu kendi hatıralarından okuyoruz:
Bu gün, Ģerefime bestelemiĢ oldukları üç marĢı aldım. Bu, bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve Ģahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, Ģimdiye kadar iki bini bulmuĢtur. Bu insanları nasıl mükâfatlandırmalı? Bu bestekâr beylerin, beni biraz rahat bırakmaları için sefirlerimin daha uyanık olmaları icap eder. Bu ithaflara Ģimdiye kadar dünyada herkesin yaptığı gibi değil de, niĢanlar vererek teĢekkür etmemizden dolayı bana ithaf edilen beste, Ģiir ve diğer sanat eserlerinin baskınına uğramıĢ bulunuyorum. Fakat kendilerine niĢan veya hediye yerine sadece teĢekkür mektubu gönderdiğimiz vakit fevkalâde hiddetleniyorlar. Eserini takdim eden sanatkâra, Alman imparatorunun veya bir baĢka hükümdarın hediye vererek iltifat etmesi, pek nadir bir hadisedir, Ġstanbul'a gelip sefirleri vasıtasıyle huzuruma çıkabilmeyi temin eden sanatkârların her birine neden hediye vermeye mecbur olayım? Üstelik ağır baĢlı musikilerini de katiyen sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna Ģüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikiyi değil, dinlendirici musikiyi tercih ediyorum. Klâsik musikiyi sevecek kadar musikiĢinas değilim.
Musikiye büyük istidadı olan biri, oğlum Bürhaneddin'dir (ölümü . Bestelediği parçalar hakikaten pek güzel ve herkesin hoĢuna gidiyor; ben de dinlerken büyük zevk duyuyorum.
Karadağlıların Ģair prensi Nikita da Montenegro da oğlumu dinlerken büyük zevk duyduğunu
söylemiĢtir.1 Sultan II. Abdülhamid'in iktidarda iken hatıra defterine yazdı(rdı)ğını anladığımız bu ilginç parçanın anlamı üzerinde düĢünmek, bizi onun yalnız müzik konusunda değil, aynı zamanda diğer güzel sanatlarda da çağının mesen'lerinden, yani sanatı himaye edenlerden birisi olduğu bilgisine âgâh edecektir.
Yalnız o da değil. Kızlarından Zekiye Sultan da büyük bir sanat hamisiydi, Ġlk hanımı olan Nazikeda BaĢkadınefendi iyi bir piyanisttir, oğlu Burhaneddin ile diğer kızları Refia ve Naime Sultanlar da öyle...2 Osmanlı Devleti yıkılmayıp da yoluna devam etmiĢ olsaydı, Osmanlı Sarayındaki bu yüksek musiki zevkini tatmıĢ Ģehzade ve sultanlar ile
1 Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, 9. baskı, Ġstanbul 1999, Dergâh Yayınları, s. 157.
evlatları, Türkiye'nin müzik manzarasını etkileyecek ve 20. yüzyılda da büyük eserler veren ve musikiĢinasları himaye eden bir kurum özelliğini kazanacaklardı. Bunun en belirgin örneği, CumhurbaĢkanlığı Senfoni Orkestrasının sanatçılarının büyük ölçüde Osmanlı sarayındaki Muzika-yı Hümayun'dan transfer edilmiĢ olmasıdır. Nitekim 1892'de saray müzik okuluna yazılarak ikbali parlayan, Ġstiklal MarĢı'mızın bestekârı Osman Zeki Üngör (1880-1958), Muzika-yı Hümayun'un son patronu (kumandanı) değil miydi? DüĢünün, Ġstiklal MarĢı'mızın bestesini, Yıldız Sarayı'nda Sultan Abdülhamid'in himayesinde kurulan müzik okulunda yetiĢmiĢ bir bestekâra borçluyuz. Üstelik de onun yeteneğini fark eden ve bu suretle yükseliĢini temin eden kiĢi de, 'Kızıl Sultan' diye yaftaladıkları Sultan II. Abdülhamid'den baĢkası değildir. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı Devleti'nden kopmuĢ olduğunu söyleyen birisine akıllı nazarıyla bakılabilir mi? Ve Sultan Abdülhamid'in, Cumhuriyet'in altyapısını olduğu kadar üst kültür birikimini de oluĢturan en önemli figürlerden birisi olduğunu görmeye baĢlamamız gerekmiyor mu artık?  
geri çevirmiĢ, "Sanatta irade-i hümayun geçmez" diyerek protesto etmiĢ ve Abdülhamid'in kalbini kırmıĢtı.3
Sultan Abdülhamid, kızlarından AyĢe Osmanoğlu'na (1887-
1960), gençliğinde babası Sultan Abdülmecid'in Ģehzadelere Avrupa'dan birer piyano getirttiğini, saraya Ġtalyan ve Fransız musiki öğretmenleri alındığını söylemiĢtir. Alexandre Efendi ve Ġtalyan besteci Donizetti'den musiki tahsili gören4 Abdülhamid, epeyce çalıĢtığını, ancak gaileli hayatının musikiye ayıracak zaman bırakmadığım biraz da dertlenerek anlatmıĢtır. Nitekim o da, babası gibi, saraya piyano ve çeĢitli müzik aletleri aldırmak suretiyle çocuklarının müzikle uğraĢmasını istemiĢtir.
2 Vedat Kosal, "Osmanlı Ġmparatorluğunda klâsik Batı müziği", Osmanlı, cilt 10, Ġstanbul 1999, Yeni Türkiye Yayınları, s. 645. 2 RüĢtü ġardağ, "Saraya 3 kere damat olan bestekâr", Yıllarboyu Tarih, Sayı: 7, Ekim 1978, s. 56-67.
Çocuklarına huzurunda piyano çaldırmakta, dinlerken yanlıĢlarını bulursa düzeltmektedir (demek o kadar anlıyor!). AyĢe Sultan, babasının alafranga müziği, alaturka musikiye tercih ettiğine bilhassa dikkat çekmektedir. Bu geliĢme, Avrupalı bir Prens gibi yetiĢtirilen Sultan Abdülmecid devrinde sarayda alafranga müziğin rağbet kazanmaya baĢlamasıyla açıklanabilir. Baba etkisi... Refik Ahmet Sevengil'in ifadesine göre, Sultan Abdülaziz döneminde alaturka müziğe yönelen sarayın ilgisi, Sultan Abdülhamid'le birlikte Avrupa müziğine yönelmiĢ ve alafranga müzik, itibara binmiĢti. II. Abdülhamid tahta çıktığında bir çok musikiĢinas, kendisine marĢ yazıp takdim etme yarıĢına girmiĢtir. Sarayın orkestra Ģefi olan Necip PaĢa da Ģansım denemiĢ ve bir marĢ hazırlamıĢ. PadiĢah, eserlerin hepsim tek tek dinledikten sonra Necip PaĢa'nınki-ni seçmiĢtir. Yıllar boyu, baĢta Cuma selamlıklarında olmak üzere resmi törenlerde çalınan "Hamidiye MarĢı", iĢte budur. Peki sarayda bir kızlar bandosu olduğunu biliyor muydunuz? Bu bando, önce III. Selim, sonra da Abdülmecid döneminden itibaren harem dairesinde kurulmuĢ ve Donizetti biraderlerin küçüğünün kurup yönettiği bu ufak bando, tamamen harem mensuplarından teĢekkül etmiĢtir.
Abdülhamid padiĢah olunca Mabeyn-i Hümayun Müzikası ku- mandam Süleyman PaĢa'ya, Sultan Abdülaziz döneminde gözden düĢmüĢ bulunan Kızlar (veya Harem) Bandosunun ihya edilmesi için emir vermiĢtir. Ancak harp darp derken bu büyük çaplı bando giriĢimi, ancak küçük ölçekte gerçekleĢebilmiĢ, ufak bir orkestra ile oldukça kuvvetli bir incesaz takımı oluĢturulmuĢtur.5 Ne yazık ki, onca emeklerle vücuda getirilen Kızlar Bandosu, Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten soma Ġttihadcılar eliyle dağıtılmıĢtır.6 Kızlarından ġadiye Sultan (1886-1977), küçüklüğünde, bir defasında gizlice bu bandoya nasıl dâhil olduğunu ve sahnede babasını nasıl ĢaĢırttığını ve güldürdüğünü, hatıralarında anlatıyor.7 Piyano ve keman gibi sazlardan oluĢan bu ilginç bando hakkında, popüler tarih dergilerinde bazı yazılar çıkmıĢtır.8
4 Ziya ġakir, "Yıldız Tiyatrosu", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 51, Mart 1954, s. 2974.
Yıldız Sarayı tiyatrosunda yalnız piyesler oynanmaz, aynı zamanda seri konserler verilir, opera veya operetler sahneye konulur, zaman zaman da Ġstanbul'a gelen yabancı tiyatro grupları ile Sarah Bernhardt, Adelaide Ristori, Suzanne Despres ve Madame Judic gibi yıldız oyuncuları saraya davet edilerek sahne almaları temin edilirdi.9 Yani Yıldız Sarayı, 350 kiĢinin maaĢ aldığı dev bir konservatuar gibiydi onun zamanında.
Abdülhamid'in mesleği ve hobileri          
SON OLAR AK Abdülhamid Han'ın bazı az bilinen özelliklerine değinelim
Marangozluğu Abdülhamid, kakma ve süsleme iĢlerindeki maharetinin yanı sıra usta bir marangozdu da. Sarayında özel marangozluk aletleri vardı. Bu mesleğe, sarayda görevli Avusturyalı bir sanatkârın teĢvikiyle baĢlamıĢtı. BoĢ
5 Ziya ġakir, "Saray Harem musikisi ve Harem Bandosu", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 48, Aralık 1953, s. 2761. 6 AyĢe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hâtıralarım), Ankara 1986, Selçuk Yayınları, s. 28-29. 7 ġadiye Osmanoğlu, "Sultan Ġkinci Abdülhamid devrinde Harem hayatı", Hayat, Sayı: 1-10, 1963. 8 Mesela: Be-Se, "Osmanlı Sarayı'nda kızlar bandosu", Yıllarboyu Tarih, Sayı: 2, ġubat 1985, s. 18-19 (bu yazının, büyük ölçüde Ziya ġakir'in yazısından aĢırma bilgilerle kaleme alındığı ilk bakıĢta dahi anlaĢılıyor). Bu bando hakkında ana kaynağın Leyla Saz Hanım'ın harem hatıraları olduğu anlaĢılıyor. Bkz. Leylâ Saz, Harem'in İçyüzü, Ġstanbul 1974, Milliyet Yayınları. 9 Metin And, "Ġstanbul'dan geçen kadın yıldızlar", Skylife, ġubat 2006, s. 78-86.
zamanlarında iĢ tulumunu giyer ve Tophane fabrikası ustalarından YüzbaĢı Mehmed Efendi ile beraber girdiği atölyesinde saatlerce kendini kaybeder, yazıhane, konsol, sehpa, masa vs. yapardı. Kendi elleriyle imal ettiği masalardan birisi, Cevdet Sunay'ın görev süresi dolduğunda (1973) Çankaya KöĢkü'nde mevcuttu. Sunay görevini -henüz Fahri Koruttuk CumhurbaĢkanı seçilemediği için- zamanın TBMM BaĢkanı Tekin Arıburun'a, Abdülhamid'in el yapımı olan masanın baĢında devretmiĢtir. (ġimdi hala yerinde midir, bilmiyorum.) Kemal Tahir'in babası da marangozhanenin müdürlerindendi.
Sporculuğu Sultan II. Abdülhamid gençliğinde at binme, yüzme, atıcılık gibi sporlara meraklıydı. NiĢancılığı Silah kullanmakta pek mahirdi. NiĢan alarak ismini yazar, havaya attığı madalyaları kurĢunla ortasından delerdi.
Tiyatro ve operaya ilgisi Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeĢitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman Ģairi Friedrich Schiller'in (ö. 1805) Haydutlar adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Karmen, Faust, Maskot en sevdiği operalardandı. Ancak oyunları seyrederken dalıp gitmez, aklına gelen mühim iĢler için derhal baĢkâtibini veyahut o sırada tiyatroda bulunan devlet erkânı ve saray rica- lini çağırarak gereken emirleri vermekten geri durmazdı.1 Nitekim bir seferinde Ġtalyan Veliahdı'yla tiyatroda iken, Kral'ın bir suikastte öldürüldüğü haberi telgrafla kendisine bildirilmiĢ, oyunun sonuna kadar sabretmiĢ ve çıkarken Veliahda, Krallara mahsus bir hitap Ģekli olan "Majeste" demek suretiyle haberi ulaĢtırmak istemiĢti. Ancak Veliahd yine durumun farkına varmayınca gemiye binerken 101 pare top attırarak Kral- lığını kutlamıĢtı.2
At merakı
Google'da "Abdul Hamid" diye yazıp grafikler sekmesine bastığınızda karĢınıza hiç beklemediğiniz siyah at fotoğraflarının çıktığını görürseniz sakın ĢaĢırmayın. Çünkü bunlar, Osmanlı'yı ilk ziyaret eden ABD BaĢkanı Grant'e Sultan Abdülhamid'in özel hediyeleridir. Saf kan Arap atlarının ABD'deki en
soylu örnekleridir bu bir çift at. Ancak Abdülhamid'in bir de beyaz küheylan merakı vardır. "Ferhan" adlı bu at, Bağdat civarındaki bir aĢiretin reisine aittir. Sahibini muharebe meydanından sürükleyerek kaçırmasıyla Ģöhret bulan bu asil atın namı Yıldız Sarayı'nın duvarlarını aĢıp Sultan'ın kulağına kadar ulaĢmıĢ ve Abdülhamid de Bağdat'a haber göndererek reisten atın kendisine hediye edilmesini istemiĢtir. Uzun yıllar Ġstanbul'un Ģöhretli atlarından birisi olarak dillerde dolaĢıp durmuĢtur Ferhan'ın adı.3
1 Ziya ġakir, "Yıldız Tiyatrosu", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 51, Mart 954, s. 2972-2974. 2 Sermet Muhtar Alus, "Yıldız Sarayında opera ve operetçiler", Tarih Hazinesi, Sayı: 15, Nisan 1952, s. 785-787.
3 Bkz. "Ġyi kan, hiçbir zaman aldatmaz", Yıllar boyu Tarih, Sayı: 8, Ağustos 1979, s. 69.
KURTLARLA DANS
Sultan Abdülhamid, kılıç kuşanma töreni için kayıkla Eyüp iskelesine inerken. [L'lllustration'darı)
Kurtlarla birlikte ulumak          
Biz esîr-i derd-i 'aĢkız, baĢka bir sevdâyız Namık Kemal
DEVRĠNDEKĠ DÜVEL-Ġ MUAZZAMA diplomatlarının Sultan II. Abdülhamid'in ustalıklı dıĢ politikası hakkında sarf ettikleri sözlerin yüzlercesi arasında bir cümle son derece manidar gelir bana: "Abdülhamid kurtlarla birlikte ulumayı bilen bir hükümdardı". Ġngilizcedeki 'Kurtlarla birlikte ulumak' (Howling loith the wolves) deyiminin kaynağı Ģudur: Dağ baĢında kurtlar etrafınızı çevirdiğinde ancak onlar gibi ulumayı becerebilirseniz sizi kendilerinden kabul ediyor ve dokunmadan yaranızdan geçip gidiyorlar. Kaçmaya yahut baĢka türlü (mesela insan gibi) sesler çıkarmaya kalkarsanız, üzerinize saldırıp anında parçalıyorlar. Bir baĢka deyiĢle, tek Ģansınız, onlar gibi ulumayı becerebilmektedir. II. Abdülhamid de, diğer Tanzimat devlet adamları gibi, ġark Meselesi'nin (The Eastern Question) içeride büyük endiĢe ve korku uyandıran atmosferinde doğmuĢ,1 Osmanlı Ġmparatorluğu'nun bir parçalanmanın arefesinde olduğunun, etrafına çöreklenen kurtlar
sofrasında bir paylaĢım savaĢının er veya geç patlak vereceğinin keskin bilinci içerisinde yetiĢtirilmiĢti.
1 Bazı araĢtırmacılar "ġark Meselesi"nin, 6 yıllık uzun ve yıpratıcı bir savaĢtan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin 1774 tarihinde Rusya ile imzaladığı Küçük Kaynarca Ant laĢması ile baĢladığını ve 1923 tarihinde imzalanan Lozan AntlaĢması'yla nihayet-
ĠĢte Sultan Abdülhamid, girilen bu kritik dönemeçte en azından büyük bir devlet imiş gibi davranarak, devrin kurtlarının Osmanlı'yı hâlâ ulu bir devlet olarak kabul etmesini sağlamaya çalıĢacak, ilerideki o kaçınılmaz hesaplaĢma gününe kadar vatanın parçalanması ve bölünmesini olanca gücüyle engellemeye teksif edecekti mesaisini. O mukadder, kaçınılmaz 'hesaplaĢma günü'ne olabildiğince güçlü ve teçhizatlı çıkılmalıydı. Zira asırların ertelenen hesabı görülecekti orada... Sultan Abdülhamid'in, tarihin böylesine kritik bir dönemecinde 30 küsur yıl boyunca yapağı ĢaĢırtıcı diplomatik ve siyasî manevralarla Osmanlı Devleti'nin vücudunu, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar çok ciddi bir kaza yaĢatmadan yüzdürüp get irebildiği, dost ve düĢman tarihçilerin ortak kanaatidir. Çöküşün 1878'den 1918'e kaydırılmıĢ olmasının, yani 'ölüm kesesi'nden kazanılan bu 40 yıllık vaktin namütenahi önemde olduğunu, olayların seyrini gördükçe daha iyi anlayacağız.
Korkunç yıllar 1890-1905 yılları, küçük balıkların büyük balıklar tarafından yutulmaları ve haritadan silinmeleri dönemidir. Ġngiltere, Hindistan ve Mısır'ı aldıktan sonra Afrika'ya yönelmiĢ ve sırayla Doğu Sudan, Kenya ve Rodezya'yı sınırlarına dâhil etmiĢti. 15u sırada Hollanda da emperyal yarıĢa dâhil olmuĢtu. Ağırlıklı olarak Hollandalı çiftçi göçmenler Boerler adıyla Ümit Burnu'ndan Mısır'a kadarki toprakları ele geçirmek için örgütlenmiĢler, Ġngilizlerin baskısı üzerine içerilere giderek Transval ve
Orange cumhuriyetlerini kurmuĢlardı. Bu cumhuriyetler, Güney Afrika'da Ġngilizlerle toprak kapma oyunu oynuyordu.
Fransa, emperyal paylaĢım savaĢında geri kalmamak için harekete geçmiĢ ve önce yıllarca korumasında yaĢadığı Osmanlı Devleti topraklarından Cezayir ve Tunus'a pençelerini geçirmiĢti. Arkasından Fas Sultanlığı vardı hedefte. Ama Fas, Almanların da gözlerine kestirdikleri bir ülkeydi. Böylece Fas üzerinde büyük bir Fransız-Alman rekabeti
lendiğini savunurlar. Mesela bkz. Matthew Smith Anderson, Doğu Sorunu, 1774-1923: Uluslararası İlişkiler Üzerine Bir İnceleme, Çeviren: Ġdil Eser, Ġstanbul 2001, Yapı Kredi Yayınları, s. 11 (elbette yazarın yer yer karĢımıza çıkan alelusul ve tarafgir hükümlerine katılmamız mümkün değildir).
baĢlamıĢtı. Gizli bir savaĢ veriliyordu. Bu arada Fransa Büyük Sahra, Senegal, Çad, Orta Afrika, Batı Sudan ve Ubangi- ġari'yi de sömürgelerine katmayı baĢarmıĢtı. Öte yandan Ġspanya, Fas'ın kuzeyinden bir toprak parçasına razı olmuĢ, Moritanya'nın Atlas Okyanusu'na bakan sahillerini almıĢtı. Portekiz ise kendisinden 20-30 kat büyük topraklara sahip Angola ve Mozambik'i renklerine bağlamıĢtı. Çin bile paylaĢılmıĢ, en büyük limanı olan ġanghay, Avrupa ülkeleri tarafından bölüĢülmüĢtü. ĠĢte bu paylaĢım savaĢma direnen iki Doğulu güçten Japonya, 1905'de Rusya'yı mağlup ederek herkesi ĢaĢkına çevirmiĢ, Osmanlı Devleti ise bu süreci en az toprak kaybıyla atlatmanın mücadelesini vererek bir baĢka ĢaĢkınlığa yol açmıĢtı emperyalistler safında.2 Toprak avına rötarlı çıkan Almanya'nın nasibine ise Güneybatı Afrika ile Tanganika düĢmüĢtü. Tabii Avusturya-Macaristan Ġmparatorluğu'nun bir oldu bittiyle el koyduğu Bosna-Hersek'i veya Hive ve Buhara emirlikleri ile koca Sibirya'yı topraklarına katmıĢ olan Rusya'yı dâhil ettiğimizde, Sultan Abdülhamid sayesinde gelen uzatmaların bizi hangi büyük tehlikelerden koruduğunu daha iyi anlamıĢ oluruz.
Peyami Safa Abdülhamid'e neden düĢmandı?
Peyami Safa, babasının erken ölümünden sorumlu tuttuğu Sultan Abdülhamid'i ölüncüeye kadar affetmemiĢtir. Bu yüzden Abdülhamid'in kızı AyĢe Osmanoğlu 1950'den sonra yurda dönüp babasıyla ilgili sonradan kitaplaĢan hatıralarını Hayat dergisinde yayınlamaya baĢladığında, Milliyet gazetesindeki köĢesinde "AyĢe Hanım'a açık mektup" baĢlıklı iki yazı döĢenmiĢtir. Bu yazılarda AyĢe Sultan'a, ıs- rarla "AyĢe Hanım" diye hitap eden Peyami Safa, ondan, susmasını ve hatıralarını da Türk Tarih Kurumu'nun tetkikinden geçirdikten sonra yayınlamasını istemektedir. (M. Raif Ogan'ın Sultan Abdülhamit II ve Bugünkü Muarızları (Ġstanbul 1956) adlı kitapçığı, Peyami Safa'nın bu yazılarına ve tavrına reddiye olarak kaleme alınmıĢtır.) Peki Peyami Safa'ya, bütün milliyetçiliğine ve muhafazakârlığına rağmen Abdülhamid'e husumet besleten olayın aslı nedir?
2 Gıyasettin Gökkent, "Sultan Hamid'in siyaseti", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 2, Mart 1970, s. 19.
Babası Ġsmail Safa, 'doğuĢtan Ģair" diye bilinir. Ve Abdülhamid'e muhaliftir. Hem de onu devirme planları yapacak kadar. (Ayrıntılar için BeĢir Ayvazoğlu'nun Peyami adlı incelemesine bakılabilir: Ġstanbul 1998, Ötüken NeĢriyat, 1. Bölüm.) Muhalefet insana neler yaptırıyor? dedirtecek bir olaya da karıĢır Ġsmail Safa. O sırada muhalefetin yegane umudu haline gelmiĢ olan Ġngiltere devletinin desteğini arka- larına alabilmek önemlidir. Bunun için Güney Afrika'da Boerlerle (bunlar Afrika'nın bağımsızlık savaĢı veren yerli halkı olmayıp ağırlıklı olarak kuzey Avrupalı çiftçi kökenli sömürgecilerdir) yaptığı savaĢta Ġngiltere'yi desteklediklerini, hatta savaĢa gönüllü olarak katılmaya hazır olduklarını3 belirten ortak bir mektup kaleme alırlar ve götürüp Ġngiliz Büyükelçiliği'ne takdim ederler. Abdülhamid'in Ġngiliz politikası malum. Gladstone'u Haçlı seferlerini yeniden baĢlatan adam diye görmesi boĢuna değil, Ġngiltere, bütün dünyayı olduğu gibi, kutsal toprakların üzerine çöreklenmiĢ
oturan Osmanlı'yı da egemenliği altına alabilmek için türlü hilelere baĢvurmaktadır.
Ġngiliz Büyükelçiliğine giden ekip sorgulanır ve her biri bir yere, sürgüne gönderilir. Sürgün dediysem, aç acına değil. MaaĢlı sürgündür bu.4 2500 kuruĢ aylıkla Sivas'a gönderilen Ġsmail Safa, Ġngiliz taraftarlığının bedelini ödemektedir. Ancak Peyami Safa'nın Abdülhamid'e kızmasını yine de anlamak mümkün değil. Fikir meseleleri Ģahsî tarihimizle bu kadar alakalandırılırsa, inandırıcılığı kalır mı? BaĢka konulardaki fikirlerimizin de ikna gücünü kırmıĢ olmaz mı bu davranıĢ? Peyami Safa'ya düĢen, gerek nefsi adına, gerekse içerisinde bulunduğu sağ-milliyetçi söylemin temayülü gereği, tersini yapması, yani Sultan Abdülhamid'i, ailesine karĢı haklı veya haksız bir karar aldığı için suçlamak yerine, objektif olabilmekti. Onu, Türkiye'nin MeĢrutiyet'ten Cumhuriyet'e akıp gelen reelpolitiği içerisinde incelemekti. Ancak Peyami Safa bunu yapmadı, yapmaya dahi yanaĢmadı...  
3 Ġsmail Safa ve arkadaĢlarının, Ġngiltere'ye sadece sözde destek vermekle kalmayıp, bizzat gönüllü olarak savaĢa gitmeye hazır oldukları bilgisi, Ali ġükrü Çoruk'un Türk Edebiyatı dergisinin Aralık 2005 tarihli 386. sayısında gün yüzüne çıkardığı Rıfat Müeyyed'in yazısından alınmıĢtır ("MeĢrutiyet için Transval'da ölmek", s. 12-16). Atsız'ın Peyami Safa'yı eleĢtirdiği risaleden yukarıda bahsetmiĢtik. Boerler için bkz. Niall Ferguson, Empire: The Rise and Demise of the British World Order and the Lessons for Global Power, Basic Books, 2002, s. 270-273.
Velhasıl, Abdülhamid'in tılsımlı saltanat yılları, bir bakıma yenik duruma düĢen takımınızın bir gol atabilmesi için sabırsızlandığınız inkıtâ (duraklama) dakikalarına benzer. Uzadıkça uzasın istersiniz o birkaç dakika; hiç bitmesin. Bu arada her an bir Ģeylerin değiĢeceği umudu sürekli olarak yanar söner içinizde. Uzatmalar nelere gebedir! Bilirsiniz... Belki II. Abdülhamid'in el yordamıyla tesis ettiği ve formülasyonu kolay ama uygulanması zor olan hassas dengelere da
Sultan Abdülhamid'in 20. yüzyıl politikası
Gerçi II. Abdülhamid'in dıĢ politikası, büyük ölçüde Ġngiltere'nin, bugünkü ABD gibi tek süper güç olduğu bir devreye rast gelir ve bu yüzden de ona karĢı olan Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi alternatif güçlerin her an devreye sokulabildiği bir döneme göre ayarlanmıĢtır. 20. yüzyıl baĢında Ġngiltere bu solo yapma alıĢkanlığından vazgeçerek ittifaklar sistemine yöneldiği zaman Abdülhamid'in dıĢ politikası da sınırına dayanmıĢtır.5 Ancak Sultan Abdülhamid'in dünyadaki değiĢen Ģartlara ayak uyduracak farklı bir dıĢ politika üreteceğinin iĢaretleri de yok değildir. Çünkü bu defa uzaklardaki iki süper gücü, yani ABD ile Japonya'yı devreye sokmayı tasarladığı yeni bir karmaĢık dıĢ politika atağına hazırlandığının iĢaretlerini de almaktayız.  
yalı dıĢ politikası, kendisini tahttan indiren kadro tarafından terk edilmeyip gözden geçirildikten sonra bir süre daha takip edilebilseydi, yani her iki dönem arasında dıĢ politikada bir süreklilik sağlanabilseydi, Osmanlı Devleti'nin ömrü, muhtemelen tarihin daha da uzun bir bölümüne yayılabilirdi.6
Mesela HabeĢistan siyasetini ele alalım.
HabeĢistan'da Abdülhamid parmağı
4 Abdülhamid sürgüne gönderdiklerini dahi koruyup gözetirdi. Nitekim Ġstanbul Belediye BaĢkanı Rıdvan PaĢa'yı öldürten Bedirhanlı aĢireti toptan sürgüne gönderilmiĢtir, ancak gelinleri Nuriye Günaysu (ö. 1956), ġam'da, Ġstanbul'dakinden daha müreffeh bir hayat sürdüklerini torunu Rükzan Hanıma sık sık anlatır ve ona "Abdülhamid" dediklerinde kızar "Abdülhamid Han" deyin dermiĢ. (KiĢisel görüĢme).
Ġtalya, emperyalist paylaĢımda geriden gelen ve kendisine paylaĢılmamıĢ bölgeler bulmak umuduyla en yakınına bakan Avrupalı güçlerdendir. Kızıldeniz'e bakar ve Eritre'yi gözüne kestirir.
Biraz daha güneye bakar ve Somali iĢtahını kabartır. Nihayet kuzey Afrika kıyılarına gözü takılınca, Trablusgarb ve Bingazi'nin, yani bugünkü Libya'nın en kolay koparılacak parça olduğunu fark eder. Fransa'nın Fas'la meĢguliyetini fırsat bilen Ġtalya, bu yağlı lokmayı kapmak için hareket geçmiĢtir. Yıllardan kaç mıdır? 1901 veya bilemediniz 1902.
Yıldız Sarayı'ndaki adamın eli de armut toplamıyordur sonuçta. Onun da hafiyeleri, Avrupa'da dolaĢan havadis rüzgârlarını Yıldız'ın telgrafhanesine bildiriyorlardı. Abdülhamid, Afrika'daki son Osmanlı topraklarının da elden çıkmaması için neler yapabileceğini düĢünmektedir. Bir müttefik lazımdır bu iĢte kendisine. Ġngiltere'nin niyeti bozuktur. Fransa'nın Fas'tan sonra Libya'ya döneceğim bilmektedir. Rusya'yı bu iĢe bulaĢtırmanın, kurda kuzu teslim etmekten farkı yoktur. Peki ne yapılmalıdır?
Çözümü, dıĢarıdan değil, içeriden bulacaktı bu defa: Bingazi'nin güneyinde ve Büyük Sahra'nın ortasında yemyeĢil Kufra vahasında yaĢayan Sunusiler harekete geçirilip örgütlenebilirse, Trablusgarb elimizde kalabilirdi. Bunun için bir sondaj yapılmalıydı. Nitekim Arapça, Fransızca ve Almancayı iyi bilen Azmzade Sadık Müeyyed PaĢa'yı görevlendirdiğini ve Sünüsilere gönderdiğini görüyoruz.
PaĢa, Sünusileri devlete yeniden bağladı ve sadakat yemini ettirmeden geri dönmedi. ĠĢte Afrika'nın bu köĢesinde Sünusilerin Osmanlı'ya 1919'a kadar sadık kalmaları ve Ġtalyan iĢgalcilere kök söktürmeleri, Sultan'ın bu önden giden adımı sayesinde mümkün olmuĢtu. O yıllarda Afrika'da bağımsızlığını muhafaza eden birkaç devletten birisi de HabeĢistan'dı. Kral Menelik, kendisim Hz. Süleyman'ın torunu ilan etmiĢti. HabeĢlerin beĢte ikisi Müslüman, geri kalanı Hıristiyandı. Ten
3 Bkz. Selim Deringil, "DıĢ politikada süreklilik sorunsalı: II. Abdülhamit ve Ġsmet Ġnönü", Toplum ve Bilim, Sayı: 28, KıĢ 1985, s. 93-107.
6 Gökhan Çetinsaya Abdülhamid'in dıĢ politikasını "çıban baĢı koparmamak" Ģeklinde formülleĢtirir. Bkz. "Çıban baĢı koparmamak: II. Abdülhamid rejimine yeniden bakıĢ", Türkiye Günlüğü, Sayı: 58, Kasım-Aralık 1999, s. 54-66.
renkleri siyah olmasına rağmen Afrika ırklarından olmayan HabeĢliler, Araplar ve Yahudiler gibi Sami ırkındandı, dilleri de Ġbranice ve Arapça gibi bir Sami diliydi. Abdülhamid HabeĢistan'ın bu yönlerini inceden inceye düĢündü. Onlardan Ġtalya'ya karĢı nasıl yararlanabilirdi? Sonunda Krala bir askerî heyet göndermeye karar verdi. Üç kiĢilik heyetin baĢında yine Sadık Müeyyed PaĢa'yı görmekteyiz. Sonunda PaĢa, yanına birçok değerli hediye alarak baĢkent Adisababa'nın yolunu tuttu.
GörünüĢe bakılırsa diplomatik bir ziyaretti bu. Ama asıl amacı, gizli tutulmuĢtu. Önce Cibuti'ye çıkıldı, oradan baĢkente geçildi. Heyet parlak törenlerle karĢılanmıĢtı. Sadık Müeyyed PaĢa, Kral'a, Abdülhamid'in, "Sen ki Hz. Süleyman'ın torunu ve Habeş Müslümanlarının hâmîsisin..." diye baĢlayan mektubunu takdim etti. Ardından değerli hediyeler çıktı meydane. Osmanlı niĢanları, altın, gümüĢ ve elmas kabzalı kılıçlar, kamalar vs. Ayrıca padiĢahın Kral'a müşir, yani mareĢal rütbesi tevcih etmesi, çok etkili olmuĢtu. HabeĢ kabilelerinin reisleri dahi utulmamıĢ, Sultan onlara da birçok değerli hediye göndererek kalplerini fethetmiĢti. Yeme, içme fasılları bittikten sonra sıra, asıl mühim iĢe gelmiĢti. Yani gizli mesajın açıklanmasına. Mesajda, Ġtalya'nın alttan alta hazırlık yaptığı ve HabeĢistan'ı iĢgal edeceği bildiriliyordu. Saldırının semtini bile söylemiĢ, Eritre ve Somali üzerinden yapılacağı duyurulmuĢtu Kral Menelik'e. Zaten 7-8 yıl önce böyle bir iĢgal teĢebbüsünde HabeĢliler gereken dersi vermiĢlerdi Ġtalya'ya; bu olayın hatıraları henüz tazeydi. PadiĢahın gizli mesajı, yaraya tuz basmıĢ, Ġtalyan aleyhtarlığı yeniden hortlamıĢtı HabeĢliler arasında. Tabii sadece hediyeyle olmazdı; silah almaları için nakit para da gönderilmiĢti HabeĢ Kralına. Yardım hedefine ulaĢmıĢtı. Silahlanan ve güçlenen HabeĢlileri kimse tutamazdı artık. Ġtalyanlar bu HabeĢlileri kimin uyandırdığını merak ededursun, Abdülhamid'in ördüğü örümcek ağına ağır ağır takılıyorlardı. Derhal Trablusgarb ve Bingazi'deki Ġtalyan askerleri, hareketliliğin olduğu HabeĢistan sınırına yığıldı. Gerçi bir savaĢ çıkmadı Ġtalya ile HabeĢistan arasına ama Abdülhamid'in arzusu yerine gelmiĢti. Çünkü Ġtalyanların Libya ve Bingazi'deki askerlerinden kurtulmuĢ, Ģimdilik derin bir nefes almıĢtı.7
Böylece kendisi tahttan indirildikten soma, 1911'de, Ġttihatçıların Trablusgarb'a silah yığınağı yapan ve sahilde Hamidiye karakolları açan Abdülhamid'in politikasının tersine, silahları merkeze aldırmaları ve direniĢ güçlerini zayıflatmaları üzerine Ġtalyanların çıkarması hedefine ulaĢmıĢ, ancak Sünusiler sayesinde, iç bölgelerde 1919'a kadar bu vatan toprağını savunmaya devam edebilmiĢtik. ġehzade Osman Fuad Efendi baĢta olmak üzere, Mondros Mütarekesi'ne rağmen Libya'da direniĢ devam etmiĢ ve Abdülhamid'in ektiği tohumlar bir süre daha iĢgale direnebilmiĢti. Abdülhamid'in bu siyasî dehası, bu strateji tarafı, imparatorluğun, gelecekteki büyük kapıĢmada nasıl planlı bir Ģekilde savunulacağını da ortaya koymuĢtu aslında. Merkezi ordu her yere yetiĢemezdi ama yerel güçlerle yapılacak iĢbirliği, direniĢi daha uzun ömürlü hale getirebilirdi. Nitekim onun gayrimüslim unsurların giderek koptuğu bir imparatorlukta Ġslamî unsurları öne çıkarma ve Türk, Arap, Kürt, Arnavut ve Çerkes gibi unsurlardan yeni ve daha küçük bir imparatorluk kurma konusundaki ısrarını anlayabiliyoruz. Libya, onun gözünde Afrika'nın kontrol üssü olacaktı. Aynı Ģekilde Arnavutluk'u Balkanlardaki Müslüman üssü olarak konumlandırmaya çalıĢtığına dair belgeler var elimizde.8 KuĢkusuz bunlar büyük hesaplardı ama her hesabın da bir ömrü vardır. Sonuçta Libya, daha tahttan indirilmesinin üzerinden 3 yıl geçmeden elden çıkmıĢ oldu. 6 yıl sonra ise ne Arnavutluk kalmıĢtı, ne de
Arap toprakları.
Ġslam dünyasını örgütlemek Ya Rusya'nın iĢgali altında bulunan Müslümanların durumu? Buraları kendi haline bırakmanın bir Halifeye yakıĢmayacağının bilincinde olan Sultan Abdülhamid, Buharalı ġeyh Süleyman Efendi'yi Asya içlerine göndermiĢti. Sade o değil, derviĢ ve seyyidler de Rusya topraklarındaki Müslümanlar arasında Ġslam birliği fikrini yayıyor, onlara Halife'nin yanlarında olduğunu söylüyorlardı. Özellikle dünyanın dört bucağından
7 Gökkent, agy, s. 20-21. 8 Bkz. Ali Sacit Türker, "II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Devleti'nin Arnavutluk Siyaseti", Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Yüksek Lisans Tezi, 1996.
Hacca gelen Müslümanlar arasında Ġslam birliği ve Hilafetin önemi gibi konuları gündeme getirmeleri için en seçkin alimleri Mekke'ye özel olarak gönderdiğini biliyoruz. Bu iĢleri, sarayına aldığı ġeyh Ebu'l-Huda ve ġeyh Zafir Efendi eliyle organize ediyordu. ġazeli ġeyhi olan Zafir'den Tunus'ta da yararlanılmıĢ, Fransız kuvvetlerine karĢı içeriden bir direniĢ örgütlenmiĢti. Keza Abdülhamid'in adamları Afrika'daki Büyük Sahra'nın güneyinde bulunan Bornu'da da boĢ durmamıĢ, 1885 yılında hükümdara Abdülhamid'in hediyelerini ve niĢanını götürmüĢ, bu jest, iki ülke arasında sıcak bir yakınlaĢmaya yol açmıĢ, Ġslam Birliği fikrinin ve Osmanlı Hilafetinin gücü, orada da hissettirilmiĢti. Tabii Zengibar'dan bahsetmesem olmaz. Cezmi Eraslan'ın tespitine göre, II. Abdülhamid, 93 Harbi'yle önemli miktarda toprak ve Müslüman nüfus kaybedince Zengibar Sultanlığı gibi Müslüman ülkelerle iliĢki kurmaya daha fazla önem vermeye baĢlamıĢtır. 1878 yılında Emin Efendi adında bir zat bölgeye resmî görevli olarak gider ve Arapça bir mektup ile bir de niĢan takdim eder Sultan'a. Amaçlarının da Ġslam camiasına hizmet olduğunu belirtir. Emin Efendi'yi ġükrü Bey ve diğerleri takip eder. Bu gidiĢ geliĢler hem Osmanlı-Zengibar bağlarını kuvvetlendirmekte, hem de Halife'nin nüfuz sahasını geniĢletmekteydi. Nitekim Zengibar Sultanı Ġbadi mezhebine mensup olduğu halde, Cuma hutbelerinde Sünni Osmanlı Halifesinin adı okunmaktaydı. Bunun sonucu olarak Sultan Seyyid Ali b. Hamid'in 1907 yılında Ġstanbul'u ve Sultan Abdülhamid'i ziyaret ettiğini biliyoruz.9 Tabii Hindistan Müslümanları üzerindeki gücünü kullanmak için önüne çıkan her türlü fırsatı değerlendirdiğini söylememe gerek yok. Çünkü Hindistan'daki Hilafet hareketinde Abdülhamid'in çaldığı Ġslam Birliği mayası belirleyici bir rol oynadığı gibi, aynı zamanda en tehlikeli hasım ilan ettiği Ġngiltere'nin gücünü sınırlamanın da enstrümanı olmuĢtu. Nitekim BaĢbakanlık ArĢivi'ndeki bir belgede bize Ġngiltere adlı büyük kurtla yaptığı dansın gerekçesini kendisi Ģöyle açıklamaktadır:
Ġngiltere en tehlikeli Avrupalı kuvvettir ve Ġngilizler çıkarlarına uygun gördüklerinde Osmanlı Devleti'ni parçalamakta bir dakika bile tereddüt etmeyeceklerdir. Ġngiltere, Halifeliği Ġslam aleminde kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmak için Cidde veya Mısır gibi bir yere aktarmayı planlamaktadır.10  
Ġngiltere: BaĢ düĢman Abdülhamid'in Ġngiltere'den kuĢku duymakta haklı sebepleri vardı, çünkü "Türk düĢmanı" Gladstone'un baĢında bulunduğu bir Ġngiltere'ydi karĢısındaki. Kırım Harbi yıllarındaki müttefik ve dost Ġngiltere gitmiĢ, yerine, önce Kıbrıs'a, sonra da Mısır'a el koyan yırtıcı bir hasım gelmiĢti. Abdülhamid'in de Ġngiliz siyasetini okuma biçimi değiĢecekti doğal olarak. Hamleye karĢı hamle gerekirdi bu oyunda; hamle yapmadığınızda ise ya
uyutma taktiğini devreye sokmanız gerekiyordu ya da büyük taviz yerine küçük taviz oyununu oynamanız. Abdülhamid de Ġstanbul'u kurtarmak için Kıbrıs'ta geçici Ġngiliz yönetimine içi kanayarak evet demiĢti. AnlaĢma geçiciydi ama Ġngilizlerin gözünü Kıbrıs da doyurmamıĢtı. ġimdi Mısır'a el koymakla meĢguldü.
Mısır Hıdivi Ġsmail PaĢa Sultan Abdülaziz'den dıĢ borç alma imtiyazını kopardıktan sonra çılgınca bir borçlanma sarmalına girmiĢti. Sonunda deniz tükendi. Borcunu ödeyemeyeceğini söyleyerek bu defa elindeki SüveyĢ Kanalı hisselerini satılığa çıkardı. Fransa geç kalmıĢ, Ġngilizler tahvilleri çoktan kapatmıĢtı. Ama Ġsmail PaĢa'nın derdine derman olamamıĢtı bu para da. Kahire Sarayı'ndaki sefahat son sürat devam ediyor, borçlarını ödemeye ise yanaĢmıyordu. Sonuçta Osmanlı Devleti'ne bağlı imtiyazlı bir ülkeydi Mısır ve borçlardan nihai sorumlu, Osmanlı Devleti'ydi. Mısır karıĢmıĢ, isyan sesleri duyulmaya baĢlamıĢtı. Subaylar Arabi (veya Urabi) Bey'i lider seçerek haklarını savunmak istediler. Sonunda Abdülhamid dayanamadı ve Ġsmail PaĢa'yı azletti ve yerine, büyük oğlu Tevfik PaĢa'yı atadı. Olaylar yine durulmayınca, Abdülhamid Hıdivliği lağvetmeyi bile düĢündü. Önce Arabi Bey'i desteklediyse de, Arap
9 Hatice Uğur, Zengibar, s. 61-68. 10 BaĢbakanlık Osmanlı ArĢivi ( BOA), Yıldız Esas Evrakı (YEE), 9-2638-72'den akta- ran: Azmi Özcan, "'The Chaliphal policy' of Sultan Abdülhamid II and Egypt", Ni- san 2002'de Rabat'ta bir kolokyuma sunulan tebliğ.
milliyetçiliği yapması hoĢuna gitmedi. Arabi Bey, bütün Avrupalı memurların iĢine son vermiĢti. Ġngiltere ve Fransa zaten müdahale için bahane arıyorlardı. Ancak bu defa taktik değiĢtirmiĢlerdi. Doğrudan kendileri müdahale etmeyecek, Osmanlı askeri, kendi çıkarlarını korumak üzere Mısır'a yollanacaktı. GörünüĢte Osmanlı Devleti'ne "tezkere" verilir gibiydi. Abdülhamid tecrübesiz ve havuç peĢinde koĢarken evindeki tarlayı kaybeden türden acemi bir yönetici olsa Mısır'a asker yollar ve böylece Mısır halkını karĢısına alır, dolayısıyla Mısır'a belki erkenden veda ederdi. Ama o, etrafının kurtlarla çevrili olduğunun bilincindeydi. Önüne atılan ilk havucun peĢinden koĢmadan önce iki kere düĢünecek kadar tecrübeliydi. Bu tuzağa düĢmedi. "Zira Türk askeriyle Mısır'daki milliyetçi hareketi emperyalist Avrupa devletleri yararına bastırması, bütün Ġslam dün- yasındaki halifelik prestijini zedeleyecekti."11 Sultan Abdülhamid, Arabi PaĢa'dan soğumuĢtu. GörünüĢte Ġngiltere'ye ve Fransa'ya karĢı bir hareketin baĢında idi Arabi PaĢa; fakat Mısır'ın içinde bulunduğu nazik durumu kavramaktan acizdi. O çağda kabadayılıkla iĢ yapılamayacağını göremedi ve BaĢbakanlığa kadar yükseldiği Mısır'da halk galeyana gelip de Ġskenderiye'deki Avrupalı tüccarların mallarını yağmalamaya, kendilerini de öldürmeye baĢlayınca müdahaleye zemin hazırlanmıĢ oldu. Ġskenderiye limanında bulunan Ġngiliz donanması 6.5 saat boyunca Ģehri bombaladı. Ardından da iĢgal baĢladı. 15 Eylül 1882'de, Yavuz Sultan Selim'den 365 yıl sonra Ġngilizler Kahire'ye girmiĢ oldu. Abdülhamid iĢgali tanımadı, protesto etti etmesine ama, her fırsatta geçici olarak Mısır'a girdiklerini söyleyen Ġngilizleri çıkartmak mümkün olamadı. Böylece milliyetçi Arabi PaĢa, ülkesine en büyük kötülüklerden birini yapmıĢ oldu. Ancak Osmanlı Devleti'nin hemen teslim olduğunu zannetmeyin. Çünkü bu iĢgalin hukukî bir dayanağı yoktu. Fiilî bir iĢgaldi, daha doğrusu bir emr-i vâki. Yine Osmanlı mülküydü Mısır, yine vergi ödüyor, atamaları Ġstanbul yapıyordu ama kontrol Ġngilizlere geçmiĢti. Bu da yeterliydi zaten bir sömürge imparatorluğu için.
Sınır sorunu değil, onur sorunu
11 Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt 7, Ġstanbul 1978, Ötüken Yayınevi, s. 196.
Fiilî durum devam ederken Ġngiltere rahat durmuyor, hakimiyet sahasını geniĢletmeye uğraĢıyordu. ĠĢte 1906'da patlak veren
Akabe Sorunu Ġngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki büyük mücadelenin yeni bir safhasını teĢkil edecekti. "En tehlikeli düĢman" ilan ettiği Ġngiltere'nin Mısır ve Sudan'a yerleĢmesi, Abdülhamid'i rahatsız ediyor, iĢgalin yaygınlaĢacağından endiĢeleniyordu. Bunun için bir tedbir olarak Güney Filistin'de Birü's-Seb'a adlı bir garnizon-Ģehir kurdu. (Bugünkü Ġsrail'de Beersheba Ģehri). Bir Osmanlı garnizonu bu kaleye yerleĢmiĢ, etrafında da bir kasaba kurulmuĢtu. Mısır ile Arabistan ve Hicaz yolu üzerinde bir müstahkem mevki... Stratejik bir üs ya da... Ġngilizlerin Yemen'de çıkardıkları isyan, güçlükle bastırılmıĢ (1905), hedefine varamamıĢtı. Bu defa Arabistan yarımadasına yönelen Ġngiltere, Akabe kasabasına asker göndermek istedi. Böylece Arabistan yarımadasının da kapısını aralamıĢ olacaktı. Ancak Abdülhamid Han'ın kontratağı sayesinde bu teĢebbüs engellendi. Eski DıĢiĢleri Bakanımız Fatih RüĢtü Zorlu'nun babası Miralay RüĢtü Bey -ki Abdülhamid'in güvendiği yaverlerindendi- 2 tabur asker ve 1 adet topla Akabe'ye Ġngilizlerden önce ulaĢtı. Kaleye yerleĢti, hatta aldığı ikinci emri de yerine getirdi. Bu emir, kontratağın devam etmesi gerektiğini söylüyor, Akabe'yle yetinmeyip Tabe kasabasını da ele geçirmeyi içeriyordu. Ġngilizler bu ani harekât karĢısında nasıl davranacaklarını Ģa- Ģırdılar. Satın aldıkları bedevileri Akabe'ye saldırttılarsa da, sonuç alamadılar.
Durumun ciddiyetini gören Ġngilizler, Mısır'a asker yığacaklardı. Babıali'ye Akabe ve Tabe kasabalarının boĢaltılması için 10 gün süre tanındı. Ġstekleri yerine getirilmezse bunu savaĢ sebebi sayacakları bildirildi. Öte yandan Abdülhamid, Ġstanbul'daki Ġngiliz elçisini çağırmıĢ, 'Kendi topraklarımda bir kaleye girmek için Ġngilizlerden izin mi almam gerekiyor?' sorusuna cevap istiyordu. Ġngiltere'nin vereceği tek cevap, savaĢtı. Nitekim Akdeniz donanması yanında Atlantik donanmasından gemiler de harekete geçmiĢti. Abdülhamid, Osmanlı ve Mısırlı subayların toplanıp sınırı çizeceklerini, Ġngiltere'yle sınır meselesini asla görü-
Ģemeyeceği noktasında ısrar etti ve sonunda kabul ettirmeyi baĢardı. Tabe'yi geri verdi ama Akabe Osmanlılarda kaldı.12 Sorun Ġngiltere için sınır sorunuydu, Osmanlı tarafı için ise onur sorunu. Musul petrolleri için 6 Nisan 1889'da, Bağdat petrolleri için de 21 Eylül 1898'de çıkarılan irade-i seniyyeye göre, her ikisi de Hazine-i Hassa'ya devredilerek, yabancı müdahalesine kapatılması amaçlanmıĢtı. Bir iĢgal durumunda dahi bunlara özel mülk oldukları için el konulmayağı düĢünülüyordu. Ama Ġngiltere'ydi bu. Kuralı kendisi koyardı. Nitekim özel mülk de olsa, Musul ve Kerkük'teki petrol arazileri British Petroleum baĢta olmak üzere Ġngiliz Ģirketlerinin iĢgaline uğradı. Abdülhamid'in torunlarının açtığı uluslararası mahkemeler sürmekle birlikte, Ġlber Ortaylı'nın dediği gibi "Verirlerse alırlar."13
Abdülhamid bir "müstebid" miydi?      
Öztuna, age, s. 205-208.
"Musul-Kerkük padiĢah mülkü", Türkiye, 6 Nisan 2005.
   
Bünyesi, tamamen merkeziyyet üzerine ibtinâ edilmiĢ bir devleti, bu tarzın cihan içinde hayatiyeti sona erdiği günlerde muhafaza edebilmek, haricen görüldüğü kadar basit değildir.1 Sultan II. Abdülhamid
TANZĠMAT'IN ĠLK (Abdülmecid) dönemi hariç 1946'ya kadarki Türk siyasi hayatının tamamı, 1908 MeĢrutiyet'iyle 1913 Babıali Baskını arasındaki 4-5 yıllık dönemi parantez içine alırsak genelde liderler (Sultan Abdülhamid, Enver PaĢa, Atatürk, Ġsmet Ġnönü), yani "tek adam"lar üzerinden gitmiĢtir (aynı Ģekilde Almanya'da Prens Bismark, Ġmparator II. Wilhelm gibi). O dönem Avrupa'sının siyasî yapısı demokrasi değil, monarĢiler ve tek adam yönetimleri ve onlara muhalefetle seyreder. Yani Abdülhamid'in tek adam yönetimi yalnız değildir kendi çağında; Brezilya'dan Rusya'ya ve Belçika'dan Japonya'ya kadar uzanan bir coğrafyada pek çok kafadar ve meslektaĢa(!) sahiptir.
Batı'da demokrasi vardır dememize rağmen Avrupa ülkeleri birkaç
istisnasıyla, otoriter bir yapıya sahiptir. Biz bugünden baktığımızda Abdülhamid'in idaresinde belki otoriter ve istibdat benzeri bir görüntü bulabiliriz. (François Georgeon onun yönetimine 'otokrasi' adını vermeyi tercih eder.) Çünkü biz bugün çok partili, seçimlerle belirlenen bir yönetim, sivil toplum vs. gibi siyasetin çoğullaĢtığı bir ortamda yaĢıyoruz. Oysa 19. yüzyıla baktığımızda Osmanlı Devleti, Rusya'dan Ġngiltere'ye, Ġtalya'dan Almanya'ya kadar pek çok devletin siyasî ve diplomatik kıskacında bulunuyor ve her Allah'ın günü topraklarından bir parçası daha kopartılmak isteniyordu.
1 Ġsviçre'de çıkan Gazette de Lausanne'ın muhabiri Jean Felix'in 1917 yılında Abdülhamid'le Beylerbeyi Sarayı'nda yaptığı röportajda padiĢahın ağzından aktardığı bu olağanüstü analiz, Abdülhamid'e karĢı hasmane tutumuyla tanınan Cemal Kutay'ın editörlüğünde çıkan Ģu yayından alınmıĢtır: "Ölümünden az evvel Sultan Hamid'in ifĢa ettiği büyük sır", Tarih Konuşuyor, Sayı: 10, Kasım 1964, s. 778.
Böylesi çetin bir dönemde 'Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir' gibi bir safdilane düĢünce içerisinde olunsaydı acaba imparatorluğun hangi parçası elimizde kalırdı? Hatta Türkiye diye bir siyasî varlık kalır mıydı? DüĢünmek gerekir. Ermeniler Doğu Anadolu'yu, Ruslar Balkanlar ve Kafkasları, Ġngilizler ve Fransızlar da petrol bölgelerini alsınlar dediğimizde, acaba elimizde 1919'da olduğu gibi Ankara çevresindeki bir avuç topraktan baĢka bir Ģey kalır mıydı? Bu bilinçle bakıldığında Rumeli toprakları, Mekke, Medine, öbür tarafta Tunus, Cezayir de Osmanlı Ġmparatorluğu'nun parçalarıydı. Zaten vatan dediğimiz kavram da bu değil midir? Bir yer bir defa vatan olmuĢsa her zaman olabilir, elimizden çıksa da orası vatandır; temel espri budur. Dolayısıyla bunları korumak, tekrar elde edilmesi, geri alınması için müsait zaman ve fırsat kollamak gibi bir politika güden kiĢi, tabii ki içeride bazı çatlak seslerin çıkmasına engel olmak gibi bir zorunlulukla karĢı karĢıya kalacaktır. Devletlerin büyük açmazı: Özgürlük mü, güvenlik mi? Bilelim ki, insanlar gibi devletlerin de refleksleri vardır. Bugünkü mantığımızla baktığımızda dahi Türkiye Cumhuriyeti'nde veya Ģu ya da bu devlette aynı refleksleri görebiliyoruz. "Liberal" bir rejim ve özgürlüğün kalesi olduğunu iddia eden ABD'nin 11 Eylül'den sonra artık eskisi kadar özgürlüğe açık olmayacağını göstermesi, milletvekillerimizi dahi hava alanlarında defalarca, ayakkabı topuklarına varıncaya kadar aramaya tabi tutması, giriĢ çıkıĢları sıkı sıkıya kontrol altına alması gibi uygulamalar da gösteriyor ki, bu, temelde devletin güvenlik krizi yaĢadığı bir dönemdir. Dolayısıyla doğru veya yanlıĢ, güvenlik meselesinin ön plana geçtiği her aĢamada devletler özgürlükleri kısma yoluna giderler. Bu tedbir, fertlerin özgürlüklerini sınırlasa da, devletin bekası için gerekli tedbirler cümlesindendir. Nitekim 1925'de Takrir-i Sükûn Kanunu böyle bir kriz atmosferinde çıkarılmadı mı? Basın hem de en sert bir üslupla susturulmadı mı? Ġçeride iç isyanlarla uğraĢırken devletin bu tür tedbirler almasını o zamanlar için normal görenler yok mu içimizde? Üstelik büyük devletlerin, tepesinde akbaba gibi dolaĢtığı bir dönemde çok da demokratik davranma lüksüne sahip değildir devlet refleksi.
Bu kısıtlayıcı tutumun elbette eleĢtirilecek yanları vardır ama "güvenlik mi öncelikli, yoksa özgürlük mü?" sarmalına takılan bir aklın ikinci uca meylettiği görülmemiĢtir. EtmiĢse bile Japonya ve Almanya gibi esaret altında dıĢarıdan "zorla" demokrasi geliĢtirme giriĢimlerine sahne olduğundandır. Bunlar da, o ülkelerin iç dinamiklerinin değil, dıĢ dinamiklerin etkisi ve baskısıyla ortaya çıkmıĢ nadiren rastlanan iyi örneklerdir.2
2 Bu tür ABD güdümlü zoraki demokrasilere çeĢitli örnekler için bkz. Karin von Hippel, Democracy By Force: US Military Intervention in the Post-Cold War World, Cambridge University Press, 2000.
Dolayısıyla Abdülhamid'i bugünkü sınırlı bakıĢ açısıyla yargılamanın ve onu müstebit, otoriter, despot, zalim bir yönetici olarak görmenin hatalı bir hüküm olacağı kanaatindeyim. O günkü Ģartlar doğrudur veya yanlıĢtır ama ancak bu Ģekilde bir yönetim anlayıĢının devleti ayakta tutacağı sonucunu doğuruyordu akl-ı selim sahiplerinin kafasında. Bu tedbirin ne kadar isabetli olduğu, neyi önlemeye, engellemeye, frenlemeye çalıĢtığı, Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaĢanan 9 yıllık feci tecrübeyle yeterince doğrulanmıĢ olmadı mı?
Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı?          
Çok haysiyetli, vakur, azametli idi. Hiç Ģüphesiz Ģahsen merhametli idi.1 Fethi Okyar
SULTAN ABDÜLHAMĠD'ĠN, yukarıda da belirttiğimiz gibi, halk arasında çok yaygın olarak benimsenen, gelin görün ki, aydınlar camiasında anlaĢılamayan (veya yeterince anlaĢılamayan) bir hükümdar olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir? Yönetici ve sorumlu konumunda bulunanların devletin kısa ve uzun vadeli menfaatlerini, yaklaĢmakta olan büyük tehlikenin boyutlarını elleri taĢın altında olduğu için dönemin aydınlarından daha önce ve daha net görmeleri, daha önce sezip tespit etmeleri, önlem alma ihtiyacını daha erkenden hissetmeleri ve hemen harekete geçmeleri mi? Peki halk onda ne bulmuĢtur? Kendinden bir Ģeyler mi? Umutlarını mı? Ġstikrarı mı? Çoktandır gözden kaybettiği babanın dönüĢü gibi bir Ģey miydi Sultan Hamid Osmanlı halkları için? Yalnız Müslüman ahali değil, Ermeni ve Yahudi cemaatleri de suikastten sağ kurtulduğu için Ģükür duası etmemiĢler miydi Tanrı'larına?
Öncelikle halkın dinî duygularına saygılıydı. Onun modernleĢme çabalarını dinle, geleneklerle ve halkla bütünleĢtirerek yürütme çabası içindeydi. Bu yüzden belki de adına Abdülhamid tipi modernleşme diyebileceğimiz karmaĢık bir projenin altına imza atmıĢ görünmektedir.
1 Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Hazırlayan: Cemal Kutay, Ġstanbul 1980, Tercüman Yayınları, s. 80.
Sultan Hamid aynı zamanda inanılmaz yoğunlukta, çeĢitlilikte ve yaygınlıkta bir imar faaliyetine giriĢerek imparatorluğun bu defa mimarî anlamında "son büyük mimarı" olma vasfını kazanmıĢ bir hükümdardır. Abdülhamid dönemi mimarisi okullardan tren garlarına, Avrupaî limanlardan atası Ertuğrul Gazi'nin hatırasını canlandıran tekkelere, Art Nouveau üslubunda yapılan Yıldız'daki ġeyh Zafir Efendi türbesinden (mimarı Ġtalyan D'Aronco'dur) içinde Elhamra Sarayı'ndan esintiler ta- Ģıyan Yıldız (Hamidiye) Camii veya çiniciliğimizin hala ölmediğini ve diri olduğunu ispatlamak amacıyla kurulan Yıldız Çini Fabrikası gibi kâgir sivil yapılara kadar muazzam bir çeĢitlilik arz eder. Özellikle mevcut okul binalarımızın bugünkü tek tip görüntüsünü Abdülhamid döneminin bir modern standardı olarak devam ettirdiğimizin altını özenle çizmemiz gerekiyor. 33 'uzun' yıl, modern çehremizin oluĢumunda tahmin ettiğimizden de fazla belirleyici olmuĢtur. Bu renkli ve karmaĢık devri aydınlatmadan Cumhuriyet'in kuruluĢ yıllarını, hatta diyebiliriz ki, bugünü dahi aydınlatmak mümkün olmayacaktır. Tabii Berat Demirci'nin dikkatimizi çektiği "asker yaĢatan padiĢah" oluĢuyla da.2 DireniĢini kimsenin burnu kanamadan baĢardığı için onun eylemine "Sessiz Çanakkale " demek durumundayız. Kanlı Çanakkale değil kansız Çanakkale savunmasıdır onun yaptığı. Bütün bu ve benzeri iyilikler, Sultan Abdülhamid'i halkın muhayyilesinde "devlet" gemisinin baĢındaki "hayırlı baba" imajına doğru taĢımıĢtı.
Abdülhamid Han'ın iyilikseverliği ve hayırlı baba imajı üzerine bir doktora tezi hazırlamıĢ bulunan Nadir Özbek, onun halkla olan bu baba-evlat iliĢkisini Ģu sözlerle ortaya koyuyor:
Abdülhamid, fakir ve muhtaç halkın koruyucusu olduğu izlenimini basın ve yayın yoluyla güçlendirmeye özel önem vermiĢtir. Örneğin 1894 büyük Ġstanbul depremi felaketzedeleriyle bizzat ilgilenmiĢ, bunlardan muhtaç olanlara bir çok bağıĢta bulunmuĢ ve daha da önemlisi yaptığı yardımların özellikle gazeteler aracılığıyla duyurulmasına dikkat etmiĢtir.3
Ancak Sultan Abdülhamid'i, yaptığı iyilikleri topluma bir Ģov Ģeklinde sunan Alman veya Rus monarklarından ayıran husus, yardımları
2Berat Demirci, Hançeremizdeki Harita, Ġstanbul 2005, Sütun Yayınları.
doğrudan, herhangi bir aracı olmadan padiĢahın Ģahsını odağa alarak yapmıĢ olmasıdır. Ne var ki bunu Abdülhamid'in bencilliği Ģeklinde yorumlamak fazla saflık olacaktır. Bu faaliyetlerde merkeze alınan figür padiĢah olmakla birlikte, imajı düzeltilen kurum, padiĢahın temsil ettiği devlettir. Yani halkın Tanzimat'tan beri hayırhahlığına gölge düĢtüğüne inandığı devletin imajıdır tamir edilen. Ne var ki, II. Abdülhamid yalnızca Avrupalı krallarla arasına bir parantez açmakla yetinmez, aynı zamanda kendisinden önceki Osmanlı padiĢahları ile de yollarını ayırır. Onun bu yardım faaliyetleri, Ģahsî hayırlar olarak kalmaz; geleneksel bir faaliyet olan sultanların yardımseverliğini, hayırhahlığını ancak Abdülhamid bir "iktidar senaryosu" çerçevesine yerleĢtirir.4 Ġktidarın kendisini ifadede yeni biçimlere ihtiyacını olduğunu bulmuĢ ve gelenekteki her unsuru bu yolda kullanmaktan çekinmemiĢ, geleneklerin imdada yetiĢemediği durumlarda ise yeni gelenekler icad etmekten kaçınmamıĢtır. "Gelenek icadı"nın modernliğin en önemli tezahürlerinden biri olduğunu ben değil, Terence Wil
Babanın evine dönüĢü
Sultan Abdülhamid döneminde ülkenin imarı için yapılanlar saymakla bitecek gibi değil. Osmanlı coğrafyasında yıkılmıĢ bulunan camileri tamir ettirmek için kendi hazinesinden (Hazine-i Hassa'dan) yardımlar gönderiyor, pek çok hayır iĢlerine koĢturuyor, Darülaceze'yi kurduruyor, öksüz ve yetim çocukları, hatta sokak çocukları için (bunlar Rum veya Ermeni çocukları da olabiliyor) özel okullar, yardım kurumları açabiliyor. Bu kurumlardan birisi olan Dârülhayr-ı Âli, kimsesiz çocukları, bir bakıma bugünkü sokak çocukla- rını sahiplenmek ve topluma kazandırmak adına atılan son derece ciddi bir hamle olarak karĢımıza çıkıyor.5  
liams ile Eric Hobsbawm, kitapları The Invention of Tradition'da (Geleneğin Ġcadı) milliyetçilik bağlamında dile getirmiĢlerdir. Kim ne derse desin, Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten sonra klasik padiĢahlık kurumu, yetkileri ve prestiji itibariyle bitmiĢtir. Ne
3 Özbek, agm, s. 11. 4 Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet: Siyaset, iktidar ve Meşrutiyet, 1876-1914, Ġstanbul 2003, ĠletiĢim Yayınları, s. 34-35.
Sultan ReĢad, ne de Sultan Vahdettin, Abdülhamid Han gibi gerçek birer padiĢah olabilmiĢlerdir. Hani derler ya, Açe'de, Somali'de, Zengibar'da vs. hutbeler yakın zamanlara kadar Sultan Hamid adına okutuluyordu; bunlar gerçektir. Çünkü hala padiĢah olarak o biliniyordu. Fakat malum bir takım sebeplerle aydınlar arasında onun ülkenin geliĢmesini engellediği, birçok yeniliğe karĢı çıktığı, gerici olduğu, gençleri öldürttüğü gibi dedikodular, ciddi bilgilermiĢ gibi yazılıp çizilmiĢtir. Malum, II. Abdülhamid'in, özellikle de 1880 sonrası iktidar döneminde gazeteler, dergiler, kitaplar, telgraflar, kısacası basın-yayın ve haberleĢme araçları denetime, hatta sansüre tabi tutulmuĢtu. Gazetelerin üzerine "GörülmüĢtür" kaydı düĢülürdü. Kitapların dahi ancak kontrol edildikten
sonra yayınlanmasına izin veriliyordu. Ancak bu baskılar siyasî yazılar ve ihtilal gibi haberler için geçerliydi. Bunların dıĢında yazı yazmak için son derece geniĢ bir alan kalıyordu (eğitim, bilim, yayın dünyası, yeni kitaplar vs.).
Ancak Sansürün Ģöyle de bir faydası olduğu söylenebilir: Yazıyı yazanın kimliği sansür kurulu tarafından soruĢturulduğu için takma isimler yerine, gerçek kalem erbabının imzaları ön plana çıkmıĢ ve meydan, Ahmet Rasim, Muhtar Sadık, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Cenap Sahabettin ve ġemsettin Sami gibi usta kalemlere kalmıĢtı. Evet, doğrudur, Abdülhamid döneminde, özellikle 93 Harbi'nden sonra sansür müessesesi mevcuttu; giderek de sıkılaĢtı yukarıda açıkladığımız gibi; devletin haricî baskılar karĢısında bunaldığı ve dağılma tehlikesi geçirdiği bir ortamdaki sert bir refleksiydi bu. Ama insaf edilsin, o zamanlar bu yöntemi kullanmayan büyük devlet mi vardı dünyada? Orhan Koloğlu'nun emek mahsulü çalıĢması Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit bu unutulan hakikati bütün yalınlığıyla ortaya koymadı mı? Hatta Ġngiltere DıĢiĢleri Bakanlığı MüsteĢarı Sandison, 8 Ekim 1881'de bir rapor yazarak Sultan'ı suçlamanın anlamsız olduğunu, aynı uygulamayı Rusya, Fransa, hatta bizzat Ġngiltere'nin de uygulamakta olduğunu söylüyor ve bir de örnek veriyordu:
5 Nadir Özbek, "II. Abdülhamid ve kimsesiz çocuklar: Darülhayr-ı Alî", Tarih ve Toplum, Sayı: 182, ġubat 1999, s. 11-20.
Biz kendimiz Ģu sırada Osmanlı ülkesinde bulunan Hintli uyruklarımızı etkileyebileceği düĢüncesiyle, postamızın Osmanlı gazetesi Gayret'i dağıtmasını yasakladık. Postalarımızın Türkiye'deki varlığının da Türk hükümetinin benzer önlemler alması hakkını içerdiği kanısındayım.5
Tabii bu gibi baskılar devrin aydınlarını, 'BaĢımızdaki Kızıl Sultan,
özgürlüklerimizi keyfi ve despotça kısıtlıyor' gibi peĢin hükümlere, dolayısıyla duygusal bir muhalefete sürüklüyordu. Elbette özgürlüklerin geniĢ ve hatta sınırsız olması arzuya Ģayandır. Herkes özgür olmak ister ama devletlerin kaderi bir varlık-yokluk sınırına gelip toslarsa, artık normal zamanlardaki gibi geniĢ özgürlüklerden söz edemezsiniz. Özgürlükler, o noktada artık güvenlikle yer değiĢtirmek veya yeniden ayarlanmak durumundadır. Bu bakımdan Sultan II. Abdülhamid'in tavrı, daha uzun bir vadeye yayılmıĢ Ģekilde, müsait ortam doğduğunda (tabii bu ortamın artık doğmuĢ olduğuna kimin karar vereceği ayrı bir siyasî meseledir) özgürlükleri iade etmek niyetindeydi. Fakat özgürlüklere getirilen sınırlama, zannettiğimiz gibi Türkiye'yi bir büyük zindana, Rusya'da olduğu gibi bir 'halklar hapishanesi'ne çevirmiĢ değildi. Nitekim sansürün en yoğun olarak uygulandığı günlerde dahi, aslı astarı olmadığı halde, Ġstanbul postanesinden 20 bin Bulgarin katledildiği haberleri Londra'daki gazetelere uçurulabiliyor, yabancı postaneler denetim altına alınamıyor, kapitülasyonlar yüzünden ecnebi matbuatın giriĢine kesin bir yasak konulamıyordu. Hatta Ģu soru tamamen anlamsız mıdır: Peki o zaman son sistem matbaa teknikleriyle basılan muhteĢem görünümlü Servet-i Fünûn dergisi bu sansür döneminde nasıl yayınlanabildi? Son Sultan'ın uzun iktidar yıllarında idamına onay verdiği suçlu sayısı sadece ll'dir, onlar da anne veya baba katili gibi siyasî olmayan, ağır insanlık suçlarından dolayı idam edilmiĢlerdir. Bu idam cezalarından birisi, iki haremağasının saraydaki kavgası yüzünden iĢlenen cinayet
5 Orhan Koloğlu, Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit, 2. baskı, Ġstanbul 2005, ĠletiĢim Yayınları, s. 86-87. Tabii burada Sandison'un Abdülhamid tarafından maaĢa bağlan dığını ve 1 Ocak 1894'de saraydan 15 bin kuruĢ maaĢ aldığını hatırlatmakta yarar var. Bir baĢka deyiĢle ancak bu yolla doğruyu yazdırabiliyordu Abdülhamid. Abdülhamid'den Para ve İhsan Alanlar adlı kitaptan bahseden reklam metni Ģu kitabın sonunda yer almaktadır: Faiz Demiroğlu, Abdülhamide Verilen Jurnaller: 50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar, Ġstanbul 1955, Yakın Tarih Kütüphanesi.
üzerine infaz edilmiĢtir. AĢırı derecede üzerine gidiliyor, aleyhine yazılar yazılıyor, "Kızıl Sultan" denilip iftiralar atılıyor, lanetler ediliyor, Fransa'dan, Ġngiltere'den, Belçika'dan, Rusya'dan, hatta Ermeni anarĢistlerinden destekler alınıyor. Fakat bütün bunların karĢılığında o, kendisine suikast düzenleyenleri dahi affediyor, en fazla sürgüne gön- deriyor. Sonuçta, siyasî mahkûmların merkezden biraz uzakta kalması, enterne edilmesi gibi eski dönemlere kıyasla hafif sayılabilecek cezalar vermekle yetiniyor. Namık Kemal'e verilen cezayı göreceğiz (s. 222-223). Fakat bu portre ve arkasından Ġttihad ve Terakki iktidarında Abdülhamid'e yönelik büyük bir iftira kampanyası baĢlatılmıĢtır. Aleyhinde o kadar çok aslı astarı olmayan Ģeyler söyleniyor ki, bir kısmına söyleyenler bile inanmıyor. Geçerli ve iĢe yarar bir söylem oluyor Abdülhamid aleyhtarlığı. Aleyhtar söylemin ilk kırılma emareleri Birinci Dünya SavaĢı yıllarında baĢlıyor. SavaĢlar kaybedildikçe, cepheler birbiri ardından çöktükçe önce halkta, sonra da aydın tabakada 'O olsaydı ne yapar eder bizi savaĢa sokmazdı. BarıĢı korur, baĢımıza bu felaketlerin yağmasına mani olurdu' telakkisi yayılıyor. Ancak aleyhtar eğilim, ilginç bir yolla, Ġttihadçılığa karĢı olduğunu savunan Cumhuriyet dönemine miras kalıyor. Cumhuriyet döneminde "Hasta Adam" kabul ettikleri Osmanlı'ya ve tarihine karĢı, onu reddeden, redd-i mirasa yönelen çarpık bir siyasî tavır geliĢtiği için Abdülhamid'e yönelik bu tepkiselliğin orada da kırılmadan devam ettiğini görüyoruz.7 Bu redci tavır, 1940'lara kadar fikir hayatına hakim oluyor ve ancak 40'ların baĢında bu tavırda ciddi bir kırılma eğilimi ortaya çıkıyor. Benim 'Abdülhamid kırılması' adını verdiğim bu yeni yöneliĢ, özellikle, Nihal Atsız'ın çıkıĢıyla baĢlar. Nihal Atsız o dönemde Türkçü ekol içerisinde Peyami Safa'nın Abdülhamid'i çok ağır bir dille tenkit ettiği yazısına yine ağır bir üslupta cevap vermek suretiyle ilk büyük karĢı atağı gerçekleĢtirir. "Abdülhamid Kızıl Sultan değil, Gök Hakan'dır" tezini cesaretle sırtlanır ve yıllar sonra
Abdülhamid'i ilk kim keĢfetti?
7 Cumhuriyet dönemindeki Abdülhamid aleyhtarlığı, Almanya'da yapılan bir doktora tezine konu olmuĢtur. Bkz. Claude Kleinert, Die Revision der Histiographie des Osmanichen Reiches am Beispiel von Abdülhamid. Das spate Osmanische Reich im Urteil Türkischer Autoren der Gegenwart 1930-1990, Berlin 1995.
Necip Fazıl'ın, Cumhuriyet devrinde Abdülhamid'i ilk savunan kalem imtiyazını göğsüne asma gayretine rağmen, Ģimdiki tespitlerime nazaran ilk karĢı atağa geçen aydınımız Nihal Atsız'dır. Rıza Nur'un çıkardığı Tanrıdağ dergisinin 17 Temmuz 1942 tarihli 11. sayısında 2. bölümü yayınlanan "Osmanlı pâdiĢâhları" adlı yazı dizisini "Abdülhamid kırılması"mn miladı saymamız gerekir. Atsız bu yazıyı, 1966 yılında yayınladığı Türk Tarihinde Meseleler (4. baskı, Ġstanbul 1997, İrfan Yayınevi) adlı kitabına geniĢleterek, daha da önemlisi, ilk halindeki Abdülhamid lehine vurguları iyice kuvvetlendirerek almıĢtır. Mesela 1942'deki halinde "Abdülhamid o kadar fena bir pâdişâh değildi. Yâni bu kadar fena gösterilmek istenen Abdülhamid bile gâfil ve biçâre değildi" (s. 9) Ģeklindeki ihtiyatlı ifade, kitaba alınırken," II. Abdülhamid, gaf etin ve bîçareliğin zıddı ne ise, onun en muhteşem temsilcisidir" (s. 104) gibi keskin bir forma bürünmüĢtür. Bu basit mukayese ile Atsız'ın Abdülhamid taraftarlığının da zaman içinde kesinleĢip keskinleĢtiğine Ģahit olmaktayız. Abdülhamid lehine olan havanın kuvvetlenmesindeki bir baĢka faktörün, H. Raif Ogan'ın 1956'da Peyami Safa'nın iki yazısına tepki olarak kaleme aldığı ufak kitabıdır. Fakat asıl, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'nun 1958 yılında Hürriyet gazetesinde tefrika edilen 14 uzun makalelik yazı dizisinin Abdülhamid tabusunun kırılmasında önemli bir iĢlev ifa ettiğini düĢünüyorum. 1930'ların bu sergerde kaleminin, 1958'de Sultan Abdülhamid'i, iktidarda bulunduğu yıllarda "hayırla anılacak tek insan" diye nitelendirmesi, içinden geldiği kesimlere anlamlı bir mesaj içeriyor olmalıdır.  
unutulmuĢ olan bir devlet büyüğünün yüzünü aydınlatacak iĢaret fiĢeğini ateĢler. Nihal Atsız Ulu Hakan Abdülhamid adlı bir broĢürle karĢı atağa geçer. Ondan sonra Abdülhamid meselesi artık iki tarafın hararetli bir tonda tartıĢtığı, sevenler ve karĢı olanların saflarını belirlediği bir Ulu Hakan-Kızıl Sultan tartıĢmasına dönüĢür. Anla- yacağınız, Nizamettin Nazif'in (Tepedelenlioğlu) 1950'lerin sonlarından itibaren görüĢlerinde yaptığı radikal değiĢiklik ne yazık ki Peyami Safa'ya nasip olmamıĢtır. Aslında Necip Fazıl'ın, baĢlarda andığımız Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı kitabı, 1940Tı yıllarda baĢlayan tartıĢma zinciri içerisinde değerlendirilmeli ve yerli yerine oturtulmalıdır. Bu tür popüler ve bir
davayı ispat sadedinde yazılmıĢ olan eserler tabii ki objektif tarih çalıĢmaları olarak değerlendirilemez. Daha çok ideolojik temellendirmeler, hatta karĢı tarafa tarih üzerinden yöneltilmiĢ silahlardır bunlar. Bir baĢka deyiĢle herkes kendi konumunu II. Abdülhamid üzerinden temellendirme telaĢındadır. Fakat 1960'lardan itibaren Abdülhamid üzerine ciddi, akademik çalıĢmaların baĢladığını görürüz. Abdülhamid devri hatıratlarının peĢ peĢe yayınlaması ve devirle ilgili arĢivin gün yüzüne çıkmasıyla, ve dahi ortama egemen olan sansürün çözülmeye baĢlamasıyla birlikte Osmanlı'dan Cumhuriyet'e intikal sürecindeki bu en önemli halkanın etrafındaki karanlık yavaĢ yavaĢ dağılmaya baĢlamıĢ, bilimin ıĢığına tutulma Ģansına eriĢmiĢtir. Ancak doğrudan Abdülhamid ve dönemi üzerine yapılan çalıĢmaların ciddi akademik alakaya mazhar olması için (yurt içinde olduğu gibi yurt dıĢında da) 1970'leri beklememiz gerekmiĢtir. Sultan Abdülhamid'in hemen bütün evrakının toplu halde bulunduğu Yıldız ArĢivi, onun dönemi için olduğu kadar yakın tarihimiz için de vazgeçilmez bir kaynaktır. Niyazi Ahmet Banoğlu'nun deyiĢiyle, "33 sene, Yıldız'da toplanan evrak, 33 sene gizli kalmıĢ bir çok hâdiseleri aydınlatacak, 33 sene maskeli yaĢayanların maskesini düĢürecektir".8
Bugün elimizde hatırı sayılır bir bilgi yekûnu oluĢmuĢtur ama tezler
daha çok belli yönler üzerinde toplanmıĢtır. DıĢ politika, Panislamizm, Arap ve Balkan bölgelerindeki politikalar, milliyetçilikler, muhalefet, eğitim ve iktisat tarihi akademyanın ilgisini tırmalarken, iç politika, merkezin siyasî tarihi, Anadolu'nun sosyal tarihi, Ermeniler ve Kürtler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, din vs. konular Abdülhamid literatürünün kıyısında kalmıĢtır9. Velhasıl, bugün Abdülhamid'i 1930'larda olduğundan çok daha sağlıklı bir gözle değerlendirme Ģansımız doğmuĢ durumda. ÇalıĢmalar bollaĢıyor, zamanla daha kalitelileri ortaya çıkıyor. Sonuçta da tarihin gölgeli alanlarına sürülmüĢ olan "Sultan II. Abdülhamid" portresi güneĢ ıĢığına çıkmaya hazırlanıyor. Ya da François Georgeon'un hoĢ ve alaycı
8 Niyazi Ahmet Banoğlu, "Jurnallerin tarihine umumî bir bakıĢ", Faiz Demiroğlu, age, s. 3. Yıldız Evrakı hakkında doyurucu bir değerlendirme için bkz. Stanford J. Shaw, "The Yildiz Palace Archives of Abdülhamit II", Archivum Ottomanicum, 3, 1971, s. 211-237.
deyiĢiyle söylersek, Sultan Abdülhamid, tam da 1918'de fiziksel olarak ölürken, siyaseten yeniden doğmuĢtur.10 Buradaki "siyaseten" ifadesini, izninizle fikrî ve bilimsel olarak da yeniden doğduğu Ģeklinde düzelteceğim. Kendisini tahttan indiren ekip SarıkamıĢ ve Çanakkale muharebeleri dıĢında gündemden düĢerken, Abdülhamid'in Boğaziçi sahilinde yaptırılan Gökkafes'in inĢasına bir asır öncesinden 'karĢı çıkması'yla çok satan gazetelerin manĢetine oturmasını11 baĢka neyle izah edebilirsiniz ki?
Abdülhamid kendini savunuyor!          
Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, Hakikat susmayacak. Sezai Karakoç1
9 Gökhan Çetinsaya, '"Abdülhamid'i anlamak': 19. yüzyıl tarihçiliğine bir bakıĢ", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Yeni Bir Kavrayışa Doğru, Ġstanbul 1998, Metis Yayınları, s. 139. 10 François Georgeon, Sultan Abdülhamid, Çeviren: Ali Berktay, Ġstanbul 2006, Homer Kitabevi, s. 502. 11 Mesela 4 Mayıs 2004 tarihli Sabah gazetesinin manĢeti ve haber spotu Ģöyleydi: "Gökkafes'in tarihî ayıbı: Tapuda Abdülhamit'ten beri duran 'bina yapılamaz' Ģerhi silinerek inĢa edilen Gökkafes'e Yargıtay Ģoku." Aynı Ģekilde 1 Eylül 2005 tarihli Za- man gazetesinin arka sayfasında çıkan Anadolu Ajansı mahreçli bir haber ise Ģu baĢ- lıkla verilmekteydi: "2. Abdülhamid'den sonra ilk kez mantar meĢesi yetiĢtirildi." Akşam gazetesinin 17 Mayıs 2004 tarihli nüshasının 15. sayfasının manĢetinde ise Ģu haber yer almaktaydı: "Sırp Kralı Milan'ı Osmanlı kurtardı."
SULTAN ABDÜLHAMĠD tahttan indirildikten sonra tarih ve gelecek karĢısında kendisini savunmak ihtiyacını hissetmiĢ olmalı ki, daha Selanik'deki sürgün günlerinde bir kâtibe hatıralarını dikte etmiĢ, ancak haber alınır alınmaz müsvedde halindeki bu kâğıtlara el konulmuĢtur. O gün bugündür bu hatıralar bulunamamıĢtır. Ancak Beylerbeyi Sarayı'nda Alatini KöĢkü'ndekinden daha rahat ve gevĢetilmiĢ bir nezaret altında hatıralarını yazdırmayı baĢarmıĢ ve bunlar Ali Vehbi Bey tarafından Fran- sızcaya tercüme edilerek bastırılmıĢtır. Bunun dıĢında Atatürk'ün de hocası olmuĢ Osman Senai Bey adlı subayın terekesinden çıkan defter de Ġsmet Bozdağ tarafından yayınlanmıĢtır. Ayrıca çeĢitli hatıralar ve özel doktoru Atıf Bey'e söyledikleri de dâhil bazı sözlerini içeren parçalar elimizde bulunmaktadır.
Devrik Sultan hatıralarında hem kendi devrinin zekice bir mu- hasebesini ve savunmasını yapar, hem de tahttan indirildikten sonra vuku bulan olayları yorumlar. Etrafına örülmek istenen kafesi nasıl etkisiz hale
getirdiğini ve 30 küsur yıl sonra kendisini tahttan indiren grubun neleri yok ettiğini gayet veciz bir üslupla dile getirmektedir. Özellikle Meclis'i kapattığı suçlaması karĢısındaki savunması gerçekten siyaset tarihine bir belagat Ģaheseri olarak geçecek nefasettedir. AĢağıdaki sözler ölümünden 11 ay kadar önce yazdırılmıĢtır:
Abdülhamid tarih karĢısında
14 Mart 1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Ne kadar garip bir tecellidir ki, amcam Abdülaziz Han'ı düĢürmek için Avrupa'ya kaçan Genç Osmanlılar, eninde sonunda muradlarına ermiĢler, hem Abdülaziz Han düĢmüĢ, hem de hemen peĢinden açılan 93 Rus savaĢı Rumeli'nin yarısını alıp götürmüĢtü. Tıpkı onlar gibi, beni düĢürmek için Avrupa'ya kaçan Jön Türkler de muradlarına ermiĢler, beni düĢürmüĢler ve girdikleri Cihan SavaĢı'nda da Osmanlı Ġmparatorluğunu elden çıkarmıĢlardır. Her iki gurup da memleketin okumuĢ yazmıĢlarını içine alıyordu. Her iki gurup da Batıcılığa hayrandı. Her iki gurup da memleketin tek kurtuluĢunu meĢrutiyette görüyorlardı. Her iki gurup da emellerine ordunun bir
1 Sezai Karakoç, "Hakikat ve serap", Diriliş, Sayı: 14, Kasım 1970, s. 1.
parçasını vasıta etti. Her iki gurubun da dayandığı ordu da içinden parçalandı. Evet, ne kadar daha garip bir tecellidir ki, ben bu olayların her ikisinin de içinde yaĢadım. Amcamın öfkeyle yapamadığını, ben sabırla yapmayı denedim. Amcamın ceza ile baĢaramadığını, ben bağıĢlayarak elde etmeye çalıĢtım. Ama yine de muvaffak olamadım! Ve daha garip bir tecelliye bakınız ki, "Genç Osmanlılar"ı da, "Jön Türkler"i de Osmanlı Ġmparatorluğunu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi! Bunların dediği yapılırsa Osmanlı Ġmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asıl- mazsa batacaktı! Ġki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve iĢte battık! Bari son kalan bir avuç vatan toprağında yaĢayanlarının gözleri açıldı mı?... ĠnĢaallah! Evladım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati koskoca yeryüzünü gezip tozdukları halde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdad kanıyla sulanmıĢ koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar! Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, Ġngilizler, Fransızlar, Ruslar, hatta Almanlar ve Avusturyalılar, yani bütün büyük Avrupa devletleri menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuĢlardır; düĢmandılar. Görüyorlardı ki, bu devletler birbirleriyle dalaĢıyorlar ama Osmanlıları üleĢmekte anlaĢıyorlardı. AnlaĢamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu halde, bu düĢüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir manâ çıkaramıyorlardı? Söyledim, yine söyleyeceğim; anlattım, yine anlatacağım, düĢünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi birçok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiĢtir. Böyle bir ülkede MeĢrutiyet, ülkenin unsur-ı aslîsi (temel unsuru) için ölümdür. Ġngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezayirli mebus var mıydı ki, Osmanlı parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap mebusu bulunmasın istemeye kalkıyorlar! Hayır bunca okumuĢ, düĢünmüĢ, kendisini davasına vermiĢ vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sadece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evladı çekti; hem öldüler, hem vatandan oldular!2
Ölümünden 1 yıl önce, üstelik de 8 yıldır hemen hemen kim Ģeyle doğru dürüst fikir teatisinde bulanmamıĢ birisinin sözleri dir bunlar. Hala ülkesinin selametine adamıĢlık tüten bu satırla rı kaleme alan Ģahsın basit, sıradan bir mantıkla çözümleneme yecek kadar karmaĢık bir dünyası
2 Hazırlayan: Ġsmet Bozdağ, Abdülhamid'in Hatıra Defteri: Belgeler ve Resimlerle, 5. bas kı, Ġstanbul 1975, Kervan Yayınları, s. 59-61.
olduğu muhakkak. Bu satırları yazmak, hele kendisi tahttan indirildikten ve ülkenin bir felakete doğru gittiğini gördükten sonra dahi "eden bulur" dememek, bu kadar insaflı bir dille konuĢmak herkese nasip olacak bir ruh yüceliği değil çünkü.
Belki Ģartların gereği olarak devletin ve ülkenin bütünlüğünü muhafaza etme dirayetini gösteren sert bir padiĢahın yönetimine büründüğü söylenebilir iktidarı. Bu aĢamada kendisini meĢruiyet zemininde ve vicdanen rahat hissetmeye sevk eden unsur da büyük ölçüde halkla kurduğu derin bağlantıda gizli bence. Sultan Abdülhamid, yabancılaĢmıĢ eliti ve FrenkleĢmiĢ bürokrasiyi tasfiye ederek kendisini halkla yüz yüze getirmeye çalıĢmıĢtı. Ancak burada resimlerini resmi dairelere astıran dedesi II. Mahmud'la da yolları ayrılmıĢtı. Torun padiĢah, görsel olarak Ģahsım ortaya sürmüyor, hatta -belki hatalarından biri de buydu- kendisini tam bir inzivaya gömüyordu Yıldız Sarayı'nın kalın ve yüksek duvarları arkasında. Ancak bu kamusal alandan çekiliĢ, onun zıddı bir mekanizma ile telafi ediliyor, sureti değil ama 'görünmez eli' tedavüle giriyordu. Burhan Felek'in anlattığı sünnet düğünlerinde çocuklara altın göndermekten tutun da kıĢın yakıt sıkıntısı çeken haneleri tespit ettirerek odun kömür yardımı organize etmesine kadar o her yerdeydi. Hafiyelik sistemi de bunun bir parçasıydı aslında ve zannedildiği gibi her zaman da kötüye kullanılmamıĢtır, halkın ve özellikle memurların üzerinde bir büyük gözün hangi Ģenaatlere engel olduğu ve hangi iyilik bekleyen insanlara yardım ulaĢmasını sağladığı, jurnalleri göz ucuyla okurken daha görebilirsiniz. Kabul edelim ki, Viyana'daki elçinin at arabası koĢumlarının tamir ve değiĢtirilmesinden tutun da devlet dairelerindeki sobaların kurulmasına kadar inanılmaz çeĢitlilikteki iĢ de bu büyük
gözün denetimi sayesinde yürüyordu. Ve yine yüzeysel bir okuma bile, Abdülhamid'in bazılarıyla çalıĢmak zorunda kaldığı bürokratların rezaletlerini ortaya koymaya yeterlidir. Nitekim onun devrinde bir Ģey zannedilen adamlar, arkalarındaki itici kudret ortadan kalktıktan sonra ya ortadan kaybolmak ya da silinmiĢ bir yüzle gezmek zorunda kalmıĢlardı. Tabii ileride görebileceğimiz gibi bütün marifeti vaktiyle ondan ihsan koparmak olanlar ile yine bütün marifeti ona küfrederek bir yerlere gelmek olanların da akibeti aynı olacaktı.
BeĢiktaĢ'ta bomba patladı: 26 ölü, 58 yaralı!          
...MüthiĢ bir infilak duyulmuĢ, insanlar, hayvanlar parça parça göğe fırlamıĢ, ortalığı bir duman sarmıĢ, yaverler kaçmıĢ, devlet erkânı camie sığınmıĢ, yerinde duran padiĢah... Avlonyalı Ferid PaĢadan naklen
2003 YILI RAMAZAN'INI cehenneme çeviren bombalara eskiden beri aĢina bir Ģehirdir Ġstanbul. Bu bombalardan birisi, bundan 101 yıl önce BeĢiktaĢ'ta, Barbaros Bulvarı üzerindeki Yıldız veya o zamanki adıyla Hamidiye Camii'nin avlusunda patlamıĢtı. Sultan II. Abdülhamid bu suikastten kılpayı kurtulmuĢ ama -Ġstanbul'da Kasım 2003'deki iki bombalama olayıyla ĢaĢırtıcı bir benzerlik!-120 kilo ağırlığındaki bomba 3'ü asker olmak üzere 26 kiĢinin ölümüne, 58 kiĢinin de yaralanmasına yol açmıĢtı. Günlerden 21 Temmuz 1905'dir. II. Abdülhamid'in Cuma se- lamlığındayız. Cuma namazı bitmiĢ, özellikle ecnebi meraklılar tarafından büyük bir heyecanla beklenen an gelmiĢtir. Sultan Abdülhamid caminin çıkıĢ kapısına doğru ilerlerken bazı vekil ve vezirleriyle konuĢmuĢ, onlara iltifatlarda bulunmuĢtur. Tam kapıdan çıkacakken bu defa da sevgili ġeyhülislamı Cemaleddin Efendi'yle ayaküstü bir meseleyi konuĢacağı tutmuĢtur. DıĢarıda kendisini hangi korkunç sürprizin beklediğinin tabii ki farkında değildir o sırada.
Ermeni sosyalistinin huzura attığı bomba Bizzat suikastçılar Yıldız Camii'nin avlusunda PadiĢah'ın dıĢarı çıkmasını beklemektedirler. Gecikme, onları da iyice meraklandırmıĢtır. Çünkü Cuma selamlıklarına defalarca gelip gitmiĢler ve PadiĢah'ın caminin dıĢ kapısına 1 dakika 42 saniyede ulaĢtığına varıncaya kadar her Ģeyi inceden inceye hesaplamıĢlardır. Ne var ki, Sultan Abdülhamid'in tam kapıdan çıkarken Cemaleddin Efendi'yle yaptığı o ayaküstü sohbet, bütün plan- larını alt üst edecektir. 29 yaĢındaki Belçikalı sosyalist Charles Edward Jorris, Fransa'daki eylemleri sırasında Ermeni tedhiĢçileriyle tanıĢmıĢ ve onların daveti üzerine Ġstanbul'a gelerek Beyoğlu'nda Moravic Apartmanı'na yerleĢmiĢtir. O ve diğer Ermeni suikastçılar, önce Beykoz'da Abraham PaĢa korusunda, sonra Polonezköy'de çeĢitli defalar bomba denemelerinde bulunmuĢlar, ardından da Yıldız'da PadiĢah'ın geçeceği yol üzerinde bir ev kiralayarak planlarına nihai Ģeklini vermiĢlerdir. Bunun üzerine Viyana'da özel bir araba imal ettirmiĢ ve arabacının oturma yerinin altına patlayıcıyı yerleĢtirebilecekleri gizli bir bölme yaptırmıĢlardır.1 Bu arabayı Yıldız Camii'nin avlusuna kadar sokmayı baĢaran (özel izinle alınan bu kısma koskoca arabanın nasıl girdiği daha sonra kafaları epey karıĢtıracaktır) suikastçılar, saatli bombayı padiĢah kapıda görünür görünmez harekete geçirmiĢ ama o "bir anlık gecikme" yi hesaplayamamıĢlardır.
Ġstanbul'u sarsan patlama Ardından, Boğaz'ın Avrupa yakasını Fatih'e kadar sarsan ve Maçka, NiĢantaĢı gibi semtleri yerinden oynatan müthiĢ bir infilak sesi ile sarsılır Ġstanbul. "Dijital kamera" yerine olay yerinin kanlı manzarasını Necip Fazıl'ın dumanlı kalemi yansıtsın bize isterseniz:
Gündüzü geceye çeviren bir duman, baruttan yayılan ölüm kokusu ve hemen arkasından bir harp sahnesi manzarası... ParçalanmıĢ bir sürü insan, at ve araba... Camide ne cam, ne pancur... Parmaklıklar üstünde kopuk insan ve at uzuvları, yerlerde sahiplerini kaybetmiĢ sorguçlu kalpaklar, baltayla doğranmıĢ gibi paramparça cesetler... Ve... Ve feci bir panik... BoğuĢma halinde bir kaçıĢma... Ana-Baba günü...2
1 Cemal Kutay, Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir İnsanımız: Hüseyin Rauf Orbay (1881-1964), cilt: 1, Ġstanbul, 1992, Kazancı Yayınları, s. 549.
 Ya bu korkunç manzara karĢısında adı "korkak" a çıkartılan Sultan Abdülhamid nasıl davranmıĢtır dersiniz? Tam bir Osmanoğluna yaraĢır Ģekilde. Olayı soğukkanlılığını asla yitirmeden sükûnetle izlemiĢ, telaĢa ve paniğe kapılmıĢ olan yetkilileri ise "Korkmayın!" diye yatıĢtırıp gerekli emirleri verdikten sonra sert ve vakur adımlarla saltanat arabasına yönelmiĢ ve patlamadan ürkmüĢ olan atların dizginini ele alarak arabasıyla dörtnala Yıldız Sarayı'nın yolunu tutmuĢtur. Onun bu metanetine yerli ve yabancı seyirciler, bu arada Amerikalı Bahriye Generali Bucknam (Bagnam) PaĢa da hayran kalmıĢ ve misafirler arasından "YaĢa Sultan!" sesleri yükselmiĢtir.
Suikasti çok planlı olarak hazırlayan Ermeni tedhiĢçilerinin hesabı Ģuydu: Suikast baĢarılı olsaydı, arkasından Beyoğlu'nda patlamalar birbirini takip edecek, kargaĢalık çıkartılacak, bunu dıĢ güçlerin müdahalesi izleyecek ve Doğu'da bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasının ilk adımları böylece atılmıĢ olacak-
Tevfik Fikret'in alnındaki kara leke
Dürüstlük ve vatanperverliği özellikle sol aydınlar tarafından her fırsatta gözümüze sokulan Ģair Tevfik Fikret, Yıldız suikastının hedefine ulaĢamayıĢına fena halde içerlemiĢ ve yazdığı "Bir lahza-i teahhur" (Bir anlık gecikme) adlı Ģiirinde suikastçı Jorris'i "Ģanlı avcı", kendi yöneticisini ise alçak (denî) ve zalim olarak göstermiĢtir. ġiirden birkaç beyit, edebiyatçımızın Abdülhamid'e olan kini yüzünden Ermeni TaĢnak örgütünün yanında yer alacak kadar nasıl alçaldığını göstermek için yeterlidir (dâm, tuzak demektir):
Ey şanlı ava, dâmını beyhûde kurmadın; Attın... fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!... Kanlarla bir cinayete benzeyen bu iş Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
ĠĢte aynı Tevfik Fikret'in, 1891 yılında Mirsad dergisinin açtığı yarıĢmada Abdülhamid'e övgüler düzen Ģiiriyle birinciliği kazandığını, Malumat dergisinde ise 1894'de yine Sultan Abdülhamid'i öven bir Ģiirinin yayınlandığını biliyor muydunuz? Yani yaklaĢık 10 yıl önce Fikret, Ermeniler
2 Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, 3. baskı, Ġstanbul, 1977, b.d. yayınları, s. 312-313.
tarafından vurulmadığına dövündüğü aynı padiĢahı yere göğe sığdıramıyordu.  
tı. Ama o birkaç dakikalık gecikme büyük planlarını suya düĢürmüĢ oldu. Kaçabilenler o kargaĢalıkta Sirkeci Garı'ndan trenle Avrupa'ya giderek paçayı kurtarmıĢlar ama Jorris ve hempaları derhal yakalanmıĢtır (karısı Anna da kaçmayı baĢaranlardandır). Bir soruĢturma komisyonu kurulmuĢ (bu arada, Necip Fazıl'ın dedesi Cinayet Mahkemesi Reisi Hilmi Bey de komisyonun üyelerindendir), Abdülhamid, mahkemenin tarafsızlığına Ģüphe düĢürmemek için sorgu yargıçlığı ve azalıklarında Rum, Ermeni ve Musevi hâkimler bulundurulmasını irade etmiĢ ve yargıla- Abdülhamid'e duyuları kin insana neler yaptırıyor? Tevfik Fikret'in talihsiz manzumesi bir iĢ kazası gibi görülmemeli. Bir lahza-i teahhur", devrin aydınlarının Saray'a bakıĢını yansıtan puslu da olsa- bir aynadır sonuçta. Nitekim bu olayın üzerinden 45 yıl geçtikten sonra bile bir süreli yayında Fikret kini'nin nasıl büyük bir inatla devam ettiğini görüyoruz. Yazar, Abdülhamid'in Cuma namazı kılmadığını, herkes namazını kılarken padiĢahın hünkâr mahfelinde sigara tellendirdiğini(!), kendisine verilen jurnalleri okumak için Cuma vaktini seçtiğini utanıp sıkılmadan yazabilmiĢtir.
Lakin Ģimdi anlatacaklarımın yanında bu bile hafif kalır. Hilmi KirtiĢ adlı yazar, Yıldız'da bombanın patlamasını hakkında Ģunları döktürüyordu:
Ne oluyordu? Bu, her halde bir suikasttı. Fakat Abdülhamit ölmüĢ müydü? Acaba millet bu zalimden kurtuldu mu?... YeĢil parmaklıklar kıpkırmızı kan ve et parçaları içindeydi. Bombanın tesiriyle fırlıyan insan etleri hep duvara, parmaklıklara yapıĢmıĢtı. Abdülhamit bütün bu etler arasında bir heyulâ-yı istibdat gibi camiden çıkarak sarayına dönmüĢ, tahkikat, nefi[y]ler, hapisler, cezalar icrası için emirler vermiĢti.3 Yazının devamında bomba eyleminin Osmanlı milletini Abdülhamid'in zulmünden kurtarmak için bazı Ermeni vatandaĢları tarafından "bin türlü müĢkülâtla" gerçekleĢtirildiğinin anlaĢıldığı belirtilmekte ve Ermeniler "cesur" sıfatıyla alkıĢlanmaktadır. Yani yazar, terörzedelere acıyacağına, terörist Ermeni eylemcilerin bombayı patlatmak için ne büyük zorluklar çektiklerini anlatmayı tercih etmektedir! Belki Fikret'i anlayabilirim ama olayın üzerinden 45 yıl geçtikten sonra bile kendi ülkelerinin eski de olsa bir devlet baĢkanına atılan bombayı alkıĢlayan
3 Hilmi KirtiĢ, "Abdülhamide atılan bomba", Aylık Ansiklopedi, Sayı: 2, Ağustos 1949, s. 19.
eller, üstelik yakın tarihinde Ermeni ihanetini yaĢamıĢ bir ülkede yazar diye boy gösterebilmektedir ya. Pes!
"Bir anlık gecikme"nin gerçek sebebi
Hemen bütün kaynaklarda bu bir anlık gecikmenin (Fikret'in deyiĢiyle, bir lahza-i teahhur'un) sebebini PadiĢah'ın Cemaleddin Efendi'yle biraz daha sohbet etmek istemesinden, hatta 'gevezeliğinin tutması'ndan kaynaklandığı belirtilmektedir. Ancak, devrin Sadrazamı Avlonyalı Ferid PaĢa'nın oğlu Celaleddin Velora PaĢa'nın bizzat babasından naklettiğine göre, ġeyhülislam, o sırada Ġstanbul'a gelmiĢ bulunan Mekke Emiri'ni namaza getirmiĢ ve namazdan sonra PadiĢah'a bu uğurlu misafiri müjdelemeye teĢebbüs etmiĢ, Abdülhamid de emiri hemen tanımıĢ ve elini öpmesine müsaade etmiĢ, iltifat olarak da, "HoĢgeldiniz Emir Efendi, Âsitanemize (Ġstanbul'a) safalar getirdiniz, Haremeyn halkınız iyidirler inĢaallah?" demeye kalmadan o müthiĢ infilak sesi duyulmuĢtur. Küçük bir ayrıntı belki ama Fikret'in o kadar dövündüğü o gecikmenin sebebi olarak bu açıklama bana daha makul göründü. Bkz. Anlatan: Avlonyalı Ferid PaĢa'nın oğlu Celaleddin PaĢa (Velora), Yazan: Samih Nafiz Tansu, Madalyonun Tersi, Ġstanbul, 1970, Gür Kitabevi, s. 18-19.  
ma sonunda içlerinde Jorris'in de bulunduğu 11 kiĢi idama, 46 kiĢi de çeĢitli cezalara çarptırılmıĢlardı. Ya sonra? Sonrası daha ilginç aslında. Sultan Abdülhamid'in insan israf etmeyi sevmeyen bir 'sarraf olduğunu bu olaydan da anlıyoruz. Diğerleri gibi, suikastın ele baĢısı olan sosyalist Jorris de affedilmiĢ, af ne kelime, cebine 500 altın harcırah konularak bu defa Sultan Abdülhamid'in sâdık bendelerinden birisi olarak Avrupa'ya iĢbaĢına gönderilmiĢtir! Bir suikastçi, belki de dünya tarihinde ilk defa, suikast düzenlediği kiĢi tarafından iĢe alınmakta ve ödüllendirilmektedir! Soğukkanlı Sultan Abdülhamid'in insan kaynakları meselesine bakıĢına dair minik bir örnek bu sadece... Jön Türkler ve Mason iktidarı  
       
1910'da Arnavutluk'taki ihtilâlin bastırılmasında ben de görevliydim. KarĢılaĢtığım Alman gazetecilerin, "Türkiye'de mason olmayana hayat hakkı verilmiyormuĢ, bütün zabitler [subaylar] Mason olmuĢ" diye endiĢeli sualler sorduklarına Ģahit oldum. Kâzım Karabekir
BU DEFA JOSEPH BREWDA'NIN 1994 yılında Schiller Enstitüsü'nde verdiği bir konferansa dayanarak Osmanlı'da Mason iktidarının oluĢumuna ve Abdülhamid'in iktidardan uzaklaĢtırılmasındaki etkilerine farklı bir pencereden bakmaya çalıĢacağız. 1865, ilk anayasamızı yazacak olan "Yeni Osmanlılar" cemiyetinin kurulduğu tarihtir. Kendisi de bu cemiyetin üyelerinden birisi olan Ebüzziya Tevfik, cemiyetin kuruluĢunda ilginç bir noktaya dikkatimiz çeker. Haziran ayının bir Cumartesi günü akĢamı Tansu Çiller'le yeniden meĢhur olan Yeniköy semtinde Ahmed Bey adlı bir arkadaĢlarının yalısında toplanır ve ertesi gün de Belgrad ormanlarında pikniğe çıkarlar. O Pazar günü, Osmanlı tarihinin sonraki safhalarını derinden etkileyecek olan hareketin fünyesi çekilir. Toplantılarda yanlarına aldıkları birkaç kitap vardır. Bunlardan birisi, Karbonari Ġnkılab Cemiyeti hakkındadır, diğeri ise Lehistan (Polonya) Gizli Cemiyeti hakkında. Dev ağaçlar altına serilmiĢ hasırlara oturan bu 6 gencin ellerindeki Karbonari Cemiyeti'nin esasları, Yeni Osmanlılar'ın da örgütlenme ve stratejisine temel teĢkil etmiĢtir. Peki nedir bu Karbonari? Karbonari, 'Kömürcüler' demektir. 19. yüzyıl Ġtalya'sında kurulan gizli devrimci örgütlere bu adın verilmesi, kömürcüler gibi ormanlarda saklanarak toplantılar yapmalarından kinayedir. Amaçları, Ġtalya'nın
bağımsızlığı ve parlamenter bir sisteme geçmesidir. Nitekim sonuncusu 1848'de patlak veren çeĢitli ayaklanma ve devrimleri örgütlemiĢ ve kısa bir süreliğine de olsa, bir Roma Cumhuriyeti kurmaya muvaffak olmuĢlardır. Ancak Fransız Ġmparatoru III. Napolyon'un kuĢatmasına dayanamayan bu cumhuriyetin kurucuları, baĢta Guissepe Mazzini olmak üzere sürgüne gönderilmiĢ ve çalıĢmalarını dıĢarıdan sürdürmüĢlerdir.
ġimdi bu Mazzini nam zata dikkat buyurula. Zira kendisi, bu cemiyetin fikir ve eylem babalarından olup gayesine ulaĢabilmek için gerekirse terör de dâhil pek çok kanunsuz yola baĢvurmakta sakınca görmemiĢ gözüpek bir adamdır... Ancak bir özelliği daha var: Hem ileri derecede bir Mason, hem de Karbonari'yi Masonluk tarzında örgütlemeye giriĢmiĢ bir lider. Ġngiltere, Amerika ve Rusya dâhil pek çok ülkede ajanları olan Mazzini'yi kâh Amerikan Ġç SavaĢı'nda görüyoruz, kâh Rus Çarı II. Alexan-der'a suikast düzenlerken. 1872'de ölüyor gerçi ama ajanları faaliyette berdevamdır. Nitekim tam da Osmanlı Devleti'nin ilk anayasasının ilan edildiği 1876'da, Karbonari'nin de desteğiyle Türkiye'de Abdülaziz tahttan indiriliyor, öldürülüyor, dana önce Mason yapılan V. Murad tahta çıkartılıyor ama üç ay sonra onun da cinneti iyileĢmeyince yeni bir darbe ile ġehzade Abdülhamid, MeĢrutiyet'i ilan etmesi ve seçimleri yapması Ģartıyla tahta çıkarılıyor. Bu, tarih kitaplarımızda o kadar sorunsuz, tereyağından kıl çekercesine baĢarılmıĢ bir 'operasyon' gibi anlatılır ki, insan hareketin dıĢ bağlantılarından neredeyse hiç Ģüphelenmez. Oysa bu bir yılda üç taht değiĢiminin hikâyesi, inanılmaz bir gizli iliĢkiler ağının içine düĢürür bizi. Hareketi gerçekleĢtirenlerden Serasker Hüseyin Avni'nin bir Ģeyden haberdar olmadığı belli. Zaten kendisi MeĢrutiyet'e karĢı olmasıyla tanınıyor ve bir kin cinayetine kurban ediliyor. Midhat PaĢa ne yaptığını bilen birisi gibi ama o da içine itildikleri mücadelenin giriftliğini kavrayacak dirayet mahrum. Nitekim ilk yaptığı iĢlerden birisi, arkadaĢı Namık Kemal'i bir mutasarrıflığa göndererek ondan kurtulmak oluyor. Yani I. MeĢrutiyet'i ilan ettiren kadro, birbirini yemekle meĢgul. Ancak gerek Karbonari, gerekse Ġngiliz BaĢbakanı Lord Palmerston'un desteğinde harekete geçen B'nai B'rith adlı Yahudi örgüt çoktan iĢin kaynağına oturmuĢ durumdadır.
ĠĢte Abdülhamid Han'ın büyüklüğü burada karĢımıza çıkar. Hem Midhat Efendi'yi tasfiyesi, hem de Masonik güçlerin ellerini kollarını bağlaması, kendi usulünce yasaklatması ve üyelerini takip ettirmesi, hatta zaman zaman hücre evlerine baskınlar düzenletmesi sayesinde Osmanlı ekonomisinin ve kültürünün ana damarına hakim olacak bir Ġngiliz-Yahudi palazlanmasına iktidarı süresince izin vermez. Nitekim bu yüzden de adı, "Kızıl Sultan" a çıkar. Bunun intikamı, 30 yıllık bir aradan sonra 1908'de alınacaktır.
Hürriyet vaadleriyle iktidara gelen Ġttihadcıların giderek Türkçülüğe yönelmelerini, araĢtırmacı Joseph Brevvda, arkalarındaki Ġngilizlerin oyununa bağlıyor. Yani Türkçülük, Turancılığa dönerken Rusya'yla Osmanlı'yı karĢı karĢıya getiriyordu. Öte yandan Ġngiliz gizli servisi, casus Lawrence eliyle Arapçılığı, casus Seton-Watson eliyle Sırpçılığı, Lady Dunham eliyle Arnavutçuluğu, Noel Baxton eliyle de Bulgar milliyetçiliğini körüklüyor ve Osmanlı Devleti'nin parçalanması için gereken bütün Ģartları hazırlıyordu. Aynı zamanda Türkiye, Ġran ve Rusya'dan alınacak topraklarla bir "Büyük Ermenistan" muzu ortaya atılıyor ve kapıĢma seyrediliyordu. Bir hayaldi bu tabii. YaĢaması mümkün olmayan suni bir hayal. Kendileri de biliyordu bunu. Arkasından bölgeyi birbirine katmak için bir "Büyük Kürdistan" muzu atıldı ortaya. ĠĢin garibi, nasıl oluyorsa her iki "Büyük" devletin de sınırları neredeyse milimi milimine öpüĢüyordu. Böylece Müslüman Kürtlerle Hıristiyan Ermenileri birbirine düĢürüp bunların birbirini kırmalarından paniğe kapılıp tehcire baĢvuran Osmanlı'yı suçlu ilan edecek ve asıl gayelerine eriĢeceklerdir: Kutsal topraklar ve petrol, emperyalizmin ellerindedir artık! Bütün bu gürültü patırtı içinde iĢini yürütenler yok değildi. Mesela B'nai B'rith'in Selanik'deki üyelerinden Musevi lider Emanuel Karaso, Jön Türk hareketini ustaca manevralarla Masonluğa bağlayan halka olacaktır. Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmeye giden ekip, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptanı, Laz Arif Hikmet ve Karaso'dan oluĢuyordu ve Son Sultan da asıl bunu hazmedemiyordu. 1876'daki Ģartları hatırlamıĢtı. îttihadcılar Serasker Hüseyin Avni'den de ders almamıĢlardı anlaĢılan.
Emanuel Karaso, I. Dünya SavaĢı'na sokulan Osmanlı ordusunun iaĢe müfettiĢliğini kapmıĢ ve bu iĢten yüklü bir servet kazanmıĢtı. Ancak savaĢ suçlularının yargılanacağı belli olunca, o da diğer vatan kurtaran arslanlarımız gibi yurt dıĢında alacaktı soluğu. 1919'da Ġtalya'ya kaçtı ve orada, kazandığı serveti ölünceye kadar harcadı. Sonradan anlaĢıldı ki, Karaso, Ġtalyan vatandaĢıymıĢ! Mazzini'nin büyük planı, belki de bir tek yerde, Osmanlı'da baĢarılı olmuĢtu. Abdülhamid'i hal' etmek üzere saraya gelen bu ilginç karmanın röntgenini Yılmaz Öztuna Ģöyle çekmektedir:
Karaso, Ġtalya'dan para alan bir casus olup, Libya'nın Ġtalya tarafından yutulmasında meĢ'um bir rol oynamıĢ, sonradan Ġtalya'ya kaçmıĢ bir vatan hainidir, Jandarma paĢası olan Es'ad Toptanı, birkaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavut istiklâli için silah çekmiĢ ve sayısız Türk'ün kanma girmiĢ bir adamdır. Aram Efendi'nin Ermeni ihtilâl komiteleri ile yakın ilgisi malûm olup Sultan Hamid'den Ermeniler'in intikamını almak için hey'ete sokuĢtulmuĢtur. Arif Hikmet PaĢa, sonraki yıllarda karanlık siyâsî hayatı olan bir denizcidir.1
1 Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt 7, Ġstanbul 1978, Ötüken Yayınevi, s. 233.
Abdülhamid'in Çin çıkarması        
Çin'deki temsilcimiz bana Abdülhamid'in Çin Müslümanlarını Sünni mezhebine bağlamak için gösterdiği gayretler hakkında bazı bilgiler ulaĢtırdı. M. Bapot, aynı zamanda merkeze gönderilen iki Türk ulemadan müteĢekkil heyetin elde ettiği neticeleri ve elçiliğimizin kendilerine göstermiĢ olduğu iyi hizmeti de bildirmiĢtir. Bir Fransız diplomatının mektubundan1
YALNIZ ABDÜLHAMĠD HAN'IN hatırasını değil, bütün tarihimizi kötürüm eden bu zincirleri kıracak, bu kafesten çıkacağız. Zira küresel çağda kendimiz olabilmek ve kendimiz kalabilmek için mecburuz buna. Bir yüzümüz olması ve bu yüzün yerinde kalması için mecburuz. Geleceği olan bir ülke ve toplum olabilmek için mecburuz... Beyinlerimize öylesine kolu kanadı budanmıĢ, zavallı ve aciz hale getirilmiĢ bir tarih 'kakalanmıĢ' ki, bu büyük atlasın neresine dokunsam, kucağıma adeta hazineler yağıyor. O zaman da, 'ġu sararmıĢ resimdeki acuzeden iĢbu yiğitlik destanları nasıl sâdır olabildi?' diye derin düĢüncelere dalıyorum ister istemez. Mevcut algı kapasitemizi fersah fersah aĢan ve havsalamıza sığmamakta direnen bu "muazzam resmi" anlamakta ve anlatmakta ne kadar zorluk çektiğimi sizler de fark ediyorsunuzdur.
Barbaros'un Fransa'daki Toulon'u küçük bir Osmanlı Ģehri haline getiriĢini veya Macaristan'daki Osmanlı müderrislerinin entelektüel kapasitelerini hatırlayalım bir an. Ve Avrupa Birliği rüyasından uyanıp gözlerimizi bu defa ıĢığın geldiği canibe, yani Doğu'ya çevirelim ve
1 Aktaran: Ġhsan Süreyya Sırma, II. Abdülhamid'in İslam Birliği Siyaseti, Ġstanbul 1985, Beyan Yayınları, s. 87.
yıkıldı-yıkılıyor denildiği bir çağda Osmanlı misyonunun Pasifik sahillerine nasıl dayandığına Ģahit olalım. Bakalım ve görelim, çöken Ģey, Osmanlı mıymıĢ yoksa düĢünme kapasitemiz mi?
KaĢgar'da dalgalanan Osmanlı bayrağı Yıllardan 1873, aylardan Haziran'dır. Doğu Türkistan'ı Çin istilasından kurtarmak için destansı bir mücadeleye giriĢen Seyyid Yakup Han, yeğeni Hoca Töre'yi Ġstanbul'a elçi olarak gönderir. Hoca Töre, elinde Farsça bir mektupla huzura alınır. Mektupta, Yakup Han'ın ve halkının, yeryüzündeki Müslümanların koruyucusu olan padiĢahın engin kanatları altına sığınmak istediklerini belirten sözleri, Abdülaziz'in duygulu dünyasında yankılanmakta gecikmemiĢtir. Nitekim Elçi'nin, mektubu okuduktan sonra, sözlü olarak, ülkesinin içinde bulunduğu vahim durumu anlatması ve askerî yardım talebinde bulunması üzerine Abdü- laziz'in direktifiyle derhal yardım hazırlıklarına baĢlanmıĢtır. Dünyada nerede mazlum bir halk varsa, Osmanlı'nın gönlü ve eli oradadır. Hele ki bu halk, Müslümansa. Ta KaĢgar'dan kalkıp gelmiĢ bu mazlum heyetin mi yardım talebini karĢılıksız bırakacaktır Osmanlı? Derhal harekete geçilir ve Tophane MüĢiri Ali Said PaĢa ile Umum Fabrikalar Nazırı Seyyid PaĢa, yardım iĢini organize etmekle görevlendirilir. Ġmkânlar mimkânlar önemli değildir. HerĢey, bir Müslüman'ın bir nefes daha fazla alabilmesi içindir. Sonunda 'yardım paketi' açıklanır: Bütün alet edevatıyla birlikte 6 adet Krupp topu, bin adedi kullanılmıĢ, bin adedi ise yeni olmak üzere toplam 2 bin tüfek ile kapsül ve barut imaline mahsus tezgâh ve sair aletler... Ġyi de bu aletleri kimler ve nasıl kullanacakta? Bu da düĢünülmüĢtür elbette. Mermi imal etmeyi bilmeyen ve hayatlarında ilk defa bu topları kullanacak olan Doğu Türkistanlılara yardımcı olmak ve onları, nizamî bir savaĢa hazırlamak için 4 muvazzaf, 4 de emekli subay, Enderunlu Murad Efendi'nin baĢkanlığında ta KaĢgar'a gönderilecektir. Adları tarihimize altın harflerle yazılması gereken bu subaylarımızdan 4'ünün isimlerini biliyoruz: Ġstihkâm Subayı Ali Kâzım, Piyade Subayı Mehmed Yusuf, Süvari Subayı Çerkes Yusuf ve Topçu Subayı Ġsmail Hakkı beyler.
KaĢgar elçisi Hoca Töre'yle birlikte yola düĢen bu Osmanlı savaĢ timini taĢıyan gemi, SüveyĢ Kanalı'ndan geçerek Hint Okyanusu'na açılmıĢ ve Hindistan'ın Bombay Ģehrine varmıĢ, heyet, getirdiği yardım malzemeleriyle karaya çıkmıĢtır. Ġngilizlerin önlerine çıkarttığı binbir müĢkilat ve eziyeti güç bela atlattıktan sonra nihayet KaĢgar'a varmıĢlar ve Müslümanların sevgi gösterileri ve gözyaĢları arasında Ģehre girmiĢlerdir. Seyyid Yakup Han'ın 100 pare top atıĢıyla selamladığı Osmanlı yardım heyeti, bu geliĢiyle Orta Asya Ġslam âlemine adeta yeni bir hayat aĢılamıĢtır. Doğu Türkistan'a gönderilen ay-yıldızlı Türk bayrağı, KaĢgar semalarında dalgalanmakta, hutbe Osmanlı padiĢahı adına okutulmakta ve basılan paralarda Osmanlı hakimiyeti açıkça belirtilmektedir.
Çin'de Nizam-ı Cedid askeri Osmanlı subaylarının KaĢgarlı gönüllülerden oluĢturdukları askerî birliklerin eğitimi ise ayrı bir fasıldır. YüzbaĢı Ali Kâzım Efendi'nin askerlikle iliĢkisi olmayan kimselerden bir topçu taburu teĢkil ettiğini, bu taburun kısa sürede "Ġstanbul askeri" gibi eğitimli hale getirildiğini, ayrıca 3 bin neferden ibaret bir alay kurarak bunlara "Nizam-ı Cedid askeri" adını verdiğini, dönüĢte sunduğu rapordan öğreniyoruz. Doğu Türkistan'daki bağımsızlık mücadelesinin dönüm noktalarından birindeyizdir ve bu mücadeleye Osmanlı subayları da katılmıĢlardır. Nizami savaĢı öğretirler, taktik verirler, top-tüfek kullanma ve mermi imal etme tekniklerini Çinli Müslüman askerlerine aĢılarlar. Ve, iĢin acısı, günün birinde esir düĢerler Çinlilerin eline. Zindana atılırlar. Ayaklarından zincire vurulurlar; sırtlarında kamçılar Ģaklar, tırnaklarına demirden iğneler saplanır. ĠĢkence faslı tam 33 gün geceli gündüzlü sürer. Nihayet tam baĢları kılıçla gövdelerinden ayrılacağı sırada Çinlilere sığınmıĢ bir Doğu Türkistanlı valinin araya girmesiyle kurtulup Ġstanbul'a, görevlerinin baĢına dönme imkânını bulurlar.
Abdülhamid'in Çin çıkarması Sultan Abdülhamid, Ġslam Birliği (İttihad-ı İslam) siyasetini, özellikle emperyalist devletlere karĢı bir koz olarak kullanmıĢ ve bunda da büyük ölçüde baĢarılı olmuĢtur. Kendi Ģemsiyesi altına, yalnız sınırları
dahilindeki Ġslam halklarını değil, aynı zamanda baĢka bayraklar altında yaĢamak durumunda kalmıĢ ümmet-i Muhammed'i de almak için yoğun bir çaba içerisine girmiĢ görüyoruz onu. Faaliyetleri, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Fas'tan Uzak Doğu'ya, hatta Amerika BirleĢik Devletleri'ndeki Müslüman misyonerlerin çabalarım desteklemeye kadar uzanmıĢ görünüyor. Bu amaçla tarikatleri de kullanmaktan geri kalmadığım biliyoruz (mesela Afrika'nın savunmasında Sunusîleri2). Çin Müslümanlarına Osmanlı yardımlarından mahrum kaldığını düĢünüyorsanız yine yanılıyorsunuz. Koskaca bir Abdülhamid
Çin Müslümanları ve Abdülhamid Han'la ilgili notlar
II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti'nin Çin Müslümanlarıyla iliĢkileri hususunda geniĢ bilgi için bkz. Ġhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi (Ġstanbul 1998, Beyan Yayınları, s. 15 vd. ve 99 vd.) ve II. Abdülhamid'in İslam Birliği Siyaseti (Ġstanbul 1985, Beyan Yayınları, s. 59 vd.). Ayrıca bkz. Taha Toros'un '"Nasihat Heyeti' Çin yolunda" baĢlıklı yazısı: Yakın Tarihimiz, Milliyet gazetesinin tarih ve kültür eki, s. 291-295 ve s. 307-311.
Yakup Han ve ailesiyle ilgili olarak bkz. Hafi Kadri Alpman, "Seyyid Yakup Han ve Ģeceresi", Yeni Tarih Dünyası, Sayı: 17, 21 Mayıs 1954, s. 675-676 ve 686.
Seyyid Yakup Han ve Osmanlı Devleti'yle iliĢkileri Mehmet Saray tarafından geniĢ bir Ģekilde incelenmiĢtir: Doğu Türkistan Türkleri Tarihi I: Başlangıcından 1878'e Kadar, Ġstanbul 1997, Kitabevi Yayınları, s. 128 vd. Çin Müslümanlarına Osmanlı yardımlarıyla ilgili ilginç bir belge için bkz. A. Rıza Bekin, "Sultan Abdülhamid'e sunulan Doğu Türkistan ile ilgili bir rapor", Doğu Dilleri, cilt: III, Sayı: 4,1983, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Doğu Dil ve Edebiyatları AraĢtırma Enstitüsü, Ankara, s. 39-66. Yakup Han isyanının Çin tarihi içindeki yeri hakkında bkz. Caroline Blunden ve Mark Elvin, Çin: İletişim Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi, Çeviren: Selçuk Esenbel ve Levent Köker, Ġstanbul 1989, s. 40-41. II. Abdülhamid'in Çin Müslümanlarına yönelik ilgisine dair bazı arĢiv belgeleri için bkz. Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Ġstanbul 2005, Yeditepe Yayınevi, s. 264 (belge özeti) ve s. 321 (belgenin fotokopisi).
2 ġehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsiler ve Sultan Abdülhamid (Asr-ı Hamîdî'de Âlem-i İslâm ve Senûsiler), Ġstanbul 1992, Ses Yayınları.
faslı vardır ki, sadece üzerinde Türk bayrağı dalgalanan Pekin'deki Hamidiye Üniversitesi'nin Çinli Müslümanların gözyaĢlarıyla açılması hadisesi bile baĢlı baĢına bir rüyanın gerçekleĢmesi demektir. Nitekim Ġhsan Süreyya Sırma'nın Fransa DıĢiĢleri Bakanlığı Ar- Ģivlerinin "Çin Dosyası"ndan tespit ettiği belgelerden öğreniyoruz ki, Çinli Müslümanlar eğitim düzeylerinin ve eğitim yatırımlarının gayet düĢük bir düzeyde olduğundan Ģikâyetle, Sultan Abdülhamid'den yardım isterler. Üniversite ayarında bir okul yapsanız; biz burada gençlerimizi okutsak, kaliteli, dünya bilgileriyle mücehhez insanlar yetiĢse diye talepte bulunurlar. Abdülhamid de bu talebi olumlu karĢılar, çalıĢmalara baĢlanır. Ve 1908 yılı baĢlarında Pekin'de Hamidiye Üniversitesi açılarak eğitim zilini çalar. O yıllara ait bir Osmanlı'nın kaleminden çıkmıĢ aĢağıdaki Fransızca metin, açılıĢ törenindeki hissiyatı Ģu veciz cümlelerle aktarıyordu:
Çin'de yaĢayan bütün Müslümanlar, yalnız PadiĢahımızdan bahsetmekte ve ona karĢı övgülerde bulunmaktadırlar. Camilerde, onun adının zikredildiği her seferde, müminlerin yüzünü nurlandıran ruhani bir saadet ve sevinç aksi farkedilir. Diğer Çinlilere nazaran Çin müslümanları daha çalıĢkan ve daha çok geliĢme ve fazilet taraftarıdırlar... Sadece Pekin'de 38 tane cami vardır. Binlerce Müslüman, günde beĢ defa ibadetlerini yapmak ve Halife'ye dua etmek için bu camilere gelirler. Cuma günleri, Arapça okunan hutbeler, Pekin Müftisi ve diğer din adamları tarafından Çin diline tercüme edilir... Her caminin büyük bir medresesi vardır. Ġslamî eğitimle gerçekleĢtirilen geliĢmeyi kanıtlamak için, bu müesseseler birer delil olarak gösterilebilir. Bir müddet önce de, bu tesislerin dıĢında, yeniden büyük bir müessese kuruldu ki, ona PadiĢahımızın ismini vererek, "Pekin Hamidiye Üniversitesi" diye adlandırdılar. Bu tesisin temelinin atıldığı gün binlerce Çinli mümin Sultan Hazretleri için Hak Ta'ala'ya dua ve niyazda bulundular. Çinlilerin, bu yeni müesseseyi bizim Ģanlı PadiĢahımızın adıyla adlandırma arzuları, her türlü övgüye Ģayandır. ĠnĢaat tamamlandığı için, geçtiğimiz günlerde de açılıĢ merasimi yapıldı. O gün Pekin Müftüsü, çok sayıda ulema ve binlerce mümin bu bayrama iĢtirak ettiler. Merasimin sonunda, Arapça bir konuĢma yapıldı, ve PadiĢahımız için dua okundu. KonuĢma ve dua, Müftü tarafından Çinceye tercüme edilerek Müslümanlara tebliğ edildi. Müslümanların çoğu sevinçlerinden ağlıyordu.
Müslüman Çinliler, diğer Çinlilere benzemiyorlar; onlar, büyük bir dini bağla birbirlerine bağlı olup, Ģerefli ve iyi kimselerdir. Bizim dini lisanımız olan Arapça'nın belagat ve tatlılığı, müessesenin kapısına çekilmiĢ olan Osmanlı Bayrağının Ģanı, bu ince kalpli insanları heyecanlandırmaya ve göz yaĢlarını tahrik etmeye yetiyor.3
Velhasıl Çin'de kurulan üniversite dahi Sultan Abdülhamid'in Ġslam Birliği siyasetini ve iradesini yansıtmaktadır. Yine bir baĢka belgeden öğrendiğimize göre, Sultan Abdülhamid, Çin Müslümanlarına dinî ilimleri olduğu kadar diğer konuları da öğretmek üzere ġeyhülislamlık makamına yazarak Fatih dersiamlarından Ahmed Ramiz ve Hafız Tayyib efendiler ile ilköğretim müfettiĢlerinden Hafız Ali Rıza Efendi ve Bursalı Hafız Hasan Efendi'nin gönderilmelerim talep etmiĢ ama konu hükümetçe savsaklanmıĢtı. Bunun üzerine BaĢbakanlık ArĢivi Ġrade Hususi, 86 (24 S 1325) numaralı belgede, meselenin neden savsaklandığı sorgulanmakta ve "alınacak müsbet kararın" (olumsuz bir karar çıkması düĢünülmemiĢtir bile!) saraya arzı istenmektedir. Sultan Abdülhamid Çin Müslümanlarının varlığını önemsiyordu. Ya biz?
BaĢımızı öne eğdirmeyenlerin önünde eğilsin baĢlarımız.
ġerif Hüseyin ve Abdülhamid          
Ronald Storr'a göre, Arap isyanının Ġngiliz vergi mükelleflerine maliyeti, 11 milyon Sterlindir.1
3 Ġhsan Süreyya Sırma, "Pekin Hamidiyye Üniversitesi", Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, Ġstanbul 1998, Beyan Yayınları, s. 101-103. Bu mektuptaki bilgiler aynı zamanda 5 Mart 1908 (2 Safer 1326) tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde de yayınlanmıĢtır. Haberin fotokopisi kitapta yer almaktadır (s. 107-109).
ReĢidüddin Han
MEKKE ġERĠFĠ HÜSEYĠN, Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmaları sürecinde hayatî önemde rol oynamıĢ bir isimdir. Ġsmindeki "Ģerif", Peygamber Efendimiz'in (sav) soyundan geldiğini gösterir. Ayrıca da Fatımî hanedanının torunudur. Yani iki taraflı bir asaleti haizdir. Bu iki özelliğinden dolayı ġerif Hüseyin'in Arap dünyasında karizmatik bir kiĢiliği vardır. Yalnız zeki ve dirayetli bir devlet adamı olmadığı için kullanılmaya da müsait bir insandır. Hem karizması, hem de kullanılmaya müsait olması, Abdülhamid'in dikkatini çeker ve onu 1891 yılında ailesiyle birlikte Ġstanbul'a davet eder; 18 yıl boyunca da bir daha bırakmaz. ġerif Hüseyin'in Ġngiliz ajanlarıyla irtibat halinde olduğunu haber aldığı için yapar bunu; onu enterne ederek Ġngiliz ajanlarıyla iliĢkisini de kesmiĢ olur.
Ne gariptir ki, Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren Ġttihatçılar, ġerif Hüseyin ve iki oğlunu serbest bırakmakla yetinmeyip bir de yeni kurulan Osmanlı Meclisi'ne mebus olarak alırlar. ġerif Hüseyin ve oğulları da, casus Lawrence'in oyunlarıyla Osmanlı'ya karĢı mücadeleyi örgütleyen, Osmanlı askeri trenlerine ve demiryollarına sabotaj düzenleyen çetelerin baĢında bulunurlar. Aldıkları Ġngiliz sterlinleriyle kendilerine vaad edilen bağımsız Arap Krallığı havucuyla Osmanlı Devleti'nin kutsal topraklarda ki egemenliğine son verir ve emperyalizmin avucuna düĢürürler. Aktarmak istediğim ilginç bir hadise, bu olayların sözde baĢ aktörünün, yani ġerif Hüseyin'in Ġngilizler tarafından yıllarca kullanıldıktan sonra bir adada geçirdiği 'sürgün emeklilik' yıllarına aittir: Bu bilgiyi Prof. Nevzat YalçıntaĢ, KKTC eski Devlet BaĢkanı Rauf DenktaĢ'tan dinlemiĢ. Sultan Abdülhamid'in torunlarından Harun Osmanoğlu da bu durumu teyid etmiĢti bir baĢka açıdan. ġerif Hüseyin'e bir takım cazip vaadlerde bulunulmuĢtu. Fransızlar bir oğluna Suriye'yi verecekler, öbür oğluna da Lübnan diye bir ülke icad
1 Rasheeduddin Khan, "The Arab revolt of 1916-1918", Islamic Culture, No: 4, October 1961, s. 256. Aynı rakam Zeine N. Zeine tarafından da doğrulanmaktadır. Ayrıca Fransızların da ġerif Hüseyin'e 1 milyon 250 bin Frank ödedikleri belirtiliyor. Bkz. Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu, Çeviren: Emrah AkbaĢ, Ġstanbul 2003, Gelenek Yayınları, s. 114, dn. 43.
edeceklerdi. Suudi Arabistan ise kendisine kalacaktı. Yani bir kral soyu, hanedanlıklar Ģeklinde Arap ülkelerini yönetecekti. Bir süre sonra verilen sözlerin tutulmayacağını, Fransızlar ve Ġngilizlerin kendisini kullandığını, ancak bir kukla yönetici olacağını anlayıp karĢı çıkmak istediyse de Suudî hanedanı bir karĢı darbe yapmak suretiyle ġerif Hüseyin'i tahttan indirdi. Hüseyin canını zor kurtardı ve Malta'ya kaçtı. Sonrasında ise Kıbrıs'a yerleĢti. Ömrünün son yıllarını vaktiyle Ġngiliz altınlarından yapmıĢ olduğu hatırı sayılır serveti sayesinde refah içinde geçirdiği Kıbrıs'ta eski KKTC Devlet BaĢkanı Rauf DenktaĢ'ın babası Raif DenktaĢ'la dost olmuĢlar. O vakitler küçük bir çocuk olan Rauf DenktaĢ, babasıyla birlikte zaman zaman ġerif Hüseyin'in evine ziyarete gidermiĢ. Rauf DenktaĢ o günlerde gördüklerini Nevzat Yalçın taĢ'a Ģöyle nakletmiĢ:
Babamla yanma gittiğimizde hep aynı olay tekrarlanıyordu. Babam onun elini öper, o da anlatmaya baĢlardı. ġerif Hazretleri "Ahhh, ben ne yaptım, ahhh, ben ne yaptım? Yaptığımın cezasını çekiyorum. Niye Osmanlı'ya ihanet ettik?" derdi. Çünkü Ġngilizler kendisine bazı Arapların kralı ve Müslümanların halifesi olacağını vaat etmiĢlerdi. Hâlbuki Filistin'e Ġngilizler yerleĢmiĢlerdi. Oraya Yahudiler mütemadiyen göç ediyorlardı. Suriye'ye Fransızlar kendi kültür ve dillerini yaymıĢlardı. Ġngilizler de Irak'a kendi dil ve kültürlerini götürmüĢlerdi. [ġerif] Hüseyin babamın yanında hep iç geçirirdi. Bundan sonra babam onu teselli edecek birkaç laf söyler, ben de yanında dururdum. Bir müddet sonra, [ġerif] Hüseyin: "Raif, anlat Ģu Ġstanbul havalarını dinleyelim" derdi. [ġerif Hüseyin. Abdülhamid döneminde Ġstanbul'da 18 yıl gözaltında kalmıĢtır. Çamlıca veya Beykoz'da oturmuĢ. -M. A.] KonuĢma esnasında bir taĢ plak çalmaya baĢlardı. O zaman ġerif Hüseyin: "Ahh! İstanbul, payitaht" diyerek ağlamaya baĢlardı. Babam da o sırada onu teselli edici sözler söylerdi: "ġerif Hazretleri, bu takdir-i Ġlahidir, üzülme... Sen hata yaptın; ama bundan çok piĢman olduğun gözlerinden akan göz yaĢlarından belli oluyor. Allah seni bundan dolayı affeder; yapma, ağlama". Babam onu teselli ederken kendisi de ağlardı. Plak bitince biraz daha sohbet ederlerdi. Daha sonra babam onun elini öperdi. Biz kalkıp giderken, [ġerif] Hüseyin: "Rauf, gel!" deyip bana elini öptürür ve elime bir altın verirdi [ġerif Hüseyin o zamanlar Ġngilizlerden emekli maaĢ alıyordu- M. A.]. Ben de bu yüzden hep babamla ġerif Hazretlerine gitmek isterdim... ġerif Hüseyin hastalandı, ölümü yak- laĢmıĢtı. Ölümüne yakın Ürdün prensi olan oğlu Abdullah'ın yanına gitti. Onu Amman'a biz uğurlamıĢtık. Bir müddet sonra ise onun ölüm haberi bize ulaĢtı.. ?
Ġhanetler ve bu ihanetler sırasında kullanılan insanların, kul- lanıldıklarını hissetmesi; Osmanlı'nın gerçekte nasıl bir yeri,
2 Hazırlayan: Mehmet Tosun, 21. Yüzyılda Sultan H. Abdülhamid'e Bakış, Ġst. 2003, s. 252. Lawrence, Cumhuriyet'e de karĢı!
1916-1918 yıllarında Arap alemini bazen çil çil altınlarla, bazen de ülke ve altın vaadleriyle kandıran Ġngiliz casusu Lawrence'in faaliyetlerini Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden silinmesiyle sınırlanmıĢ zannetmeyin. Çünkü Lawrence, 1930 yılında bir baĢka isyanda yeniden karĢımıza çıkacaktır. 193o'da patlak veren Ağrı Dağı isyanında Kürt aĢiretlerini baĢkaldırmaya teĢvik eden, sınır olayları yüzünden iran',1a aramızı açmaya çalıĢan gizli kuvvetlerin baĢında görürüz bu defa onu. Lawrence, Osmanlı'yı bitirmiĢ, bu defa Cumhuriyet'e karĢı harekât halindedir.3  
boĢluğu doldurduğunu ancak onu kaybettikten sonra fark etmeleri bana filozof Rıza Tevfik'in Ġttihatçıların 'müstebit' dedikleri Abdülhamid'den kat be kat ağır bir istibdat uygulamaya, hatta gangsterlik yapmaya baĢladıkları bir zamanda "çürük ipliğe hülya dizmiĢiz" mısrasının geçtiği meĢhur Ģiirini hatırlattı. Büyüklüğü, yokluğunda büyüyenlerdendi. Zor olan da bu değil midir zaten?            
3 Sadi KoçaĢ, "Arabistanın taçsız kralı Lâvrens", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 6, Haziran 1950, s. 215. Abdülhamid'in Siyonistlerle dansı
       
Sorun Siyonizmdir: onun bertaraf edilmesi, Orta Doğuya barıĢın gelmesinin önĢartıdır. Filistin'e Arap-Yahudi barıĢının gelmesi buna bağlıdır.1 John Rose
ZANNEDĠLDĠĞĠNĠN TER SĠNE Siyonizm bütün dünya Yahudilerinin, hatta Ġsrail'de yaĢayan bütün Yahudilerin kabul ettikleri, destekledikleri, benimsedikleri bir siyasî ideoloji değildir. Daha çok 19. yüzyılda Avrupa Yahudilerinin kendilerine vatan arayıĢ mücadelesi içinden doğan ve Ġsrail'in kurulmasını sağlayan milliyetçi bir siyasî akımdır. Ġsrail sınırları içinde dahi Siyonizme karĢı çıkan Yahudi grupların mevcut olduğunu biliyoruz. Hatta bazı dini bütün Yahudi gruplar, Siyonizm! sahih Yahudi itikadından temel bir sapma, bir tür küfür olarak görmektedirler. Ġslamda ise 'ırk', belirleyici bir kriter olmadığı için Yahudiler Müslüman toplumlarda Batı'daki gibi bir dıĢlanmaya, aĢağılanmaya ve ayrımcı muameleye maruz kalmadılar. Emeviler döneminde de, Abbasiler döneminde de, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de bu temel yaklaĢımın sürdüğünü görürüz. Elbette Tuleytula'da (Toledo) 1066 yılında patlak veren ve Harold Blo-
John Rose, The Myths of Zionism, Pluto Press, London-An Arbor MI: 2004, s. 201. om'un dediği gibi, sebepleri görünenden daha karmaĢık olan Yahudi aleyhtarlığı2 ve 16. yüzyıl sonlarında Topkapı Sarayı'nda vuku bulan Esther Kira olayında görüldüğü gibi, iktidarın gücüne rakip ve potansiyel bir tehlike haline geldiklerinde cezalandırıldıkları istisnalar vardır. Ancak normal Ģartlar altında Avrupa ülkelerinde gördüğümüz türden, sırf
Yahudi oldukları için dıĢlanan, aĢağılanan, vücutları dünya yüzünden 'iyilik olsun diye' temizlenen bir kavim statüsünde olmadıkları açıktır.3 Avrupa ülkelerinin kapı dıĢarı ettiği Yahudiler, öteden beri soluğu Osmanlı Devleti'nin herkese ve her inanca açık kapısında alıyorlardı. Nitekim 1376'da Macaristan sınır dıĢı etmiĢti Yahudileri; onlar da Osmanlı'ya baĢvurmuĢ ve baĢkent Edirne'ye yerleĢtirilmiĢlerdi. 1394 yılından sonra bu defa Fransa'dan kapı dıĢarı edilenlerin tek adresi yine Edirne olmuĢtur. Hatta Haham Ġzak Sarfati, dindaĢlarını Osmanlı topraklarına sığınmaya çağıran bir mektup bile kaleme almıĢtı. ġöyle yazıyordu bu ucu yanık mektubunda Fransa doğumlu Yahudi din adamı:
Türkiye, eğer isterseniz, huzur bulabileceğiniz bereketli bir ülke. Buradan Kutsal Topraklar yolu açık. Hıristiyanlardansa Müslümanların egemenliğinde yaĢamak daha iyi değil mi? Burada her insan kendi dikili ağacının gölgesinde huzur içinde kendi hayatım yaĢayabilir. Burada istediğiniz süsleri takabilirsiniz. Oysa Hıristiyanlık boyunduruğundayken, hakarete ve tartaklamalara maruz kalacaklar korkusu ile çocuklarınıza gönül verdiğiniz kırmızıları ve mavileri giydiremiyor, sefiller gibi koyu renkli giysilere mecbur kalıyorsunuz... Ey Ġsrail!
Neden uyumaktasın? Neden uyumaktasın? Neden suskunsun? Kalk ve bu
rezil ülkeyi [Fransa'yı] temelli terk et!4
Bu bakımdan Ġslamiyet, Mısır'dan çıkıĢlarından sonra Yahudi milletine yeryüzünde belki de en huzurlu yaĢayacakları medenî ortamı sunmuĢ bulunuyordu. Avrupa'da ise Yahudiler, Endülüs'deki Ġslam hakimiyeti dönemi hariç, rahat yüzü görmüĢ değillerdi.5 Dolayısıyla Siyonizm, Ġslam dünyasının değil, Avrupa Yahudilerinin ve doğrudan doğruya Avrupa'nın bir iç problemi olarak ortaya çıkmıĢtır.
Anti-Semitizm ve 'bizim' Yahudiler
2 Bkz. Maria R. Menocal'ın 5. dipnotta adı geçen kitabı, s. xii (Bloom) ve s. 136 (Menocal). 3 Yahudilerin Ġslam âlemi ve Osmanlı bünyesindeki maceralarını özetleyen muhtasar bir çalıĢma için bkz. Eva Groepler, İslâm ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Çeviren: Süheyla Kaya, Ġstanbul 1999, Belge Yayınları. Osmanlı Yahudileri konusunda ayrıca bkz. Robert Olson, "Jews in the Ottoman Empire and their role in light of new documents: Addenda and revisions to Gibb and Bowen", İmperial Meanderings and Republican By-Ways: Essays on Eighteenth Century Ottoman and Twentieth Century History of Turkey, Ġstanbul, 1996, The Isis Press, s. 33-53.
Anti-semitizmin Avrupa'da ortaya çıkıĢ sebebi ise daha yeni bir geliĢme olan milliyetçiliktir. Mesela Almanya'da Volk milliyetçiliği, yani vatan toprakları üstünde yaĢayan üstün ırkı (Germen ırkını) yüceltme tavrı öne çıkmıĢtır. Bu noktadan yollarına devam eden Naziler, yeryüzünde yaĢayan diğer ırkları kendilerine göre bir tasnife tabi tutar ve bu sınıflandırmada Yahudileri (ve Çingeneleri vs.) en aĢağı ırk kategorisine sokarlar. Dolayısıyla sırf 'insanlığa hizmet için' bu aĢağı ırklar yeryüzünden temizlenmelidir. En fazla gettolara (kendilerine mahsus mahallelere), temerküz kamplarına kapatılmalı, olsa olsa özel izinle dıĢarı çıkmalarına izin verilmelidir. Oysa Yahudiler, mesela Ġstanbul'un göbeğinde bulunan Hasköy'de6, Selanik'de, Ġzmir'de, Bahçesaray'da, Manisa'da, Bursa'da... ufak tefek kılık kıyafet kısıtlamaları haricinde asırlar boyu rahatça yaĢamıĢ, serbestçe
ticaretlerini yapmıĢlar, bırakın dezavantajlı olmayı, ekonomik hayatta Müslümanların sahip olmadığı pek çok avantaja dahi sahip olmuĢlardı. Nitekim Osmanlı yönetiminde dönem dönem büyük sermayenin, Yahudi sarrafların ellerinde döndüğünü görürüz. (Burada belirtelim ki, Yahudiliğin tarımcılıktan tüccarlığa terfi etmeleri, Ġslamiyetin getirdiği sosyoekonomik devrim sayesinde gerçekleĢmiĢtir. Yani Ġslamiyet bir bakıma, doğurduğu sosyal ve siyasî hareketlilikle, ticarete teĢvikkâr yaklaĢımıyla modern Ģehirli Yahudiliğin önünü açmıĢtır.)
Anti-semitizm, özellikle Almanya ve Fransa'da yaygın bir karĢılık bulmuĢtur kendisine. Romancı Emile Zola'nın "J'Accuse!" (Ġtham ediyorum!) adlı bildirisi ile karıĢtığı meĢhur Dreyfus Davası, Fransız toplumunu derinden sarsan anti-semitik olaylardan sadece biridir. Unutmayalım ki, mahkûm olan Albay Dreyfus, bugün ABD'nin savaĢ zanlılarını kapattığı Guantanamo'ya yakın bir yerde, Guyanalar
4 Aktaranlar: Esther Benbassa ve Aron Rodrigue, Türkiye ve Balkan Yahudileri Tarihi, Çeviren: AyĢe Atasoy, Ġstanbul 2003, ĠletiĢim Yayınları, s. 80. 5 Endülüs'de yaĢanan bu parlak birlikte yaĢama modelim (Altın Çağ'ı) ve Yahudilerin Endülüs macerasını baĢarıyla yansıtan eserlerden birisi, Maria Rosa Menocal'a aitir. Bkz. The Ornament of the World, Backbay Books, 2003 (Türkçe tercümesi: Dünyanın İncisi: Endülüs Modeli, Çeviren: Ġhsan Durdu, Ġstanbul 2006, EtkileĢim Yayınları). 6 Bugün dahi, tamamı ibadete açık olmamakla birlikte, Hasköy semtindeki sinagogların sayısı 10'u bulmaktadır. Bkz. Süleyman Faruk Göncüoğlu, Tarihte Hasköy, Ġstanbul 2005, SinpaĢ Kültür Yayınları, s. 103-119.
civarındaki ġeytan Adası'nda ancak 5 yıl hücre hapsinde yattıktan sonra suçsuz olduğu ilan edilip serbest bırakılabilmiĢti.7 Anti-semitizm cereyanıyla birlikte Avrupa'da Yahudi düĢmanlığının da katmerlendiği görülür. Mahallelerine tecavüz edilir, Rusya ve Ukrayna'da olduğu köyleri yakılır (pogrom), kendileri ve çocukları kim vurduya gider. Avrupa'da 19. yüzyılın
Ġsrail'i 'bizim' Yahudiler mi yönetiyor?
Bugünkü Ġsrail'i kuranların ve yönetenlerin 'bizim' Yahudi'lerimiz değil, Avrupalı Yahudiler, yani EĢkenazlar olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Zaten bu yüzden de Ġsrail'de "Doğu Yahudileri" üvey evlat muamelesi görmekte, bu tavır tarihçilik alanına da sirayet etmiĢ bulunmaktadır. Bu yüzden Avrupa Yahudileri incelemeleri yanında 'bizim Yahudiler'in incelenmesi, henüz emekleme safhasında sayılmalıdır uzmanlara göre.8 Osmanlı tarihi, nasıl tarihçiliğin üvey evladı muamelesi görüyor ise, Osmanlı Yahudilerinin tarihi de Yahudi tarihçiliğinde aynı kaderi paylaĢıyor demek ki!  
sonlarına kadar bu tür tacizlerde Jewish Question denilen "Yahudi sorunu" etkili olur. Böylece Avrupa Yahudileri, yani EĢkenazlar içerisinde bir bilinçlenme, güçlerini birleĢtirme ve modern bir kimlik oluĢturma çabası filizlenir.
Theodor Herzl'in Filistin harekâtı 1897 yılında Ġsviçre'nin Basel Ģehrinde, Dünya Siyonist Kongresi, bir yıl
7 Bu ada ve adadan sağ kurtulan iki mahkûm, Fransız subayı Alfred Dreyfus ve Ġstanbul polislerinden Cemil Efendi'nin akıl almaz maceraları için bkz. Hikmet Feridun Es, "ġeytan Adasında", Yedigün, Sayı: 510, 14 Birinci kânun 1942, s. 8-9. Fransa'da büyük patırtı koparan Dreyfus Davası'nın bazı çevreler tarafından Fransa'nın 1870'de Almanlar karĢısında yerle bir olan millî gururunu tamir için bir fırsat olarak siyasî bir malzeme haline getirildiği açıktır. General Boulanger'nin Ģimdiki Le Pen gibi konjonktürün ürettiği bir siyasî kahraman olarak ortaya çıkıp Dreyfus davasını istismar etmesi ve mitingler düzenlemesi, bildiriler dağıtması bu çabanın bir parçasıdır. Dreyfus Davası hakkında daha içeriden bir yaklaĢım için bkz. David Feldman, "Was modernity good for the Jews?", Editörler: Bryan Cheyette ve Laura Marcus, Modernity, Culture and 'the ]ew', Polity Press: 1998, s. 181-182. Dreyfus Davasıyla ilgili geniĢ bilgi için bkz. Moris Garson, "Dreyfus meselesi", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 32, Ağustos 1952, s. 1683-1687.
8 Bkz. Benbassa ve Rodrigue, age, 16-27. Nitekim Kuzey Afrikalı Yahudiler Ġsrail'e göç ettikten sonra ikinci sınıf vatandaĢ muamelesi görünce bir siyasi parti kurarak haklarını savunmak ihtiyacını duymuĢlardır. Bkz. Walter Laqueur, The History of Zionism, Taurisparke Paperbacks, 2003, s. xv.
önce Der Judenstaat ("Yahudilerin Devleti") adlı bir kitap telif etmiĢ olan Theodor Herzl baĢkanlığında toplanır. Bu yıllarda Filistin, bir Osmanlı toprağı olan Suriye'nin vilayeti konumunda olup burada 20 bin civarında Sefarad Yahudisi, yani Ġspanya'dan göç etmiĢ Yahudi cemaati yaĢamaktadır. Avrupa ülkelerinde artan baskılar, Siyonistlerin Yahudilere yeni bir yurt bulma çabalarını acil hale getirir. Öncelikle kimsenin ken- dilerine yurt vermeyeceğini düĢündükleri için ünlü banker ailesi Rothschildlerin de aralarında bulunduğu Yahudi zenginler bir araya gelerek bir ülkeden toprak satın almak ve Yahudileri yerleĢtirmek için harekete geçerler. Tabiatıyla öncelikli vatan adayı, "Arz-ı Mev'ûd", yani Vaad EdilmiĢ Topraklar adını verdikleri Filistin'dir.9
Bir ara Theodor Herzl, belki de Yasef Nassi'den ilham alarak10 Kıbrıs adasını Yahudilere yurt yapmayı düĢünür. Siyonist Kongresi'nde, o sıralarda Fransa'nın sömürgesi olan Uganda'nın da adaylar arasında adının geçtiğini yazar kaynaklar. Uganda toprak satıĢı taleplerini kabul etmesine rağmen, Siyonistler fikir değiĢtirip gözlerini yeniden Filistin'e dikerler. Filistin söz konusu olunca da, tabiatıyla "Hasta Adam" bile olsa, en güçlü Ġslam devletinin baĢındaki Osmanlı yönetimini ve Sultan Abdülhamid'i bulacaklardır karĢılarında.
II. Abdülhamid'in Filistin hassasiyeti Mim Kemal Öke'nin Siyonizmden Uygarlıklar Çatışmasına Filistin Sorunu11 adlı kitabını okurken bu Son PadiĢah'ın, Siyonizm konusunda Düvel-i Muazzama'nın Ġsrail devletinin kurulması yolundaki riyakârca baskılarına nasıl direndiğini daha etraflı bir Ģekilde öğrenme fırsatını buluyorsunuz. Siyonizmin ve aslında Ġsrail Devleti'nin kurucusu ve teorisyeni Theodor Herzl, Ġstanbul'a 1896-1902 yılları arasında yaptığı
9 Bkz. Niall Ferguson, The House of Rothschild: Money's Prophets, 1798-1848-, Penguin Books, 1999. 10 Ahmed Uçar, "Siyonizm'in Kıbrıs projesi", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 41, Ağustos 1997, s. 12-14. 11 Mim Kemal Öke, Siyonizmden Uygarlıklar Çatışmasına Filistin Sorunu, Ġstanbul 2002, Ufuk Kitapları. II. Abdülhamid'in Filistin hassasiyetini ele alan bağımsız bir çalıĢma için bkz. Refik ġakir en-NedĢe, Sultan II. Abdülhamid ve Filistin, Çeviren: Necmeddin Gevri, 2. baskı, Ġstanbul 2004, Semerkand Yayınları.
5 ziyaretten yalnızca birisinde PadiĢah'la görüĢebilmiĢtir. Bütün gücüyle Sultan'ı Yahudilerin Filistin'e iskânına ikna etmeye çalıĢan Herzl'in çabaları her seferinde akim kalmıĢ ve sonunda Abdülhamid tahtta kaldığı sürece Filistin'de bir Ġsrail devletinin kurulamayacağını anlamıĢtır. Theodor Herzl, ilk giriĢimini danıĢmanlarından Kont Newlinski aracılığıyla yapar. II. Abdülhamid'in gözüne girebilmek ve kendisini etkileyebilmek için meseleye Ģöyle yaklaĢmayı dener: Herzl, Newlinski aracılığıyla nakit 5 milyon altınlık teklifini yapar (bu paranın büyük kısmım Baron Edmond Rothschild karĢılamaya söz vermiĢtir). O vakitler Osmanlı hazinesinin içinde bulunduğu sıkıntılı vaziyeti düĢünürsek, toplam 20 milyon sterlini bulacak bu cömert teklif, gerçekten de ciddi ve su kadar ihtiyaç duyulan bir meblağdır. 1881 yılındaki Muharrem Kararnamesi'yle Osmanlı hazinesi dıĢ borçlarım ödeyemeyeceğini, yani iflasım ilan etmiĢ ve müteakip yıllarda Düyun-ı Umumiye'ye devredilen borçların tasfiyesi, devleti ağır bir malî sıkıntıya sokmuĢtu.
Abdülhamid'in tepkisi Tam da bu sıkıntılı döneme rastlamasına rağmen, Herzl'in teklifi Sultan Abdülhamid tarafından gösterilebilecek en sert tepkiyle reddedilir. Cevabın tonu, gerçekten de serttir:
Eğer bay Herzl benim arkadaĢım olduğun gibi bir arkadaĢınsa ona söyle: Bu meselede ikinci bir adım daha atmasın. Ben bir karıĢ dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmıĢlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaĢmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de Ģehid düĢmüĢlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmıĢlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i karĢılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.12
Bu sarsıcı sözlerden, gerçekten de sorumluluğunu müdrik, "insanlığın son adası"nı yönetme ehliyetini haiz, vakur ve vatansever bir hükümdar portresini çıkarmamak mümkün değildir. Artık 1901'deyiz ve sonunda Herzl, Sultan'ın karĢısındadır. Biz Avrupa'da dıĢlanıyor ve istenmiyoruz, sürekli eziyetlere maruz kalıyoruz. Bu kıtada haysiyetimizle, insanca yaĢamak hakkına malik değiliz. Siz ki büyük bir devletsiniz; zamanında bize kucak açmıĢtınız (1492 yılındaki Sefarad göçüne atıfta bulunuyor). Yahudiler Ģimdiye kadar sizin kanatlarınız altında mutlu ve huzurlu yaĢadı. Bugün de bizden aynı hayırhahlığınızı esirgemeyin. Filistin'e gelip yerleĢelim ve sermayemizle, teknik bilgimizle, yetiĢmiĢ insan gücümüzle Osmanlı Devleti'ni sizinle el ele verip kalkındıralım. Siz de demiryolu yapmak, eğitimi geliĢtirmek, kalkınmak vs. istiyorsunuz. Pekala bunları finanse edebiliriz. Avrupalılarla, özellikle de Almanlarla iliĢkilerinizi geliĢtirelim. Ne yapmak istiyorsanız yardımcı olalım. Yeter ki, bize Filistin'den bir miktar toprak tahsis edin. Avrupa'daki baskılardan uzak, kendi baĢımıza hür bir Ģekilde yaĢayabileceğimiz, dıĢ iĢlerinde size bağlı bir toprak... (Tabiri caizse iki göz odamız olsun, baĢka bir Ģey istemiyoruz, diyorlar.) Bu sırada Sultan Abdülhamid'in kafasındaki sorular ise Ģöyle sıralanmıĢtır: Aslen Ġslam dünyasının meselesi olmayan ve Avrupa'da ortaya çıkan "Yahudi Sorunu", neden Avrupa'nın bünyesinde hal
Abdülhamid'in adamlarından Newlinski'nin tavsiyesi
Sultan Abdülhamid'in güvendiği bazı yabancı uzmanları vardır, Polonyalı bir soylu olan Kont Newlinski de onlardan biridir. Newlinski, Abdülhamid'in haber alma, bir baĢka deyiĢle "Hafiye" teĢkilatının üyesidir aslında. Bir baĢka deyiĢle, zaman zaman Avrupa sosyetesinin kabul salonlarında dolaĢıp oralarda konuĢulanları Sultan'a rapor etmekle görevli bir tür 'ajan'dır. Hatta Sultan Abdülhamid ona Avrupa'da Osmanlı'nın çıkarlarını savunan bir gazete bile çıkarttırmıĢtır. ĠĢte Newlinski'nin Abdülhamid'e sunduğu 23 Mart 1897 tarihli dilekçesinden üç beĢ cümle: "Hükümet-i seniyyenin ahval-i maliyesi Musevi sermayedarların muaveneti olmadıkça ıslah olunamayacaktır. Bu sermayedaran ise
12 Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, 2. baskı, Ġstanbul 1998, Ġrfan Yayımcılık, s. 212.
hükümet-i Osmaniyenin zir-i idaresinde olarak arz-ı Filistin'in bir kısmında müstemlekât tesisi müsaadesinden baĢka bir Ģey istemiyorlar... Yahudiler politikayla asla iĢtigal etmezler... Zat-ı Ģahane Yahudilerin istidasını tervic buyurdukları halde hem cihanın en büyük sermayedarının [Baron de Rothschild'i kastediyor olmalı] muavenet-i nakdiyesini, hem de Avrupa'nın Musevi elinde bulunan en büyük gazetelerinin muavenet-i maneviyesini elde etmiĢ olacaklardır. Bu da hususiyle Ģu zamanda nazar-ı istihkar ile bakılacak bir Ģey değildir."13  
ledilemiyor da, ısrarla Osmanlı topraklarına transfer edilmek isteniyor? Neden ille de Osmanlı bünyesinde çözülmek isteniyor mesele? Soykırımlar Avrupa'da yaĢanmakta, ayrımcılık yine oralarda vuku bulmaktaydı. Hal böyleyken faturanın Ġslam dünyasına kesilmiĢ olması düĢündürücü değil midir?14
Aynı görüĢmeyi bir de Mim Kemal Öke'nin kitabından okuyalım:
II. Abdülhamid'e Batı ülkelerinde ırkdaĢlarının uğradığı haksızlıkları ve
çektikleri zulümleri anlatan Dr. Herzl, Musevi uyruklarına göstermiĢ olduğu iyilik ve adaletten dolayı PadiĢah'a dünya Yahudiliğinin Ģükranlarını iletti... Osmanlı ülkesinin Mezopotamya'da bulunan petrol yatakları, altın ve gümüĢ madenleri, verimli toprakları ile ileri düzeyde ik- tisadî potansiyelinin olduğunu hatırlattı. Fakat tüm bu zenginlikler Avrupa devletleri tarafından sömürülmekteydi.
Görüldüğü gibi, Siyonizm'in babası, Batı'yı PadiĢah'a Ģikâyet et- mekte(!) ve Musevilerin selametinin ancak Osmanlı topraklarında mümkün olacağını, hatta topraklarına çekeceği Musevilerin bilgi, yetenek ve imkânlarıyla imparatorluğun dağılmaktan kurtulabileceğini söylemektedir. Herzl, tekliflerini Hatıralar'ında Ģöyle özetler:
Türk maliyesini sağlığına kavuĢturabilmek için yirmi milyon sterlin ayırmalıydık. Filistin için de her sene seksen bin altın gelir getirmesi esası üzerinden iki milyon sterlinle Türkiye'yi "Düyun-ı Umumiye" den, yani Avrupa'nın tasallutundan kurtarmalıydık. Düyun-ı Umumiyenin A, B, C ve D hisse senetlerinin sahiplerini, faizleri artırarak, yahut amortisman müddetlerini uzatarak Düyun-ı Umumiyenin
13 Baha Gürfırat, "II. Abdülhamid ile ilgili belgeler (Yıldız ArĢivi)", Belgelerle Türk Ta- rihi Dergisi, Sayı: 17, ġubat 1969, s. 49. 14 Bu soruların benzerlerini, çağdaĢ düĢünürlerden Gai Eaton (sonradan Müslüman olmuĢ ve Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid adını almıĢtır) Ġslam and the Destiny of
feshini temin edebilirdik, bu da Osmanlı Devleti'ni bir beladan kurtarmak demek olurdu.15
Herzl'in daha 13 Ağustos 1899'da Basel'den Sultan Abdülhamid'e çektiği telgrafın tam metni Ģöyleydi:
HaĢmetlu Sultan Abdülhamid Han, Yahudi tebaasına karĢı gösterdiği âlicenaplıktan ötürü Sultan Abdülhamid Han Hazretleri'ne içten gelen minnet ve Ģükran duygularını arz etmek, görev olmuĢtur. Siyonistlerin arzusu Avrupa'nın çeĢitli ülkelerinde bulunan
talihsiz kardeĢlerinin imdadına koĢmak ve [onları] Osmanlı Ġmparator- luğunun büyüklük ve cömertliğine tevdi etmektir. Onlar bu maksadın sadakatinin, Halife'nin hakim Ģahsiyeti tarafından da cesaretlendirileceğine samimiyetle inanmaktadırlar.16
Mantık, gerçekten de mükemmel kurulmuĢtur ve PadiĢah'ın bu zekice kurgulanmıĢ yaklaĢım karĢısında teslim olması beklenmektedir.
Fakat beklenen olmaz. Herzl'i dikkatle dinleyen Abdülhamid, Yahudilerin Filistin'e yerleĢmeleri ve özerk bir idare kurmaları karĢılığında Musevi bankerlerin Avrupa' daki Osmanlı borçlanma tahvillerini toplayarak devlete rahat nefes aldırabileceklerini de içeren bu cazip teklifi, ülkesinin selameti bakımından tehlikeli bularak reddeder. (Liberallerimizin, mesela Kıbrıs karĢılığında böyle bir teklif yapılsa kabul etmeden önce kaç dakika düĢünme ihtiyacım duyacaklarını doğrusu insan merak ediyor.)
Abdülhamid alarmda!
Man adlı kitabında dile getirmiĢtir. Türkçe tercümesi için bkz. İslâm ve İnsanlığın Kaderi, Çeviren: Ġhsan Durdu, Ġstanbul 1992, Ġnsan Yayınları, s. 48 vd. Eaton'a göre, Ġsrail devletinin kurulmasını mümkün kılan Ģey, Yahudi katliamının Avrupa ve Amerika'da uyandırdığı suçluluk psikolojisidir.
15 Siyonizmin Kurucusu Theodor Herzl'in Hatıraları ve II. Abdülhamid, Çeviren: Ergun Göze, 2. baskı, Ġstanbul 2002, Boğaziçi Yayınları, s. 72. Ayrıca bkz. Süleyman KocabaĢ, Türkiye ve Siyonizm, Ġstanbul 1987, Vatan Yayınları, s. 151 vd. Laqueur, age, s. 84 vd.
Bir karıĢ dahi vatan toprağını satmam! Ben bir karıĢ dahi olsa top- rak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıy- la mahsuldar kılmıĢlardır... Sultan Abdülhamid
Theodor Herzl, Hatıralar, s. 203.
ĠĢ burada da kalmaz. Osmanlı maliyesinin zorda kaldığı bir dönemde Abdülhamid bu defa kurnazca bir karĢı teklifte bulunur. Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi karĢılığında Filistin haricinde herhangi bir Osmanlı toprağına yerleĢebilirlerdi Museviler. "Kapımız onlara açık" diyordu PadiĢah. Ama Siyonistlerin gözü, "herhangi" bir toprakta değil, Filistin'dedir ve bu karĢı teklifi derhal reddederler. Oyun, böylece ortaya çıkmıĢtır.
Abdülhamid, Sırp Kralı'nın toprak talebini nasıl reddetti?
Aynı toprak verme teklifi, Ġzvomik kalesi için 1879 yılında Sırbistan Prensi Milan Obrenoviç'den gelmiĢ ve Sultan Abdülhamid tarafından Ģu sözlerle reddedilmiĢti: Sizi severim. Arzunuzu da is'af etmek [yerine getirmek] isterim. Ancak, istediğiniz yerin her karıĢ toprağı, efrad-ı milletin kam ile alınmıĢtır. Onu, size ihsan etmeye bende hak ve salâhiyet yoktur.1? Aynı Sırp Kralı'nın Sultan Abdülhamid'den, ailevî bir konuda yardım istediği Fransızca mektup, Yıldız Evrakı arasında bulunmaktadır ki, Ġstanbul'da yapılan Eurovision finalinde 2. olan Sırp Ģarkıcı Zeljko Joksimoviç'in "Sırpların Türk idaresinde 500 yıl yaĢadıkları köleleğin cevabını vereceğini" söylemesi üzerine 2 yıl önce büyük bir gazetede habere konu olmuĢtur.18  
Hem Yahudileri topraklarından kovmak, hem de onların Filistin'e yerleĢmesi üzerinden çıkar sağlamak isteyen ikiyüzlü Alman ve Rus politikalarının farkında olan Abdülhamid ise karĢı politikalar geliĢtirmekte gecikmeyecektir. Özellikle de Almanya ve Rusya'nın, Musevilerin Filistin'de bir yurt edinmesi için yaptıkları baskı karĢısında Avrupa devletlerinin ikiyüzlülüğüne dikkat çekmiĢtir Abdülhamid. Bizzat Yahudi Sorunu'nun kaynağı olan bu ülkelerin, topraklarından "tard ve ihraç etmek" istedikleri Yahudileri bir Osmanlı toprağına monte etmek için baskı yapmaları ve yerleĢtirdikten sonra da, bu defa yerleĢimcileri Osmanlı Devleti üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaları, Abdülhamid'i bu oyunda çok daha dikkatli davranmaya sevk etmiĢ ve Kırmızı Tezkere uygulamasından toprak alımının yasaklanmasına kadar pek çok tedbiri ard arda yürürlüğe
17 Bkz. "Osmanlı tarihinden ibretli fıkralar", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 9 (81), Ey- lül 1956, s. 567. 18 Bkz. Burak Altuner, "Sırp Kralı Milan'ı Osmanlı kurtardı", Akşam, 17 Mayıs 2004.
koymuĢtur.
Sultan Abdülhamid, bu biriken borçları sistemli bir Ģekilde tasfiyeye çalıĢmıĢ ancak tamamım ödeyememiĢ durumdadır.
Abdülhamid, o sıralarda otuzlu yaĢlarında bulunan bu genç adamın çalıĢkanlığını ve vatanı ve milleti uğrunda gösterdiği bu halisane gayreti takdir eder. Hatta kendisine bir niĢan-ı ziĢan takdim eder. Bu bile yeter Herzl için. Avrupa'da gittiği kabullerde göğsüne gururla asar. Ancak bu niĢan 'rüĢveti' karĢılığında Herzl'den neler istendiğini de biliyoruz: 1) Ermeni meselesinde Türkiye'nin elini rahatlatacak giriĢimlerde bulunmak, 2) Yeni bir borçlanma projesi olan Rouvier mali teklifinde Herzl'in de çağrılarak Fransızlara rakipsiz olmadıklarını göstermek (Herzl Abdülhamid tarafından borç pazarlığını kızıĢtırmak üzere kullanıldığını daha sonra anlayacak ve öfkelenecektir), 3) Siyonist kongrelerinde Sultan'a bağlılık telgrafları çekmek, ve 4) Siyonist kongrelerine gözlemci gönderilerek Osmanlı Devleti aleyhindeki tasarıları birinci elden öğrenmek.19
Abdülhamid uzun vadeli düĢünür ve Avrupa'ya olan bağımlılığın, teklifi kabulü halinde bir Yahudi bağımlılığına (Yahudi sermayedarlara bağımlılığa) bürüneceğini kestirir ve sonuç olarak böylesine çarpık bir iliĢkiye girmeyi reddeder. Ne var ki, teklifler reddedildikten sonra dahi Siyonistlerin Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma çabalarının arkası kesilmez. Abdülhamid'in köĢeye sıkıĢacağı bir gün nasıl olsa gelecektir.
KarĢı hamle Abdülhamid'in yukarıda sözünü ettiğimiz karĢı atağı da çok kurnazca tasarlanmıĢtır. Bilmektedir ki, Siyonistler ısrarla Filistin'i istemektedirler
ve bir kere girince oradan asla çıkmayacaklardır. Yahudiler de onun bu teklifini kabul etmeyecek kadar akıllıdırlar. Nasıl ki, II. Bayezid döneminde Ġspanyol Musevileri Osmanlı memleketlerine kabul edilmiĢ, istedikleri yerlere yerleĢmiĢlerse, bugün de aynı uygulamayı talep etmektedirler. Ancak Ģartlar tamamen değiĢmiĢtir. Marx'ın dediği gibi, tarih tekerrür ettiğinde ortaya çıkan Ģey komediden (fars) baĢkası değildir. Bu yüzden hangi teklif getirilirse getirilsin, Sultan Abdülhamid, Filistin'de Age, Ergun Göze'nin Önsöz'ü, s. 6-7.
Ġsrail devletinin tohumunu atacak olan bir toplu yerleĢmeye izin vermemekte direnmektedir.
Theodor Herzl görüĢmelerin tıkanması üzerine, "Abdülhamid'le bu iĢ olmayacak. Onun tahttan indirilmesi ve yerine bizimle uyumlu çalıĢacak idarecilerin geçmesi lazım" diyor. ĠĢte 1908'deki Jön Türk devrimine Avrupa'daki Siyonistler bunun için ziyadesiyle sevinmiĢlerdi. II. Abdülhamid'i Büyük Ġsrail projesinin önündeki en inatçı engel olarak görmelerinden daha doğal bir Ģey olamazdı. Siyonistler 1908'deki Jön Türk devrimini desteklemiĢ, hatta Ġttihatçıların yönetimi ele almasını can u gönülden arzu etmiĢlerdi. Abdülhamid'den sonra Osmanlı ülkesinde kendilerine özgürlük kapılarının sonuna kadar açılacağını ümit ettikleri için hem muhalefet yıllarında Jön Türklerle, hem de iktidar yıllarında Ġttihatçılarla yakın iliĢkiler içerisine girmiĢlerdir. Söz buraya gelmiĢken, Sultan Abdülhamid'in Siyasi Hatıratım adlı notlarından bütün bu olup bitenler karĢısında onun neler düĢündüğünü okuyalım:
Siyonistlerin Ģefi olan Herzl fikirleriyle beni ikna edemez... Herzl dindaĢları için toprak istemektedir. Fakat zekâ, her Ģeyi halletmeğe kâfi değildir. Siyonistler, Filistin'de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasî temsilcilerini seçmek gibi Ģeyler de arzu ediyorlar [biz sadece ekip biçmek, karnımızı doyurmak istiyoruz deseler de Abdülhamid'in güçlü haber kaynakları, Avrupa'daki Siyonist kongrelerinde bizzat görevlendirdiği adamları var. Ġçeriye bir delegeymiĢ gibi giren adamlarından aldığı bilgiler gösteriyor ki, Yahudilerin Filistin'de ciddi ciddi bir devlet kurma niyet ve çabaları vardır -M.A.]. Bu haris tasavvurlarının mânasını gayet iyi anlıyorum. Lâkin Siyonistler bu teĢebbüslerini kabul edeceğimi zannetmekle saflık ediyorlar. Ġmparatorlu- ğumuz dahilinde, halkımızın fertleri olarak ve Babıâlinin dirayetli hizmetkârları olarak yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam, Filistinlilere dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düĢmanım. [Tercüman vs. olarak bürokraside çalıĢan Yahudiler var. Abdülhamid bir Ġsrail devletinin kurulması halinde neler olabileceğim o günden bizlere söylemiĢ oluyor. M.A.] Ġmparatorluğumuz dahilindeki boĢ araziyi iskân etmek için münasip Ģekilde muhaceret tertibine ihtiyaç var. Fakat Yahudi muhaceretini münasip telakki etmeyiz. Yabancı dinden olanları kıymık gibi etimize kendimiz soktuğumuz devirler geçti. Devletimizin hudutları dahilinde
ancak kendi milletimizden olanları ve bizimle aynı dinî inançları paylaĢanları kabul edebiliriz.20
Sultan'ın bu sözleri, onun Siyonizmle ile iliĢkisini zannedildiği gibi bir Yahudi aleyhtarlığına, yani anti-semitizme değil, tutarlı ve derin bir devlet felsefesine dayandırdığını göstermektedir. Gariptir, yukarıdaki hakimane sözler, Herzl'i kızdırdığı kadar heyecanlandırmıĢtır da. Hasmı bile olsa, Abdülhamid'in vatanperverliğine hak verir, hatta hayranlığını belirtir. Ve aĢağıdaki satırları yazmaktan kendini alamaz hatıra defterine:
Sultan'ın gerçek bir devlet adamı büyüklüğü yansıtan bu sözleri, her ne kadar o an için bütün ümitlerimi söndürse de, bana tesir etti ve heyecanlandırdı. Ölümü ve paylaĢılmayı kabul eden bu kadercilikte trajik bir güzellik vardı ve madalyonun öteki yüzünde ise pasif bir mukavemet Ģeklinde de olsa, son nefese kadar mücadele iradesini gösteriyordu.
Herzl, "yumurtalar" üzerinde dans ettiğini yazıyordu. Abdülhamid ise "kurtlarla dans"a kalkmıĢtı. Cezası da ağır olmalıydı.
Siyonistler Ġstanbul basınını satın almaya karar vermiĢlerdi! Theodor Herzl henüz 43-44 yaĢlarındayken ölür. Ancak yerine geçenler, Siyonist mücadeleyi onun yolunda devam ettireceklerdir. Bütün yetkileri uhdesinde toplamıĢ tek bir adamla mücadelenin ne denli çetin bir iĢ olduğunu gören Siyonistler için Ġttihadcıların 1909'da Abdülhamid'i devirip iktidara gelmeleri sevindirici bir geliĢmedir. MeĢrutî bir yönetimde, yani Yahudi milletvekillerinin de içinde bulunduğu bir Meclis'te Filistin'e yönelik taleplerini daha kolay kabul ettirebileceklerini düĢünürler. Bu konuda epeyce iyimserdirler. Avrupa Siyonistleri, Ġstanbul basınında ticari yatırımları olan Musevilerle iliĢki kurarak Osmanlı kamuoyunu etkilemeye çalıĢırlar. Hatta Ġstanbul basınını Baron de Hirsh'in parasıyla satın almayı dahi düĢündüklerini Herzl'in hatıratından öğreniyoruz.
20 Siyasi Hatıratım, s. 53 ve Mim Kemal Öke, Siyonizmden Uygarlıklar Çatışmasına Filistin Sorunu.
Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmeye giden heyetin içinde yer alan Emanuel Karaso (Carasso), yukarıda gördüğümüz gibi hem Mason, hem de Arnavut Yahudisiydi; baĢka Musevi vatandaĢlar gibi, milletvekili olarak Meclis-i Mebusan'a girdi ve bu, Siyonistler adına ciddi bir kazanç sayıldı. Ne ki, 1908-1913 arasında tam bir kargaĢalık hakimdi Babıali'ye. Sözde bir serbesti, bir özgürlük havası esiyordu. Ancak Ocak 1913'de gerçekleĢen Babıali Baskını'yla Ġttihad ve Terakki Fırkası silah zoruyla yönetime el koydu ve iktidarı eline geçirdi. Böylece "mutlakıyetçi", "müstebit", "zâlim", "hunhar" yaftalarıyla devirmeye kalktıkları Sultan Abdülhamid'in yöne- timinden çok daha müstebidane bir idare, adeta bir gangster çetesi idaresi kurdular. Bediüzzaman Said Nursi'nin Divan-ı Harb-i Örfi adlı kitabında bahsettiği sıkı yönetim ilan edildi. Suçsuz nice insan da "jurnalci", "istibdat taraftarı" gibi suçlamalarla ibret-i âlem için Beyazıt Meydanı'nda asıldı. Cesetleri kokana kadar sallandırıldı. Komitacılar tarafından yollarda adam (bazen de gazeteci) öldürülmesinin 'temizlik' sayıldığı günler yaĢanıyordu imparatorlukta. ĠĢte bu kargaĢalık ortamında Filistin'e gizli Yahudi göçlerinin patladığına tanık olunur. II. Abdülhamid döneminde kitlesel göçe yeltenilmiĢse de, Sultan aldığı tedbirlerle bunu engellemeyi, en azından sınırlandırmayı baĢarmıĢtı.21 Yahudiler doğrudan doğruya Osmanlı topraklarına göç etmek yerine, bir Avrupa devletinin tâbiyetine geçer, kapitülasyonların verdiği haklardan yararlanarak Filistin'e bir Avrupa ülkesinin mensupları olarak adım atarlardı. Ticaret yapacakları bahanesiyle gider ve karaya adım attıktan sonra da zinhar çıkmazlardı. Böylece Filistin'de 20-25 bin kadar olan yerleĢik Yahudi Sefarad nüfusu, 15-20 yıl içerisinde EĢkenazların akınıyla 125 bini bulmuĢtu. Giderek hızlanan EĢkenaz göçleriyle birlikte Filistinlilerin topraklarına el koymalar, köy baskınları, sabotajlar vs. ile tarihin en büyük trajedilerinden birinin fitili ateĢlenir. Tek cümleyle, Abdülhamid'in bozulmasını engellemeye çalıĢtığı kadim düzenin, emperyalizmin elinde kısa sürede raydan çıktığına Ģahit olunur. Özetleyecek olursak, Osmanlı Devleti'nin baĢına gelenler Filistin özelinde de sahnelenmiĢtir aslında.22
Birinci Dünya SavaĢı, 1918 yılında, diğer imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti'nin de çöküĢüyle sonuçlanır (Rus Çarlığı ise bir yıl önce veda etmiĢtir tarih sahnesine). Filistin'in de içerisinde bulunduğu kutsal
topraklar Ġngiltere tarafından iĢgal edilir. Aralık 1917'de General Allenby komutasındaki Ġngiliz ordusu Kudüs'e girer ve Selahaddin-i Eyyubî'den Haçlıların intikamını aldığını söyler. Filistin'de bir Ġngiliz mandası teĢkil edilir. Bundan soma Yahudi göçü sistemli hale getirilir. Kendilerine her türlü kolaylık sağlanır, araziler tahsis edilir ve bu Ģekilde, Ġsrail devletinin tohumu atılır. Ġngilizler gereken altyapıyı hazırladıktan sonra da Yahudi sabotajlarını ve terörizmini bahane ederek çekip gideceklerdir.
Avrupa devletleri Yahudilerin iskânı için kendisine baskı yaptıklarında Sultan Abdülhamid Ģu tepkiyi vermiĢti: Kendi topraklarınızda Yahudilerin güvenliklerini sağlayamayıp benim ülkeme atmaya çalıĢtığınız yetmezmiĢ gibi, bir de onlar aracılığıyla üzerimde baskı kurmaya kalkıyorsunuz.' Yani hem bir eve zorla misafir sokmak, hem de 'Neden misafirine iyi bakmıyorsun?' diye ikide bir hesaba çekmek gibi bir tavırdır bu... Böylesine tarifsiz bir ikiyüzlülük içerisinde olan Avrupa kamuoyu, bugün de aynı ikiyüzlülüğün, aynı ikili oynama politikasının sıkıntısını çekiyor aslında. Ve derin bir suçluluk kompleksi içerisinde, Ġsrail'in Filistin halkına yaptığı zulümleri kılını kıpırdatmadan seyredebiliyor. Nasıl olsa bir Avrupa sorunu olan Yahudi Sorunu'nu baĢka bir bünyeye, Ġslam dünyasına transfer etmeyi baĢarmıĢlardır. Artık kendilerini, "Vicdan testi"ni baĢarıyla vermiĢ sayabilirlerdi.
Velhasıl, çözüm, Abdülhamid'siz bulunmuĢtur! Sultan Abdülhamid ve Samuraylar  
21 Bkz. Ahmet Akgündüz, "II. Abdülhamid'in Yahudilerin Filistin'e yerleĢmesini ya- saklayan bir iradesi", Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 3, Mart 1987, s. 27-29. 22 1930'larda 3 dönem CHP milletvekilliği de yapan Ġbrahim Alâettin Gövsa, 1948 ta- rihli bir yazısında Filistin'in Türk hakimiyetinden ayrıldığından beri ateĢ ve kan için- de bulunduğunu ve bu topraklarda en geçerli çözümün hala Türk çözümü olduğunu yazabiliyordu. Bkz. "Filistin: Çıban baĢı", Yedigün, Sayı: 781, 22 ġubat 1948, s. 10-11.
         
Güvertede Ertuğrul'un elli kiĢilik bandosu, Mikado'nun ve Sultan Hamid'in marĢlarım çalıyordu... ġarkın ruhunu taĢıyan hilalin ve güneĢin çocukları, berrak bir semada buluĢmuĢlardı. Bunlar, uzun zamanlar birbirlerini kaybettikten sonra, birdenbire karĢılaĢan sevgili dostlara benziyorlardı. Ziya ġakir
'ĠÇERĠYE GĠRDĠĞĠMDE PADĠ ġAH, salonun ortasındaki büyük masanın baĢında en büyük ölçekli, "Kipert Paftası" denilen haritanın baĢındaydı. Harita üzerine Japon ve Rus bayrakları iğnelerle yerleĢtirilmiĢti. Böylece Rus-Japon savaĢında kimin hangi toprakları elinde tuttuğu takip ediliyor, gelen haberlere göre bayraklar yer değiĢtiriyordu. Abdülhamid, bizi bu masanın sağ ve solundaki yaldızlı koltuklara oturttu ve Bagnam PaĢa'ya bayrakların doğru yerlere yerleĢtirilip yerleĢti- rilmediğini sordu.'1
Özetleyerek aktardığımız bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk
BaĢbakanı Rauf Orbay'a ait. O zamanlar henüz 20'li yaĢlarında genç bir bahriyeli subay olan Rauf Bey kadar, yaverlik ve tercümanlığını yaptığı Amerikalı amiral Bagnam PaĢa da ĢaĢkındır Sultan'ın Rus-Japon savaĢına duyduğu bu derin alaka karĢısında. Yıldız Sarayı'na kapanmıĢ bir despot olarak gördüğü Sultan'ın, dünya ahvalini, özellikle de Japonların Mançurya'daki ilerleyiĢlerini böylesine yakından takip ediĢi karĢısında
1 Bu cümleler, Cemal Kutay'ın Rauf Orbay'ın hatıratı Ģeklinde düzenlediği 5 ciltlik çalıĢmasından özetlenerek alınmıĢtır. Metnin aslı ve tamamı için bkz. Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir İnsan: Hüseyin Rauf Orbay (1881-1964), cilt 1, Ġstanbul 1992, Kazancı Yayınları, s. 262-263.
hayret duygularını gizleyemeyen Bagnam, Abdülhamid'in çözülmesi çok zor bir bilmece olduğunu söyleyecekti genç bahriyeliye.2 Lakin yukarıdaki manzarayı görenlerin pek bir anlam veremedikleri derin ilginin kökeninde, Sultan Abdülhamid'in Ģehzadelik demlerine uzanan renkli bir mazisi uzanır. Abdülhamid'in tahta çıkmasına henüz 4 yıl vardır (1872). Bir gün biraderi (sonradan "V. Murad" adıyla tahta çıkacak olan) Ģehzade Murad Efendi'yle görüĢürken eline Hadika gazetesi tutuĢturulan 30 yaĢındaki Ģehzade Hamid'in dikkati, Paris'te düzenlenen bir sergiye Japonya diye bir ülkenin katılacağı haberine mıhlanır. Japonlar Avrupa'ya ilk ciddi çıkarmayı bu sergide yapacaklardır. Doğulu bir halkın ilerleme yolunda aldığı bu hızlı mesafeden etkilenen Sultan Abdülhamid, Zincirlikuyu'daki köĢküne döner dönmez doktoru ve danıĢmanı Mavro- yeni Bey'den Japonlar hakkında ayrıntılı bir rapor ister. Bundan sonra onun dünyasında Japonya, bir Doğulu halkın kendi inanç ve geleneklerini terk etmeden modernleĢmeyi baĢarmasının modeli olacaktır.
Böylece ilgi yelpazesini zengin bilgilerle destekleyen Abdülhamid, Japonya'nın özellikle Rusya karĢısında baĢarılı olacağını öngörmüĢ, çıkacak bir savaĢta Rusları yenilgiye uğratabileceğini tahmin etmiĢti. O,
Japonya'nın özellikle Rusya karĢısında sadık ve dost bir müttefik olacağına inanıyordu. Bir ara Japonların Avrupa'ya görgü ve bilgilerini artırmaları için gönderdikleri 5 Samuray, dönüĢte Ġstanbul'a uğrar. Ancak asıl fırsat, 1880'de ayağına gelir Sultan'ın. Gelen, Ġmparator Mikado'nun akrabası Prens Hebi'dir. Böylesine kıymetli bir misafir Ġstanbul'a gelir de, Sultan fırsatı kaçırır mı? Kendilerini izzet ü ikramla karĢılatır, Beyoğlu'nda lüks bir otele yerleĢtirir ve heyete Yıldız Sarayı'nda parlak bir ziyafet verir. Tercümanlar vasıtasıyla Mikado ve Japonya hakkında bilgiler alır. Ġlgiden fevkalade memnun kalan Japonlar, iki ülke arasında ticarî ve siyasî münasebetler kurulmasını teklif ederler ve böylece Osmanlı Devleti ile Japonya arasında ilk bağlar kurulur.
2 Bagnam PaĢa'nın Abdülhamid hakkında, kendisi de anti-Abdülhamidci kamptan olan Rauf Bey'in yüzüne karĢı sarf ettiği sözler Ģöyledir: "Ben doğrusu padiĢahınıza hayret ediyorum. Bilmece gibi adam... Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan [bir] bilmece!.. Otuz seneye yakın donanmayı limanlara hapseden aynı adam, bizleri, Amerika'dan denizaltı sipariĢine memur ediyor. Hem de en demokrat memleketlerde [bile] görülmiyen kat'i karar ve selâhiyet ile..." Kutay, age, cilt 1, s. 278.
Ġlk teklifin Japonlardan gelmesine özen gösteren Abdülhamid'in isteği olmuĢ, Ģartları koyan taraf olma Ģansı doğmuĢtur. BaĢlangıçta Rusları ürkütmemek için siyasî değil, ticarî iliĢkilere ağırlık vermeyi teklif eder ve Ġmparator ile Ģahsî bir dostluk kurmayı önemser. Böylece hem iliĢki kurulmuĢ olacak, hem de Rusya'nın yıldırımlarını üzerine çekmemiĢ olacaktır. 1887'de altın bir fırsat çıkar karĢısına. Ġmparatorun yeğeni Prens Akihito Ġstanbul'a gelecektir. Parlak bir karĢılama töreni düzenlenen heyete Dolmabahçe Sarayı'nın bir dairesi tahsis edilir. Japon imparatoru, Abdülhamid'e özel bir mektup ile devletin en büyük niĢanını göndermiĢtir. O zamana kadar Batılı ülkelerden hiçbirinin niĢanını kabul etmemiĢ olan Sultan, Mikadonun bu hediyesinden çok memnun kalır ve ressam ġeker Ahmed PaĢa ve diğer dil bilen yaverlerini Prens'in mihmandarlığına tayin eder. Japon heyeti, o zamanlar hanedan üyeleri dıĢındakilerin girmesi yasak olan Hazine-i Hümayun'u dahi gezme im- kânını bulur. Abdülhamid bu geziye nasıl mukabele edeceğini düĢünür ve sonunda bulur: Japonya'ya bir gemi gönderecektir!
ĠĢte Osmanlı'nın mesajını Güneydoğu Asya ve Japonya'ya götürecek olan "misyoner" gemimiz Ertuğrul'un hazin macerası böyle baĢlar. Uzakdoğu Müslümanlarının moral kaynağı olan Ertuğrul, SüveyĢ Kanalı'ndan geçerek Yokohama limanına demirler ve Singapur'a ulaĢtıklarında Tuğamiral (Mirliva) rütbesine terfi eden Osman Bey, Ġmparator'u ziyaretle Sultan'ın hediyelerini takdim eder.
Japonya ayaktadır. Halk limanda toplanır, halk sokaklarda tezahürat yapar, halk evlerinde ağırlar misafirlerini. Hele bir Cuma günü gemi mürettebatının bir meydanlıkta namaz kılmaları halkı iyice meraklandırır. Ne var ki, yaĢlı Ertuğrul gemisinin dönüĢ yolunda uğradığı feci kaza, Ġstanbul'da olduğundan daha büyük bir yara açar Japon halkının kalbinde. Günlerce yas ilan edilir, yardım kampanyaları açılır, imparatorun eĢi dahi kendi elleriyle yaralı olarak kurtulan askerlerimize üst baĢ dikmek için seferber olur.3
Tam 581 seçme denizcimizi kaybettiğimiz Ertuğrul faciası, Türk-Japon dostluğunun temellerini attığı gibi, halklar arasında bir sempati dalgasının kabarmasına da vesile olmuĢ ve bu dostluk bugüne kadar kesintisiz olarak yaĢamıĢtır4. Belki Ertuğrul
Japon modernleĢmesi ve biz
Abdülhamid'in Japonlara duyduğu ilginin baĢlangıç ve seyrini, Ertuğrul faciasını da içerecek Ģekilde genel okuyucuya yönelik bir inceleme için bkz. Ziya ġakir, Sultan Abdülhamid ve Mikado, Ġstanbul 1994, Boğaziçi Yayınları, s. 16 vd.
Japonya'nın Osmanlı için bir terakki sembolü olmasından ziyade, her iki ülkenin paralel tarihlerini ufuk açıcı bir tarzda ele alan Selçuk Esenbel'in makalesi mutlaka okunmalıdır: "Japonya ve Türkiye çağdaĢlaĢma tarihinin karĢılaĢtırılması", Hazırlayanlar: Selçuk Esenbel ve A. Murat Demircioğlu, Çağdaş Japonya'ya Türkiye'den Bakışlar, Ġstanbul 1999, Simurg Yayınları, s. 9-30; aynı kitapta yer alan Kiharo Yumiko'nun makalesi Türk ve Japon modernleĢmesindeki benzerliklerden çok ayrılıklar üzerinde yoğunlaĢmaktadır (bkz. "Türk ve Japon çağdaĢlaĢmasında laiklik sorunsalı: Türk ve Meiji devrimlerinde din politikaları", s. 149-179). Ġlber Ortaylı da bir kitabında Japon modernleĢmesi mitinin bilinmeyen boyutlarına eğilmektedir: Bkz. imparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 3. baskı, Ġstanbul 1995, Hil Yayın, s. 18.
Ayrıca Toplum ve Bilim'in 25/26 nolu Bahar-Yaz 1984 sayısında yer alan Huricihan Ġnan ve Selçuk Tözeren'in (2) makaleleri, Japon ve Osmanlı modernleĢmelerinin benzeyen ve ayrılan yönlerini vukufla incelemektedir.
Japonların Osmanlı aydın ve bürokratları tarafından "Batılı olmayan bir Batı" olarak nasıl kurgulandığına dikkat çeken Rene Worringer'in tezi oldukça iddialıdır: "Sick Man of Europe" or "Japan of the Near East?": Constructing
3 Ziya ġakir, age, s. 36 vd. Ayrıca bkz. A[hmet] Cemaleddin Saraçoğlu, "Ertuğrul deniz faciası", Tarih Konuşuyor, Sayı: 44, Eylül 1967, s. 3332-3337; Bahri S. Noyan, "Ertuğrul firkateyninin batıĢı", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 7, Ağustos 1970, s. 40-45; Hüsrev Gerede, "Ertuğrul faciası", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 1, ġubat 1966, s. 52-58. Hadisenin bir Japon araĢtırmacı gözüyle günümüzden bir değerlendirmesi için bkz. Komatsu Kaori, "100'üncü yıldönümü münasebetiyle 'Ertuğrul Firkateyni' faciası", Annals of Japan Association for Middle East Studies, No. 5, 1990, s. 113-172. 4 Bu karĢılıklı alakayı, 5 Temmuz 1986 tarihinde SÎSAV'ın Japonya Konsolosluğu ile birlikte Ġstanbul'da organize ettiği konferansın tebliğlerinde görmek mümkün dür: Turkish-Japanese Relations: Prospects for Development, Ġstanbul 1986, SĠSAV Yayını, 59 sayfa.
Ottoman modernity in the Hamidian and Young Turk eras", IJMES, No. 36, 2004, s.
207-230. Ģehitleri bugün eskisi kadar hatırlanmıyor ama ülkemizde Japonlara, Japonya'da da insanımıza duyulan sempati, Koizumi'nin sıcak ziyaretinde de anlaĢılacağı üzere, eksilmeden devam ediyor. (Son gelen haberlere göre, BaĢbakan Juniçiro Koizumi Japonya'daki Türk Okulları'nın yöneticilerini Çırağan Sarayı'nda kabul ve kendilerine iltifat etmiĢtir.5) Bu nadir görülen sivil sempati dalgasının arkasındaki mimarların Sultan Abdülhamid ve Ġmparator Mikado olduğunu da biz hatırlatalım.6 Bu sırada Sultan Abdülhamid, kurtlarla dansında yeni bir yandaĢ bulmanın sevinci içindedir.
Vatikan'da kilise yaptıran padiĢah kim?
5 "Japon BaĢbakan'dan Türk okullarına övgü", Zaman, 13 Ocak 2006. 6 Abdülhamid'in Japonya ile ilgili hususi iradelerinden bir kaç örneğin aslı ve özeti için bkz. Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Ġstanbul 2005, Yeditepe Yayınları, s. 251, 266 ve 332.
         
19. asrın son yılları, politik yönden de Vatikan'ın saygınlık kazandığı bir döneme rastlar. Devletler Vatikan'a elçi göndermekte adeta yarıĢ halindedir. Durum Türkiye'nin gözünden kaçmamaktadır. Taha Toros
SULTAN II. ABDÜLHAMĠ D'ĠN Ġstanbul Kadıköy'de, Yeldeğirmeni'nde Hemdat Ġsrael Sinagogu'nun yapımına müsaade etmek bir yana, Yahudilerin ezelî düĢmanları olan Rumların bu mabedin inĢasına karĢı çıkmalarına, yapımı sırasında zorluk çıkarmalarına nasıl engel olduğunu ve bu yüzden de sinagogun ismine Abdülhamid'in ismine izafeten Hemdat Ġsrael (Yahudi Ülkesinin Hamdi (ve Hamid'i) denildiğini baĢka bir yerde yazmıĢtım1 (Hamid ve Hamd Ġbranicede aynı kelimeyle gösterilir). 1899 yılında ibadete açılan bu sinagogun istisna ve sürpriz olduğunu zannediyorsanız, hem Osmanlı'yı, nem de Abdülhamid'i yarım ve eksik anlamıĢsınız demektir. Bu da onu yanlıĢ anlamakla aynı anlama gelir. Zira bu hareketiyle Abdülhamid, hem tebasının dinî hukukunu korumuĢ oluyor, hem de Osman-
1 Mustafa Armağan, Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler, Ġstanbul 2005, TimaĢ Yayınları, s. 133-137.
Vatikan'daki San Gioacchino in Prati Kilisesi'nin cephesi. Solda gördüğümüz "Memalik-i Osmaniye" madalyonu, sütun başlarının arkasındaki şeridin üzerinde (sağ tarafta) bulunmaktadır. (Fotoğraf: Ahmet Eren Kademoğlu)
lı Yahudilerini, güçlenmekte olan Siyonist dalgaya kapılmaktan kurtarmaya çalıĢıyordu.  Aynı Ģekilde Beyoğlu'nda, Ġstiklal Caddesi'nden Tünel'e giderken sol kolda merdivenle inilen Santa Maria Kilisesi'nin inĢası sırasında yaptığı katkılar dolayısıyla kilisenin giriĢine onun adının yazıldığı bir kitabe
konulduğunu da biliyoruz.2 Lübnanlı bir Hıristiyan olan Said Naum Duhanî, bu mabedin, yeryüzünde kapısının üzerinde bir padiĢah-halifenin isminin yazılı olan Vatikan'a bağlı tek kilise olduğunu söyler.3
2 Yıldız Salman, "Santa Maria Draperis Kilisesi", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. 6, Ġstanbul 1994, s. 455.  3 Said Naum Duhani, "Beyoğlu Pera iken -6: Musevi PaĢalar", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 8, Eylül 1968, s. 71.

Bunların dıĢında Abdülhamid'in, Osmanlı memleketleri dahilindeki gayrimüslimlere ait çeĢitli dinî binaların yapım ve tamirine aynî ve nakdî yardımlar gönderdiği kayıtlarda var. Ancak Osmanlı sınırları haricindeki, üstelik Papalığın göbeğindeki bir kilisede onun katkısını görmek gerçekten de ĢaĢırtıcıdır. Bu hususa dikkatimi çeken, Türkiye'deki Masonların çıkardığı bir dergideki kısa bir yazı oldu. Celil Layıktez, 1995 yılında Tesviye dergisindeki yazısında,4 Roma'ya yaptığı bir Bayram tatili seyahatinden söz ediyor. Daha önce "Muhterem Üstadı Ziya Umur"dan Vatikan'daki San Gioacchino in Prati Kilisesi'nin bu özelliğini iĢitmiĢ olan yazarımız, bu seyahat sırasında gidip kiliseyi bulur ve Redentorista tarikatına mensup BaĢrahibi Padre Benito Bissacco ile görüĢür. Rahipten aldığı bilgilere göre, kilisenin temeli 1 Ekim 1891'de atılmıĢ ve 1898 yılında ibadete açılmıĢtır. Ancak San Gioacchino in Prati Kilisesi'nin bazı malzeme ve süsleme eksiklerinin tamamlanması, ancak 1917 yılında mümkün olabilmiĢtir. Bu bilgilerin ardından BaĢrahib'in Sultan II. Abdülhamid'in kiliseye katkısını belirten sözleri Ģöyle:
Sultan Abdülhamid'in yardımı aynî ve nakdî olmuĢ. Aynî olarak kilise içi süslemelerde ve ...dıĢ kapıların yapımında kullanılan Lübnan sedir ağaçlarını yollamıĢ.
Verilen bilgiye göre, kilisenin inĢaatı sırasında yaĢanan mali zorluğu açmak için dünyadaki devlet baĢkanlarından yardım istenmiĢtir. OluĢturulan fona, Sultan Abdülhamid'in de aralarında olduğu 24 devlet baĢkanı katkıda bulunmuĢ ve katkıda bulunan ülkelerin isimleri, giriĢ kısmında tavana yakın lento üzerine mermer mozaiklerle yazılmıĢtır. ĠĢte Osmanlı Devleti'nin ismi de bu tavanda Latin alfabesiyle "Memalik-i
Osmaniye" Ģeklinde yazılmıĢ bulunmaktadır.
Peki Mason Celil Layıktez bunu niçin aktarmıĢtır? Masonların Sultan Abdülhamid'i sevmediklerini biliyoruz. Ancak bu yazının sonuna Ģu notu iliĢtirmesinden anlıyoruz ki, Ġslamcı olduğunu iddia eden II.
4 Celil Layıktez, "Osmanlı yardımıyla Roma'da inĢa edilen kilise: S. Gioacchino in Prati", Tesviye, Sayı: 17, Mayıs 1995, s. 26-27.
Abdülhamid'de bile diğer dinlere, bu arada tabii Masonluğa da açık bir kapı vardı diyebilmek için yazılmıĢtı bu yazı... ġu cümleye dikkat edelim, zira Masonların, Masonluğun oyunlarına karĢı mücadele etmiĢ, en azından onları pasifize etmiĢ bir devlet adamının bile 'bir tür Mason' olduğunu bakın nasıl ustalıklı bir yoldan ortaya koymaya çalıĢıyor:
Hattâ Abdülhamid'in aralarında sürekli kavga eden azınlıkları daha iyi kontrol etmek için hepsinin temsil edileceği ve kendi kontrolunda olacak bir özel Masonluk kurmayı dahi düĢündüğünü, ancak sonradan bu projeden vazgeçtiğini biliyoruz.
Halife-Sultan II. Abdülhamid, aynı zamanda toprakları üzerinde yaĢayan Katoliklerin de koruyucusuydu.5 Nitekim Papalık ile iliĢkisini sıcak tutmak ve denge politikasına yeni bir unsuru daha ilave etmek amacıyla Sandıklı yöresinde bulunan Hıristiyanlığın ilk çağlarına ait bazı mermerleri Müze-i Hümayun aracılığıyla Papa'ya gönderilmesini emrettiğini Hazine-i Evrâk kayıtlarından ayrıntılarıyla öğrenme imkânına sahibiz (bkz. 1310 (1884) tarihli 1724 numaralı hususî irade). Abdülhamid bununla da yetinmeyerek Vatikan'a bir elçi tayinini arzu etmiĢ ve arzusu üzerine Atina Elçisi Asım Bey'in bu göreve atanması için harekete geçilmiĢtir (bkz. BaĢbakanlık ArĢivi, 1314/1315 (1888-1889) tarihli 1138 ve
1219 sayılı belgeler).6
Oysa Sultan Abdülhamid'in yurt içinde sinagog ve havraların inĢasına gösterdiği ihtimamın asıl sebebi, nasıl kendisine vergi veren Müslüman olan veya olmayan teb'asının dinî ihtiyaçlarını gözetmek gibi bir imparator tavrı ise, yurt dıĢında yapılan bu kiliseye yaptığı katkı da, ne Mason olduğundan, ne de Katolikliğe yakınlığındandır. Sultan Abdülhamid, Osmanlı Devleti'nin elinin orada bulunmasının, "Biz burayız" mesajının Vatikan çayırlarında (ki prati çayır demektir) çınlamasının gerekliliğine inanmıĢtır da ondan. Tabii aynı zamanda hoĢgörünün en geniĢ Ģekilde yaĢandığı toprağın temsilciğini yaptığını da hatırlatmıĢ oluyordu Avrupa
5 Abdülhamid ve Katolik teba arasındaki iliĢkiler hakkında geniĢ bilgi için bkz. Charles A. Frazee, Catholics and Sultans: The Church and the Ottoman Empire, 1413-1923, Cambridge University Press, 1983, s. 228-229.
6 Taha Toros, "Benden selam olsun, Roma'daki Papa'ya!", Yıllarboyu: Yakın Tarih Dergisi, Sayı: 7, Ekim 1978, s. 37.
kamuoyuna.
Abdülhamid, sevgili Peygamberine hakaret ettirmezdi          
Bizi yükselten, dinimize karĢı duyduğumuz büyük aĢktır.1 Sultan II. Abdülhamid
NE OLUYORUZ ? Danimarka, derken Norveç, Almanya ve Fransa... ġu karikatür kuĢatmasından bahsediyorum. Kaç haftadır sabah akĢam bu haberlerle dertleniyoruz. Hatta bazı yazarlarımız Danimarka mallarını külliyen boykot çağrısı dahi yaptılar.2 Avrupa canibinden esen bu üzücü haberleri iĢitip de Sultan Abdülhamid'i anmamak mümkün mü? Devletin en müĢkil anlarında bile Düvel-i Muazzama'nın idarecilerine sözünü geçirebilen ve Ġslamiyet hakkında kalem oynatır veya tiyatroda bir eser sahneye koyarken dinî değerlerimize karĢı daha itinalı olmalarını sağlayan bir derin hassasiyetin değiĢmez adresiydi Halife hazretleri. Sultan II. Abdülhamid Han denilince, Fransa, Ġngiltere, Ġtalya ve Amerika BirleĢik Devletleri'nde Peygamber Efendimiz (sav) aleyhinde bir piyes oynanacağını haber alınca, engellenmesi için çok etkin diplomatik giriĢimlerde bulunan ve sonuç almasını da bilen bir padiĢahın, bir devlet
adamının uyanık bilinci yanında, bir büyük Müslüman'ın hassas ruhuyla da karĢı karĢıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Özellikle Paris Büyükelçisi Esad PaĢa ile Salih Münir PaĢa'nın çabalarını hatırlatmakta yarar var.3
ĠĢte Abdülhamid Han'ın Peygamber Efendimiz'in (sav) ve ecdadının haklarını, hem de Ģu Yıldız Sarayı'ndan dıĢarıya adımını atmadan nasıl savunduğuna iliĢkin birkaç ibretâmiz olay.4 Okuyalım ve üzerinde düĢünelim. Yıllardan 1890'dır. Fransız akademisi üyelerinden Marki de Bonnier, Muhammed adlı bir dram yazarak Comedie Français'e teslim etmiĢtir; Avrupa basınından alınan haberlere göre oyunun provaları baĢlamak
1 Sultan Abdülhamit, Siyasî Hatıratım, Hazırlayan: Ġstanbul 1999, Dergâh Yayınları, s. 131. 2 Mesela Ali Bulaç, "Danimarka'yı boykot", Zaman, 1 ġubat 2006.
3 Bu konuda devrin Paris Sefiri olan Salih Münir PaĢa'nın yazıĢmalarına bakınız. Mesela: Aziz Esenbel, "Abdülhamid ile Paris Sefiri Salih Münir PaĢa arasında gizli muhabere", Tarih Dünyası, Sayı: 16, 1 Aralık 1950, s. 683-686; Sayı: 17, 15 Aralık 1950, s. 715-717; Sayı: 19,15 Ocak 1951, s. 820-821; ayrıca bkz. Aziz Esenbel, "KardeĢinin kalemiyle Paris Sefiri Salih Münir PaĢa", Tarih Dünyası, Sayı: 15, 15 Kasım 1950, s. 638-642. Salih Münir PaĢanın ölümü vesilesiyle yazılan bir yazı için bkz. Galip Kemali Söylemezoğlu, "Salih Münir PaĢa", Yedigün, Sayı: 309, 7 ġubat 1939, s. 12-13. 4 AĢağıda zikredeceğim olaylar Ziyad Ebüzziya'nın V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi'ne sunduğu ve 1988 yılında yayınlanan "II. Abdühamid'in dinî ve millî konulardaki hassasiyeti" baĢlıklı tebliğinin özeti mahiyetindeki Ģu yazısından alınmıĢtır: "Sultan Hamid'in Avrupa'da oynanmasını yasaklattığı tiyatro eserleri", Türk Edebiyatı, Sayı: 150, Nisan 1986, s. 6-11.
üzeredir. Üstelik sahnede bir aktör Hz. Peygamber rolüne çıkacaktır. Oyunun Peygamber Efendimiz'in manevî Ģahsiyetini, dolayısıyla Ġslam dinini ve Müslümanları küçük düĢüren hakaretamiz bölümler ihtiva ettiği haberleri Abdülhamid'i "Halife-i Müslimîn" sorumluluğuyla derhal harekete geçirecek ve yalnız o tiyatroda değil, bütün Fransa'da sahne- lenmesini engelleyecektir oyunun. Nasıl mı? Fransa CumhurbaĢkanı Sadi Carnot'ya Paris Sefiri Salih Münir PaĢa eliyle haber uçurarak. Tabii Carnot Cenaplarına, Ġslamiyete yaptığı bu mühim hizmet karĢılığında bir NiĢan-ı Ġmtiyaz takdim edildiğini söylememe gerek yok.
YazıĢmaların baĢlığı, "Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselam hazretlerinin nâm-ı kudsiyelerine karĢı tertip olunan oyuna dair"dir. Bu baĢlık bile aslında maksadın sanat olmadığına, gerçek bir "oyun'la karĢı karĢıya bulunulduğuna iĢaret etmektedir. Fransa'nın Ġstanbul Büyükelçisi Kont Montbella aracılığıyla Fransa hükümetine sert uyarılarda bulunan Sultan Abdülhamid, oyunun sahneye konulması halinde Osmanlı-Fransız iliĢkilerinin biteceği ültimatomunu göndermiĢti.5 Diplomatik tehditler Fransa'da iĢe yaramıĢtı ama bakalım diğer ülkelerde nasıl sonuç verecekti? Ancak yazar de Bonnier de iĢin peĢini bırakmaya niyetli değildir. Bu defa eserini Abdülhamid'in diĢ geçiremeyeceğini tahmin ettiği, devrin ABD'si olan Ġngiltere'de oynatmak için giriĢimde bulunur. Ne var ki, Irving adlı bir aktörle anlaĢmıĢ olmasına, bir nevi devlet tiyatrosu olan Lyceum Kraliyet Tiyatrosu'nda oynanması kararlaĢtırılmasına rağmen, Abdülhamid'in inatçı müdahalesinden kurtulamaz. Bu defa diplomatik kanallardan bizzat Ġngiltere'nin ılımlı DıĢiĢleri Bakanı Lord Salisbury devreye sokularak piyesin yalnız o tiyatroda değil, bütün Ġngiltere'de oynanması yasaklanır. Sultan Abdülhamid-Marki de Bonnier kovalamacasının böylece noktalanmıĢ olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü bu iĢin bir de üçüncü raundu var. Bu defa 3 yıl sonrasındayız. Devir değiĢmiĢ, Lord Salisbury gitmiĢ, yerine bir baĢka Lord, Ġslamiyete daha mesafeli duran Roserbery DıĢiĢleri Bakanlığı koltuğuna oturmuĢtur. Bu değiĢiklik üzerine Marki de Bonnier
5 Ahmet Uçar, "II. Abdülhamit'in Avrupa sahnelerine müdahalesi: Dünyaya konan ambargo", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 36, Ocak 1997.
yeniden atağa kalkar ve bir baĢka Londra tiyatrosuyla anlaĢır. Ancak bu defa da eserini sahneye koydurmayı baĢaramayacaktır. Velhasıl Abdülhamid'in mahir diplomasisi, bu mel'anetin icrasına müsaade etmeyecektir. Nitekim 1900 yılında Paris'te oynanmak istenen Muhammed'in Cenneti adlı bir baĢka piyesin ancak ismi ve muhtevası değiĢtirilerek sahneye konulur hale getirilmesi de onun ince diplomatik giriĢimlerinin eseridir.
Keza Roma'da oynatılmak istenen Fatih Sultan Mehmed üzerine bir piyes de, Osmanoğullarının küçük düĢürüleceği gerekçesiyle yasaklatılmıĢtır. ĠĢin ilginç yanı, Sultan'ın kendi gücünün yetmediği durumda yakın dostu Alman Ġmparatoru II. Wil-helm'i devreye sokarak bunu baĢarmasıdır. Yasaklama olayını haber veren 15 Nisan 1890 tarihli bir Ġtalyan gazetesinde (Capitan Fracassa) aynen Ģu satırlar yer almaktaydı:
Bu dramın sahneleneceği haberi üzerine, Sultan [Abdülhamid adeta], kendisine, bir Rus filosunun Boğaziçi'ne doğru hareket halinde bulunduğu bildirilmiĢ gibi, heyecana kapıldı. Ġmparator Wilhelm de [konuyla] ilgilenmiĢ göründü.
Hatta 1893 yılında Amerika BirleĢik Devletleri'nde sahneye konulan ve Ġslam Peygamberi'nin hayatını olduğundan farklı gösteren Muhammed adlı tiyatro oyunu da, (yazarının De Bonnier olup olmadığına dair sarih bir bilgimiz yok ama tarihler aynı oyun olduğu fikrine götürüyor bizi) Sultan Abdülhamid'in ABD Elçisi Alexander W. Terrell ile yaptığı özel görüĢmeden sonra, federal hükümetin yetkisi dahilinde olmamasına rağmen, bizzat BaĢkan Grover Cleveland'ın giriĢimleriyle sahneden kaldırılmıĢtır.6 Müdahalenin Amerika ayağında ise Osmanlı'nın Washing- ton sefiri Mavroyani bulunuyordu.
Abdülhamid Han'ın sevgili Peygamberine, Ġslamiyete ve ecdadına yönelik küçük düĢürücü tavırlara karĢı, güçlü Batılı devletleri karĢısına alma pahasına, müsamahasız, tavizsiz ve kararlı tutumu kısa sürede
6 Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökleri, Ankara 2001, Ġmge Kitabeyi, s. 359.
etkisini göstermiĢ ve tiyatrolar Ġslamiyetle ilgili eserleri daha bir titizlikle seçer olmuĢlardır. Sonuçta gerek Fransa'da, gerekse Ġngiltere ve Ġtalya'da, hatta o sırada Ġngiliz iĢgali altında bulunan Hindistan'da7 Peygamber Efendimiz ve Osmanlı padiĢahlarına yönelik bu tür hakaret içeren eserlerin sahnelenmemesi yolunda bir gelenek oluĢmuĢtur. Nitekim devrin Avrupalı bürokratlarının Osmanlı'nın bu hassasiyetini nazar-ı dikkate aldıklarını ve basını da zaman zaman uyardıklarını görüyoruz. Bu da Abdülhamid'in iktidar ve nüfuzunun sadece içeride ve sadece Ġslam âleminde değil, Avrupa'da da oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Bir piyes için koca Alman Ġmparatoru II. Wilhelm'i bile devreye soktuğuna bakılırsa onun bu iĢleri ne kadar ciddiye aldığı ve aldırdığı rahatlıkla anlaĢılır. Aleyhteki propagandasına son vermek için bir ara Ġngiltere'nin ünlü The Times gazetesini satın almaya dahi kalkıĢtığı söylenir Sultan'ın8. Neden vazgeçtiğini bilmiyorum. Ama hiç de yabana atılacak bir fikir değil bence. DüĢünsenize, The Times gazetesi bizim olsaydı... Mabeyn kâtiplerinden Tahsin PaĢa'nın yalancısıyım. Sultan Hamid Times, Temps, Kölnische Zeitung, Tribüne, Standard ve "Viyedemusti" gibi Ġngilizce, Fransızca ve Almanca gazetelerin siyasî makalelerini günü gününe tercüme ettirip inceler, tepki verilmesi veya düzeltilmesi gereken haber ve yazıları iĢaretler ve bazı ünlü yerli ve yabancı yazarlara cevaplar yazdırarak o gazetelerde yayınlatırmıĢ. Bununla da yetinmeyen
propaganda üstadı Abdülhamid, Avrupa gazetelerinin temsilcilerini Yıldız Sarayı'na çağırır, onlara iltifatlar yağdırıp hediye ve niĢanlarım takdim ettikten sonra, çıkan haberlerin düzeltilmesini rica edermiĢ. Tabii itiraz etmek ne mümkün! Birkaç gün soma bakarmıĢsınız ki, o muhabirler aynı gazetede bu defa Osmanlı lehine haberler yazmıĢlar.9
Maalesef II. Abdülhamid'den sonra ne bu dinî hassasiyetler ortada kalmıĢtır, ne de uluslararası itibar ve nüfuzumuz. Sadrazam Talat PaĢa bile, iĢ iĢten geçip Sultan 1918 ġubat'ında ölünce, bir yakınına, 'Tam onun
7 Ziyad Ebüzziya'nın tebliğinden nakleden: Cezmi Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla Sultan II. Abdülhamid, Ġstanbul 1996, Nesil Basım-Yayın, s. 78-79. Bu piyes meselesi hakkında daha geniĢ bilgi için bkz. Zekai Konrapa, Peygamberimiz, İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşere, Ġstanbul 1963, s. 485-487 8 Ziya Erkins, "Abdülhamidin kitap merakı", Tarih Dünyası, Sayı: 32, 26 Ağustos 1952, s. 1278.
Avrupa hükümdarlarıyla alakasından ve hanedanlar üzerindeki nüfuzundan istifade edeceğimiz bir sırada öldü', diye yazıklanacaktır. Ne hazin bir itiraf! Ve Ġttihadcıların içine düĢtükleri zavallılığın derecesine bakın. Memleketi kurtaracağız diye iç savaĢ çıkartarak tahtından indirdikleri bir adamdan, ellerine yüzlerine bulaĢtırıp devletin baĢkentini dahi esarete duçar ettikten sonra adeta yılana sarılır gibi medet ummak, tam da onların çocukluklarına yaraĢır bir tavır değil mi? Yine de sağ olsaydı, Sultan onları, hainler hariç, "gâfil" evlatları olarak yeniden bağrına basmaya hazırdı. ġimdikiler ne yapıyor? Biliyorsunuz. Ve biz bu ümmetin onurunu korumak için didinmiĢ adama, Ģahsî iktidarı için diktatörlük yaptığı iftirasını savurmaya devam ediyoruz. Yahu Peygamberinin hakkını savunmanın Ģahsî iktidar tutkusuyla ne alakası var? Bilen varsa beri gelsin.
ABD'nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi          
ABD'NĠN OSMANLI DÖNEMĠN DEKĠ son büyükelçilerinden (1913-1916) Henry Morgenthau'nun, Ermeni soykırımı konusunda birinci dereceden etkili olmuĢ ve Amerika'da Türkiye aleyhtarlığını fiĢekleyen Secrets of the Bosphorus [Boğaziçi'nin Sırları] adlı hatıralarında II.
9 Tahsin PaĢa, Tahsin Paşa'nın Yıldız Hatıraları: Sultan Abdülhamid, 5. baskı, Ġstanbul 1999, Boğaziçi Yayınları, s. 160. Ayrıca bkz. Ahmet Uçar, "II. Abdülhamid'in Avrupa sahnelerine müdahalesi: Dünyaya konan ambargo", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 36, Ocak 1997. O yıllarda Amerika Sefirimiz Aleksandr Mavroyani Bey'dir.
Abdülhamid'den sürekli "Kızıl Sultan" veya "Kanlı Sultan" diye söz etmesi1, yazdıklarının 'objektifliği' hakkında yeterli bir ipucu verebilir. Ancak bir Alman Yahudisi soyundan gelen Morgenthau'nun kini, Ermeni soykırımı veya Abdülhamid'le sınırlı kalmaz. O, Osmanlı'da neredeyse olumlu hiçbir Ģey bulunabileceğine inanmaz:
Türk'ün beĢ yüzyılda elde ettiği medenî inceliklerin tamamı, insafsızca hor gördüğü tebasından alınmıĢtır. Dini Araplardan gelir; dili [ancak] Arapça ve Farsça unsurlardan ödünç alınmak suretiyle belirli bir edebî değere ulaĢmıĢtır; yazısı Arapçadır. Ġstanbul'un en nefis mimari anıtı olan Ayasofya Camii, aslen bir Hıristiyan kilisesidir ve pratikte bütün Türk mimarisi Bizans mimarisinden türemiĢtir.. ?
Gördüğünüz gibi, bu sözler pek yabancımız değil aslında. Bugün içimizde de nice "Morgenthaular"ın var olduğunu ve bir zamanlar "onlar"ın olan bu tür düĢüncelerin zamanla nasıl "kendi" düĢüncelerimiz haline dönüĢtüğünü göstermek için verdim bu örneği. Sanki Amerika'nın dini Amerika'da icad edilmiĢti; sanki Amerikalılar bir baĢka kıtanın dilini ve edebiyatını kullanmıyorlardı; sanki Amerikalıların kullandıkları alfabe, kendi kıtalarında icad edilmiĢti. Ġnsan bir baĢka toplum hakkındaki ahkâm keseceği zaman önce kendine bakmalı değil mi ya? Neyse, Morgenthau'nun hatıralarını değerlendirmeye günün birinde sıra gelecek nasıl olsa. Onun hakkındaki değerlendirmemizi ileriye erteleyerek Ģu sözde "Kızıl Sultan" a Amerikan Büyükelçisi'nin neden düĢman olduğu meselesini biraz eĢeleyelim. Bakalım altından neler çıkacak?
Abdülhamid'in Amerika kozu Neydi sahiden de Morgenthau'ya, Abdülhamid Han hakkında, "tarihte bilinen en korkunç canavarlardan biri" dedirten kötülüğü? Sıraladığı sebepler arasında bir tanesini gösteremez ki, aynı tehditlerle, hatta yüzde biriyle dahi karĢılaĢan bir Amerikan BaĢkanı (hayranı olduğu liberal Woodrow Wilson dahil) elini kolunu bağlayıp seyretmiĢ olsun olanı
1 Henry Morgenthau, Secrets of the Bosphorus: Constantinople, 1913-1916,4. baskı, Londra: Hutchinson & Co„ 1918. 2 Age, s.183.
biteni. Gösterebildiği tek suç, vatanını Avrupalı emperyalistlere kaptırmamak için çırpınmasıdır ki, aslında Abdülhamid'in Yahudilere Filistin topraklarını satmayı reddetmesi bile, 'normal' bir Amerikalının elleri nasırlaĢıncaya kadar alkıĢlaması gereken bir vatanseverlik örneği değil de nedir? Bence Sultan Abdülhamid'in asıl suçu, bundan da büyüktü. Epey büyüktü: O, ABD'yi bir 'koz' olarak kullanmaya kalkmıĢtı! Vahdettin Engin'in yeni yayınlanan II. Abdülhamid ve Dış Politika3 adlı çalıĢmasında bu kozun nasıl oynandığı, belgeleriyle ortaya konulmuĢ durumda. Kitapta yayınlanan ve PadiĢahın Sadrazam'a yazdığı 13 "hususî irade"nin metinlerine baktığınızda, 1893'den 1908'e kadar geçen 15 yıl içerisinde (yani Morgenthau'nun göreve baĢlamasından 5 yıl öncesine kadar) Abdülhamid'in, bir yandan ABD silahlarıyla ordusunu donatırken, öbür yandan kendi ülke ve devlet çıkarları doğrultusunda tavrını -gerekirse restini- ortaya koyabildiğim ve bir Osmanoğlu olduğunu hiçbir zaman unutmadığını görürsünüz. Mesela 13 Ocak 1986 tarihli hususi iradede Çanakkale Boğazı'ndan geçmek isteyen Bankroft adlı Amerikan gemisine, ABD Paris AntlaĢmasına imza atan devletlerden olmadığı gerekçesiyle izin vermemiĢtir. 20 Aralık 1897'de ise bu defa Erzurum'da bir konsolosluk açılması gündemdedir. Cevap: ABD'nin Erzurum'da bir konsolosluk açmasına gerek yoktur, çünkü orada hiçbir ABD vatandaĢı yoktur. "Amerikan sefaretinin böyle gereksiz bir konuda ısrarcı olması uygun görülmediğinden talebinin geçiĢtirilmesi PadiĢahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğidir."
Nasıl? Morgenthau gibilerin Abdülhamid'e niye bunca öfkelendikleri meselesi yavaĢ yavaĢ aydınlanıyor değil mi?
Devam öyleyse. ABD'ye
direnen Sultan ABD ısrarla Ġstanbul'da bir büyükelçilik açmak istemektedir. Ancak Sultan Abdülhamid dıĢ politikada iyi kötü kurmaya çalıĢtığı dengeye yeni bir aktörün girmesinin Osmanlı Devleti'nin çıkarlarına uygun düĢmeyeceğine inanmıĢtır bir kere.
3 Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Ġstanbul 2005, Yeditepe Yayınları.
Bunun için de Ģu gerekçeyi ileri sürer: "Bizim Washington'da-ki temsilciğimiz de Orta Elçi düzeyindedir. Bu talep, Osmanlı Devleti'nin Washington sefareti, büyükelçiliğe yükseltilmedikçe kabul edilemez!" 1898 yılında ABD bu defa Ermeni Patırtısı'nın tazminatını ödettirmeye çalıĢmaktadır Ġstanbul'a. Tehditlerin bini bir paradır. Ama Abdülhamid yine yılmaz, yine bir hususi irade çıkarır:
Her ne ad altında olursa olsun tazminat talebinin yerine getirilmesi, olaylarda sorumluluğun kabulü anlamına geleceğinden, hiçbir Ģekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı ABD sefirine hatırlatılmalıdır.
Nihayet Harput'a (eski Elazığ) bir ABD konsolosu atanır. Ancak yapılan araĢtırmada bu kiĢinin Osmanlı vatandaĢı bir Ermeni olduğu ve sonradan ABD vatandaĢlığına geçtiği anlaĢılır. Oysa ABD ile yapılan antlaĢmaya göre bölgeye, eski Osmanlı vatandaĢları atanmayacaktır. Bu nedenle sözkonusu konsolosun göreve baĢlamasına engel olunması irade olunur. Tarih: 3 Aralık 1900'dır.
Oysa aynı yıllarda Abdülhamid, ABD'nin silah Ģirketleriyle görüĢme pazarlıklarına devam etmekte ve Connecticut'daki bir Ģirketten Türkiye'de hafif silah fabrikası kurmasını istemekte, Amerikan Bahriyesi'nden General Bucknam'ı âlâ-yı vâlâ ile "Bagnam PaĢa" yapıp hizmetine almakta ve o zamanlar henüz bıyığı terlemiĢ bir bahriyeli subay olan geleceğin "Hamidiye kahramanı" Rauf Orbay'ı, Bucknam PaĢa ile birlikte kruvazör ve denizaltı alımı için ABD'ye göndermekteydi. Daha da ilginci, Bucknam PaĢa'nın, kendisine anlatılan "denizciliğe düĢman" Abdülhamid görüntüsü ile kendisini Avrupa ve Amerika'ya gemi ve denizaltı almaya gönderen "denizcilik meraklısı" Abdülhamid görüntüsünü bir türlü bağdaĢtıramayı
Ģıdır. Nitekim yaveri Rauf Bey'e içine düĢtüğü ĢaĢkınlığı Ģöyle dile getirmiĢtir:
Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan bir bilmece!
Bu bilmeceyi çözdüğümüzde, göreceğimiz resim, emin olun, Morgenthau'nun sunduğundan çok çok çok farklı olacaktır.
Abdülhamid "Amerikancı" mıydı?          
PadiĢah [Abdülhamid] hava basıncıyla iĢleyen yeni toplar konusunda kendisine ayrıntılı bilgi sağlamam için kiĢisel bir ricada bulunmuĢtur. Ayrıca topun makine aksamını gösteren çizimler, fiyatı hakkında bilgi ve SavaĢ Bakanlığı'nın vermeyi uygun göreceği diğer bütün ayrıntıları istemiĢtir. Çanakkale Boğazı'nın savunmasını desteklemek için bu toplardan almayı tasarlamaktadır. (ABD Elçisi Spencer Eddy'den ABD DıĢiĢleri Bakanı John Hay'e mektuptan)
TARĠH VE TALĠH; ikisinin de ne zaman hangi yöne döneceği hiç belli olmaz. Osmanlı-Amerika BirleĢik Devletleri iliĢkileri de böyle olmuĢ. BaĢlangıçta yeterince ciddiye almadığımız bu uzaktaki bayrağın günün birinde güney sınırlarımızda dalgalanacağını kuĢkusuz kimse tahmin edememiĢtir. Tıpkı bundan sonra olacakları kimsenin tahmin edemeyeceği gibi... Osmanlı Devleti'nin, Sultan Abdülaziz devrinden baĢlayarak ABD'den yoğun bir Ģekilde silah ve mühimmat satın aldığım, dahası bu silah ticaretinin, Alman nüfuzuna girildiği 1904 yılma kadar devam ettiğim biliyor muydunuz? ĠĢte Sultan II. Abdülhamid'in "Amerikancı" dıĢ politikası ve yine iĢte Abdülhamid farkı. 1827 yılında Rus, Ġngiliz ve Fransız deniz kuvvetleri, gizlice anlaĢarak herhangi bir savaĢ sebebi (casus belli) olmaksızın Navarin'de toplanmıĢ bulunan Osmanlı donanmasına ani bir baskın vermiĢ, baskında tam 52 adet savaĢ gemimiz batırılmıĢ, 6 bin levendimiz de Ģehadet Ģerbetini içmiĢti. Bu kritik olay, bir yandan Yunanistan'ın bağımsızlığına giden yolu
açacak, öbür yandan da Osmanlı yöneticilerine, Avrupalı devletlerden hiçbirine güvenilemeyeceğini -bir kere daha- öğreten ibret dolu bir tecrübe olacaktı. Yüzyıllar boyu Osmanlı Devleti'nin hayırhahlığı sayesinde palazlanmıĢ Fransa gibi bir 'dost' devlet bile, kendi çıkarı gerektirdiğinde dostluğunu gözünü kırpmadan satabiliyordu. Nitekim aynı Fransa, 3 yıl sonra, 1830'da Cezayir kıyılarına bir çıkarma yapacak ve Osmanlı Devleti'nin hu en batıdaki kanadına diĢlerini geçirecekti. PeĢpeĢe yaĢanan bu iki facia, yani Navarin baskını ve Cezayir'in iĢgali, Osmanlı devlet ricalim, dıĢ politikada yeni alternatifler aramaya zorlayacak ve Osmanlı dıĢ politikasında "Amerika kozu" böylece devreye girecektir. Bağımsızlığını kazanlı yarım asır bile olmamıĢ olan ABD, payitaht Ġstanbul'da iĢte böyle bir zeminde gündeme gelmiĢti. 1799 yılında ABD'nin Lizbon maslahatgüzarı Ġstanbul'a bir antlaĢma yapmak üzere gönderilmiĢse de, görüĢme bir türlü gerçekleĢmemiĢti. Bir yıl sonra Kaptan William Bainbridge, Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin PaĢa'yla görüĢerek ABD'nin Osmanlı Devleti'yle bir antlaĢma yapmak istediğini bildirmiĢ, ne var ki, bu teklif Ġstanbul'da sıcak karĢılanmasına rağmen herhangi bir sonuca bağlanamamıĢtı. Osmanlı'yla el sıkıĢamayan ABD, bu defa Cezayir ve Libya (Trablusgarp) yöneticileriyle muhatap olmuĢ, anlaĢamadığı zamanlarda ise savaĢ açmıĢ, ancak gemilerini bir türlü gönül rahatlığıyla seyrettirememiĢti Akdeniz'in tuzlu ve bol korsanlı sularında. Sebep? ABD'nin, Akdeniz'i hâlâ avucunda tutan Osmanlı Devleti'yle resmi bir antlaĢması (ahidnamesi) yoktu da ondan. Amerikan tüfekleri Osmanlı piyadelerinde Bu tatlı günler pek çabuk geçti. Rusya, Fransa ve Ġngiltere'nin, elinde kalan topraklarını da parçalayacağını gören Osmanlı stratejistleri, bu defa yeni ekonomik ve askerî süper güç olarak ABD'yi hatırlayacak ve 1830'lardan itibaren artık Osmanlı limanlarına, Amerikan bayrağı taĢıyan ticaret gemileri de yanaĢacaktı. Yalnız ticaret gemileri mi: BaĢkan Andrew Jackson döneminde Henry Eckford adlı ünlü gemi mühendisinin eseri olan savaĢ gemisini, 150 bin altına Osmanlı donanmasına katılmıĢ görüyoruz. (Anlatayım da gülün biraz: Ġç savaĢta istihdam edilmek üzere Osmanlı limanlarından "deve"
ithal eden Amerika, bunun karĢılığında Ġzmir Valiliği'ne sandıklarla tüfek hediye etmiĢtir. Rivayete göre bizim Amerikan tüfekleriyle ilk selamlaĢmamız böyle olur.) Lakin silah ithalatında asıl kırılma noktası, 1870'lere rastlar. ABD iç savaĢtan yeni çıkmıĢtır. Kuzey'in silah fabrikaları savaĢ sırasında üretim hacmi ve teknoloji bakımlarından dünyada ön sıralara yükselmiĢtir. Seri üretimden dolayı fiyatlar alabildiğine düĢmüĢtür. Amerikan ordusunun elinde milyonlarca adet tüfek kalmıĢtır ve bunlar için uygun bir pazar aranmaktadır. Bu "uygun" pazarlardan birisi de Osmanlı Genelkurmayı olacaktır. Nitekim 1869 yılı sonlarında Osmanlı kıĢlalarına 239 bin adet Enfield marka tüfeğin girdiğini görüyoruz. 5 yıl sonra ise tüfeğin markası, sonradan ünlenip türkülerimize kadar girecek olan Martini'ye dönüĢecek, adedi de tam 500 bine vuracaktır.1 Böylece 1870'ler itibariyle Osmanlı Devleti'nin silah satın aldığı birinci ülke konumuna yükselecektir ABD.
Hele yaygın olarak '93 Harbi' diye bildiğimiz 1877-78 Rus SavaĢı'nda silah ithalatı çılgınca artmıĢ, bu kritik dönemeçte Amerikan silah Ģirketleri tam kapasite çalıĢarak milyonlarca kurĢun, fiĢek ve tüfek yollamıĢlardır cephelerimize. Tabii buna karĢılık milyonlarca dolarımızın da ABD silah Ģirketlerinin kasasına aktığım söylememe gerek yok.
Bu silahlanma çabası, Sultan II. Abdülhamid döneminde artarak devam edecektir.
'Yeni Kıta'nın silahları 'Hasta Adam'ın askerlerinde Amerikalı komutanlar General Berdan ve Albay Lay'in savaĢ gemisi (torpidobot) satabilmek için Ġstanbul'da nasıl kıyasıya bir rekabete girdiklerini belgelerden takip edebiliyoruz. Oral Sander ve Kurthan FiĢek'in sunduğu Amerikan belgelerinden öğrendiğimize göre2, adı
1 Martini ve Henry adlarını taĢıyan tüfeklerin imalatının bilimsel kontrolünü yerin de yapmak üzere ABD'ye gönderilenler arasında ünlü asker matematikçimiz Albay (Miralay) Vidinli Tevfik PaĢa da bulunmaktaydı. Bkz. Kâzım Çeçen, "Hüseyin Tevfik PaĢa", Bilim ve Teknik, Sayı: 285, Ağustos 1991, s. 42; Salih Zeki Bey'in Âsâr-ı Bâkıyye'sinde verilen Tevfik PaĢa biyografisinin bir özeti için bkz. Celâl Saraç, Salih Zeki Bey: Hayatı ve Eserleri, Hazırlayan: YeĢim IĢıl Ülman, Ġstanbul 2001, Kızılelma Yaymları, s. 45-57.
muhaliflerince, nâhak yere "denizcilik düĢmanı" na çıkartılan II. Abdülhamid'in iktidar yıllarında çok sayıda yerli ve yabancı imalat savaĢ gemisi denize indirilmiĢ ve denizaltılar da dahil, Osmanlı donanması elden geldiğince takviye edilmiĢtir. Ancak ağırlığın kara kuvvetlerine verildiği aĢikârdır. Nitekim Ġstanbul'daki Amerikan elçisi Terrell, ABD DıĢiĢleri Bakanı'na yazdığı 1897 tarihli mektubunda, Sultan II. Abdülhamid'le yaptığı bir görüĢmeyi anlatır ki, izlenimleri hakikaten ibret vericidir. Osmanlı Devleti o sırada Yunanistan'a savaĢ açmıĢtır ve ordularımız Dimetoka'ya kadar ilerlemiĢtir göz açıp kapayıncaya kadar. Avrupa, büyük bir ĢaĢkınlık içerisinde izlemektedir Osmanlı ordusunun neler yapacağını. "Hasta
Adam" dirilmekte midir yoksa?
KarĢılıklı iltifatlardan sonra Sultan, askeri birliklerin silahlandırılmaları ile sahil bataryalarının yapımından söz açar; ardından topçuluk alanında ABD'deki en son deneylerin sonuçları hakkında bilgi ister. Besbelli ki, bu ilgiden elçinin kafası karıĢmıĢtır ama ABD ordusunun henüz kullanmaya baĢladığı tüfeklere dikmiĢtir gözünü Sultan Abdülhamid; bu konu üzerinde, Terrell'ın deyiĢiyle, "özellikle" ve "ısrarla" durmuĢtur. Terrell'ın savaĢ halindeki Osmanlı ordusuna dair gözlemlerinde bu gözlerinden zekâ ve bilgi ıĢıkları fıĢkıran Sultan'ın etkisi sürekli hissedilir:
Askerlerin kusursuz donanım ve disiplini yanında, sağlık ve temizliğin geliĢtirilmesi için gösterilen büyük özen ĢaĢırtıcıdır. Her keresinde kırk asker alabilen dev bir Türk hamamı her an kullanılmaya hazır beklemektedir. Türkiye'nin elinde donanım ve cephanesiyle birlikte 1 milyon adet Mavzer silahı bulunmaktadır. Bakanlığımızı ilgilendirebilir: Avrupa'nın bu "Hasta Adam"ının karĢısına yalnızca bir tek düĢman güç çıkarsa, herhalde modern zamanların en dinç ve dinamik hastasına tanık oluruz.
2 Oral Sander - Kurthan FiĢek, ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı (1829-1929), Ġstanbul 1977, ÇağdaĢ Yayıncılık. Ġhsan Ilgar, "Tarih boyunca Türk-Amerikan münasebetleri", Tarih Konuşuyor, Sayı: 27, Nisan 1966, s. 2209-2214. Tevfik Demiroğlu, "Vesikalar: Amerikan sermayesinin celbi teĢebbüsü", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 50, ġubat 1954, s.2923.
Sultan Abdülhamid'in Amerika kozu, bir kaç sayfamızı daha iĢgal edeceğe benzer.
Olsun, değmez mi? Abdülhamid Chicago'da ne yaptı?            
AMERĠKALI Osmanlı tarihçisi Heath Lowry ile birlikteydik. Kuzey Yunanistan'ı dağ taĢ demeden gezip araĢtırmalar yapıyormuĢ. "Hayırdır" dedim, "neyin peĢindesiniz Ģimdi de?" Bana Gazi Evrenos Bey'in ayak izlerinin peĢinde olduğunu söyledi. Bu bir tek adamın sadece kılıçla değil, bilgiyle, ticaretle, dinle ilgili konularda Yunanistan topraklarına ektiği mimari tohumların bölgeyi nasıl asırlarca canlı tuttuğundan, dahası, eser- lerinin son dönemde ortadan kaybolduğundan acı duyarak bahsetti. Ġçime eğilip baktım o sırada; onunki kadar acı telvesi görünmüyordu! Osmanlı günümüzde enine, boyuna, derinliğine ve yer altı dünyasına kadar yoğun bir arama bölgesi haline gelmiĢ durumda. Bakıyorsunuz iki arkeolog çıkmıĢ (Uzi Baram ve Lynda Carroll), "Osmanlı arkeolojisi"nin elzemliğinden dem vuruyor.1 Bir baĢkası (Ġsrailli Amy Singer), "Osmanlı filantropisi"ni, yani hayırseverliğini sosyal bilimlerin projektörü altına yatırıyor.2 Öte yanda Usame Makdisi diye biri "Osmanlı Oryantalizmi" kavramını postalıyor uzmanlarımızın rahat döĢeklerine.3 Diyeceğim o ki, Ģu günlerde Osmanlı, yeni bir baharına eriyor. Bizi yeni yüzleriyle
karĢılıyor, buyur ediyor bakir kıtasına.
1 Editörler: Uzi Baram ve Lynda Carrol, Osmanlı Arkeolojisi, Çeviren: Bilgi Altınok, Ġstanbul 2004, Kitap Yayınevi. 2 Amy Singer, Constructing Ottoman Beneficience, SUNY Press, 2002.
Makdisi'nin makalesi bana, özellikle II. Abdülhamid'in devrin sanayileĢmiĢ ülkelerinin gövde gösterisine, hatta "sanayi âyi-ni"ne dönüĢen Dünya Fuarı'ndaki ilginç tutumunu hatırlattı. 1893 yılında Kristof Kolomb'un Amerika'yı keĢfinin 400. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde ġikago'da düzenlenen Dünya Fuarı'na Ġngiliz iĢgali altındaki Mısır da katılmıĢ ve Mısırlılar tam bir ġarklı mahlukların "hayvanat bahçesi" gibi teĢhir edilmiĢti. Özel olarak Mısır'dan getirilen eĢeklerle 'modern' Avrupalı Doğu heveslilerine turlar attırılıyor, ġark'ın efsunkâr güzelliklerini en azından tatmaları sağlanıyordu. Sergi pavyonlarında ise hep geleneksel sanatlar veya kıyafetler, folklorik veya etnografik unsurlar Batılı göze hoĢ gelecek Ģekilde takdim olunuyordu.4 Oysa sömürgeciliğe direnerek modernleĢmek gibi zorlu ve soylu bir yol tutturmuĢ olan Osmanlı Devleti, müĢterilerine tatsız bir sürpriz hazırlamıĢtı. Görmek istediği türden seyirlik ve mahmur bir ġark sergisi gezmek için koĢup gelen Avrupalı ve Amerikalı bay ve bayanlar, Osmanlı standında tam bir hayal kırıklığı yaĢadılar. 19 ġubat 1891'de ġikago'dan davet geldiğinde hesap kitap yapılmıĢ, karĢılarına bayağı yüksek bir meblağ çıkınca, sergiye devletin katılmasının pahalıya patlayacağı gerekçesiyle ihale özel bir Ģirkete, Suhami Sadullah ve Kumpanyası'na verildi. ġirket çeĢitli projeler hazırlayıp sundu yöneticilere. Kurulacak "Türk köyü"ne Sultan Ahmet ÇeĢmesi Ģeklinde bir Osmanlı çarĢısı yapılacak,
Sultanahmet'teki dikilitaĢın bir kopyası ve en önemlisi de Süleymaniye Camii'nin küçük ölçekli bir benzeri dikilecekti. Ancak Ģirket hemen uyarıldı. Devlet, kıyıda köĢede bir sığıntı gibi yer almak istemiyor, onuruna gölge düĢürmeyecek merkezî bir alan istiyordu. Ġstek karĢılanmıĢ olmalı ki, Türk köyünün Alman ve Hollanda köyleriyle aynı sokakta yer aldığını görüyoruz. Ayrıca Türkçe, Arapça ve Ġngilizce yayınlanacak bir gazete çıkartılıyor, bir tiyatro kuruluyor, Osmanlı memleketlerini tanıtan geniĢ bir fotoğraf sergisi açılıyor, soylu Arap atlarının sergileneceği Sulta- nahmet'teki gibi bir Atmeydanı tasarlanıyordu.
3 Usama Makdisi, "Ottoman Orientalism", American Historical Review, sayı: 107, 2002, s. 768-796. 4 Timothy Mitchell, Mısır'ın Sömürgeleştirilmesi, Çeviren: Zeynep Altok, Ġstanbul 2001, ĠletiĢim Yayınları.
Gelgelelim, çift kubbeli ahĢap bir binadan oluĢan sergi mekânı iyi hoĢtu da, sergilenen eĢya bir tuhafta sanki. Feshane imalatı kırmızı bir kumaĢın üzerine bayrağımızın ay ve yıldızı iĢlenmiĢ ve duvarların bir kısmı bunlarla kaplanmıĢtı. Vitrin camlarına bile ay yıldız iĢlenmiĢti. "Biz buradayız" mesajı verilmek için elden gelen yapılmıĢtı; biz buradayız ve dimdik ayaktayız!
Bir Batılının aklını karıĢtıracak her türlü karĢı harekât gözleniyordu bu salonda. Mesela Yemen kahvesi ile tuz çuvalının yanında garip metal cisimler göze batıyordu. Bunlar Tersane-i Hümayun'da imal edilmiĢ torpidolardan baĢkası değildi! Yine mesela Girit sabunları ve çeĢitli maden numunelerinin arasına bir yangın söndürme aracı yerleĢtirilmiĢti ustaca. Hereke'de, ġam'da, Kosova'da, Trabzon'da vs. imal edilen el yapımı tekstil, gümüĢ, altın iĢlemeler, Sultan'ın özel kuyumcusu Çubukçuyan'ın muhteĢem takıları özellikle hanımları büyülüyordu. Bakıyordunuz ki, telgraf ve çeĢitli elektrik makineleri yün, pamuk, ipek, pirinç ve haĢhaĢ örneklerinin baĢ ucunda bir diken gibi parlatıyor diĢlerini. Bir Osmanlı kruvazörünün maketi, Osmanlı modernliğinin sembolü olarak itinayla yerleĢtirilmiĢti. Böylece ġikago'da tam 3 bin farklı ürün sergilenmiĢ, belki bu tanıtıma oluk oluk para akıtan Amerika, Ġngiltere ve
Fransa ile yarıĢılamamıĢtı ama, Ġspanya gibi bir çok Avrupa ülkesine fark atılmıĢtı. Sonuçta mesaj verilmiĢti: Biz "Hasta Adam" değiliz; modern dünyaya uyum sağlayan bir bünyeyiz. Ama kendi kimliğimiz ve farklılığımızla. Tabii yumuĢak bir ġark atmosferi bekleyenler için hayal kırıklığını beraberinde getiren bu sergi, Abdülhamid'in "kurtlarla ulumak" Ģeklinde özetlenebilecek olan ince stratejisinin görkemli bir Ģovuna dönüĢmüĢtü. Bu sebepledir ki, Abdülhamid fuar için kendisine sunulan teklifler arasında sema eden derviĢleri gördüğü zaman sinirinden köpürmüĢtü. Ona göre, kendimizi Batılının gözüne folklorik bir malzeme gibi sunma çabası yerine, diri, ilerleyen, kalkınan, bilim ve teknolojiye açık bir ülke imajına sarılmamız gerekiyordu. Tabii aynı padiĢah, fuar idaresine, yapacakları caminin civarında eğlence yerleri bulunmamasını tembihleyecek kadar da kimlik ve onuruna sahip çıkıyordu. Yıl 1893. Çöktü çöküyor dediğimiz Osmanlı, Batılı gözün bizi görmek istediği kalıba böyle direniyordu. Ve yıl 2005. Neredeyse her 5 yıldızlı otelimizde bir semazen takımı var. Fark, intihar mı etti?
Roosevelt emir verdi: "Ġzmir'i bombalayın!'          
Mükemmel bir diplomat olan Abdülhamid, geniĢleme arzusu içinde olan Büyük Devletler'in biribirileri arasındaki rekabet ve kıskançlıktan âzami ölçüde nasıl faydalanılacağını çok iyi biliyordu. Amiral Sir Henry Woods
27 EKĠM 1858'DE New York City'de, ailesinin ikinci çocuğu olarak doğdu. Çocukluğunda zaafiyet, miyopi ve astımla mücadele etti. Okuma sevgisi, onda doğa sevgisinin oluĢmasına yardım etti. 'Enerjik hayat'tan ömür boyu vazgeçmedi. 18'inde doğabilimci olmak için Harvard'a yazıldı. 22 yaĢında New York Meclisi'ne seçildi. 1897'de Deniz Kuvvetleri Bakan Yardımcılığına atandı. 1899'da onu New York Valisi olarak görüyoruz. Yardımcısı olduğu BaĢkan McKinley'in suikastta ağır yaralanması üzerine 6 Eylül 1901'de yemin ederek baĢkanlık koltuğuna oturdu. 1902'de Panama Kanalı için ilk adımı attı. 1905'de Rus-Japon savaĢım sona erdirmek için uğraĢtı ve Nobel BarıĢ Ödülünü kazandı. 1907'de 16 Amerikan savaĢ gemisini dünyanın çeĢitli bölgelerine gönderdi. Bu, ABD'nin dünya jandarmalığına soyunduğunun ilanıydı. 1909'da Beyaz Saray'dan ayrıldı ama 'enerjik hayat'ı devam etti. Afrika'da safariye çıktı ve 500'den fazla hayvan ve kuĢ ölüsüyle ülkesine döndü. 1912'de tekrar baĢkan olmak için siyasete döndüyse de destek bulamadı. 1918'de oğlunu kaybedince ruhen çöktü ve 6 Ocak 1919'da öldü.1
Geçtiğimiz hafta ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait çifte nükleer reaktörle çalıĢan Theodore Roosevelt uçak gemisinin Marmaris açıklarına demir attığı haberlerini basında siz de benim gibi okumuĢ olmalısınız. Bu dev gemiye neden Theodore Roosevelt adının verildiğini yukarıdaki hayat hikâyesinden anlamıĢ olmalısınız. Ġnternette yayınlanan bir fotoğrafta, geminin güvertesinde "big stick" (büyük sopa) yazısını okuyoruz. Bilmeyenler için söyleyeyim, bu bir politikanın sloganı olan söz de Roosevelt'e aittir ve "YumuĢak konuĢ ama elinden sopayı bırakma" Ģeklindedir. "Büyük sopa"nın limanımızda ne aradığını siyaset yazan yorumculara bırakarak biz yine yuvamıza, yani tarihe çekilelim ve Roosevelt'in 100 yıl kadar önce Ġzmir'e yönelttiği sopası karĢısında II. Abdülhamid'in nasıl bir politika izlediğini görelim. Roosevelt, az kalsın Ġzmir limamnı bombalatacaktı gönderdiği savaĢ gemilerine.
Olay Ģu Ģekilde geliĢti. Amerikalı misyonerler, özellikle Kırım SavaĢı'nın (1854-56) ardından yasal engellerin azalmasıyla birlikte cesaret bulmuĢ ve imparatorluğun çeĢitli bölgelerine dağılmıĢlar, hatta Hilafetin baĢkentinde dahi Hıristiyanlık propagandası yapmak bir yana, Ġslamiyeti küçük düĢürücü yayınlara dahi kalkıĢmıĢlardı. 1878 Berlin Konferansı ise misyonerliği iyice serbest bırakırken, Osmanlı otoritelerinin elini kolunu bağlamıĢtı. Ġstanbul'da suçüstü yakalanan misyoner Dr. Koelle, Ġngiltere ile Osmanlı Devleti arasında büyük bir diplomatik krize sebep olmuĢ, mesele güç bela
halledilebilmiĢti.2
Ancak Müslüman ahali arasında misyonerlerin faaliyetine yönelik Ģüpheler, hatta öfke bitmemiĢ, saldırılar baĢlamıĢtır. 1893'de Merzifon'daki Amerikan kolejinden iki Ermeni öğretmenin Ermeni isyanına karıĢtıklarını ortaya çıkmasıyla olaylar iyice alevlendi. Kolej binası, galeyana gelen halk tarafından tahrip edildi. Öğretmenler ve civarda Amerikan tabiyetine geçmiĢ 500 kadar kiĢi de tutuklandı. Beyaz Saray'da bomba patlamıĢ gibiydi. Kendi vatandaĢlarına yapılan bu 'haksızlık' karĢısında Ġstanbul'daki büyükelçiye, hem zararı
1 Roosevelt hakkındaki bu bilgileri Ģu internet sitesinden derledim:  http://www.navysite.de/cvn/cvn71man.htm
karĢılamaları, hem de tazminat ödemeleri için hükümet nezdinde giriĢimde bulunması talimatı verildi. Topraklarında vuku bulan bu müessif olay karĢısında üzüntüsünü bildiren Babıali, 500 lira tazminat ödemeyi kabul ederek hadisenin büyümesini önledi. Tutuklanan Ermeni öğretmenler de Abdülhamid tarafından affedildi.3 Tam bu olay yatıĢtırılmıĢtı ki, Ermenilerin ABD vatandaĢlığına geçerek kapitülasyon haklarından kitlesel olarak yararlanmaya çalıĢtıkları yeni bir dönem baĢladı. Kendi tebasına karĢı eli kolu bağlı kalan bir devlet ne yaparsa Osmanlı da onu yapacak ve bu oldu bittiye göz yummayacağını bildirecekti. KarĢılıklı notalar gitti geldi, bir notalara savaĢı yaĢandı ABD ile Osmanlı Devleti arasında. Ardından 1894'e Sason ayaklanması geldi.
Osmanlı hükümeti sertleĢti. Halk infial halindeydi. ABD elçisi, Beyaz Saray'dan korunma istedi. Ve ABD'den "Kentucky" adlı kruvazör yola çıktı. Ġzmir limanına demirleyen gemi, Ġstanbul'a gitmek niyetindeydi. Abdülhamid'den izin istendi ama izin yerine, gemiye değil ama personeline bir davet geldi. Yıldız Sarayı'nda bir akĢam yemeğinde padiĢahla görüĢen gemi personeli, Sultan'ın tazminatın ödeneceği sözü, iltifatları ve hediyeleriyle geri döndüğünde Ġstanbul bir süreliğine de olsa rahat bir nefes almıĢtı. Ancak Roosevelt'in Avrupa üzerinden Osmanlı'ya da sopa gösterme tutkusu bitmeyecekti. Sultan Abdülhamid direniyor, Roosevelt bütün enerjisiyle bu direnci kırmaya çalıĢıyordu. Yeryüzünde emperyalizme yem olmayan pek az ülke kalmıĢtı. Çin limanları parsellenmiĢti, Japonlar ABD tehdidi altında yaĢıyor, Afganistan Rus desteğiyle Ġngilizlere karĢı direnebiliyordu. Osmanlı'nın eli kolu bağlanmıĢtı. Yapabileceği tek Ģey, vakit kazanmak ve bu barıĢ döneminin
2 Koelle vak'ası ile ilgili bilgiler için bkz. Azmi Özcan- ġ. Tufan Buzpınar, "Church Missionary Society Ġstanbul'da: Tanzimat, Islahat ve misyonerlik, 1858-1880", İstanbul Araştırmaları, Sayı: 1, Bahar 1997, s. 63-79; Orhan Koloğlu, "Turning point for the Arab Caliphate: Dr. Koelle affair (1879-80)", Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 2006, çıkacak. (Bu yazısını basılmadan önce görmeme izin verdiği için sayın Orhan Koloğlu'na teĢekkür ederim.) 3 Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, Ankara 2001, Ġmge Kitabevi, s. 309-311. Aynı yazar, "Osmanlı-ABD iliĢkileri", Osmanlı, cilt 2, Ġstanbul 1999, Yeni Türkiye Yayınları, s. 243.
imkânlarıyla olabildiğince onurunu ve toprak bütünlüğünü korumaktı. Tabii altyapı yatırımlarıyla eldeki insan kaynağını yetiĢtirmek de hedefler arasındaydı. Gelecekteki kaçınılmaz paylaĢım savaĢına ne kadar kuvvetli girilirse o kadar avantajlı olunacaktı.
Sultan Abdülhamid'in bütün stratejisi bu fikrin üzerine oturuyordu. Altyapı yatırımlarıyla eldeki insan kaynağını yetiĢtirmek ve teknolojik-bilimsel açığı kapamak da hedefler arasındaydı. Gelecekteki kaçınılmaz paylaĢım savaĢına ne kadar kuvvetli girilirse o kadar avantajlı çıkılacaktı. Beklenen paylaĢım mücadelesi, Birinci Dünya SavaĢı olarak onun tahttan indirilmesinden 5 yıl sonra patlak verecekti. Tarihlerimiz yazmaz ama 1897'de Ġzmir limanına izinsiz girmeye kalkan "Bancroft" adlı ABD savaĢ gemisine kıyıdaki topçularımız tarafından ateĢ açılmıĢtı. O sırada Ġspanya ile uğrayan ABD bunu yutmuĢ göründü ve hesaplaĢmayı erteledi.4 1901'de baĢkanlık koltuğuna oturan Roosevelt, Osmanlı'ya gereken dersin verilmesini, hatta gerekirse savaĢ açılmasını bile düĢünmüĢtü. Osmanlı donanması, ABD'nin devasa savaĢ gemilerini durdurma kudretinden mahrum değil miydi? Bir filo gönderirdiniz, olur biterdi. Ancak uyanık birisi olduğunu anladığımız SavaĢ Bakanı Elihu Root uyardı kendisini. Bu Türkler kolay lokma değillerdi. Evet Türklerin deniz kuvvetleri dökülüyordu ama kara kuvvetleri "kaya gibi sağlamdı" ve teke tek kaldıklarında "Türklerin eline değme Avrupa askeri su dökemezdi". Roosevelt Hasta Adam'ın gücünün karada, güçsüzlüğünün ise denizde olduğunu bellemiĢti bir kere. Onun üzerine yalnız deniz kuvvetlerini seferber edecekti. Beklenen fırsat, 1903'de, Beyrut'taki Amerikan konsolosuna suikast düzenlendiği tevatürüyle gelmiĢ oldu. Derhal 2 kruvazör yola çıkarıldı; ancak daha yoldayken haberin yalan olduğu anlaĢıldı. Bir kere yola çıkılmıĢtı, gemilerin yollarına devam etmesi kararlaĢtırıldı. Ağustos ayında Ġstanbul'dan gelen haberler, gemilerin halk üzerinde büyük bir etki yaptığını söylüyordu. Yoksa Beyrut bombalanacak mıydı? Neyse ki beklenen olmadı. Her zamanki gibi sessiz ve derinden bir politika yürüten Abdülhamid, isteklere açıkça karĢı çıkmamakla birlikte ya
geciktiriyor ve savsaklıyor ya da ani bir çıkıĢ yaparak Amerikalıları ĢaĢırtıyor ve daima süre kazanıyordu. 1904 yılına gelindiğinde gemiler tehdit olmaktan çıkmıĢ, birer sıkıntı unsuru olmuĢlardı. Ne misyonerler konusunda bir adım attırılabilmiĢti Abdülhamid'e, ne de herhangi bir söz alınabilmiĢti. Artık gemilerin geri çağrılması gündemdeydi. Büyükelçi Leishmann Beyaz Saray'ın
tavsiyesiyle, misyoner okulları konusunda BaĢkan'ın 'hassasiyetleri'ni iletti Babıali'ye ve Sultan'a. ĠĢte gemiler geri çekilecekti ve bu, BaĢkan'ın iyi niyetinin bir göstergesiydi! (Osmanlılar da saf değillerdi tabii; bunun zevahiri kurtarmaya yönelik bir manevra olduğunu Amerikan gazete- lerinden okumuĢlardı.) Açıkçası her iki taraf da ayak sürüyordu. Roosevelt, ülkesindeki misyoner cemiyetlerinin baskısı altındaydı, Abdülhamid ise devletinin onurunu korumak peĢindeydi.
Nisan 1904'e geldiğimizde Roosevelt'in deniz gücünü yeniden kullanmaya karar verdiğini görüyoruz. Bu defaki gösteri daha görkemli olmalı ve Sultan Ģartları kabul etmek zorunda kalmalıydı. Osmanlı tarafı tavize yanaĢmayınca BaĢkan meĢhur "büyük sopa"sını (big stick) çıkarmaya karar verdi. Sert bir telgraf çekti saraya. Misyoner okullarının serbest bırakılması için BaĢkan'ın son uyarıĢıydı bu. Olumlu cevap geleceğini umuyordu ama Abdülhamid'in bitmez tükenmez oyunlarını da unut- mamıĢtı henüz.5 Bekleyecek ve görecekti.
Filonun yaklaĢtığı haberleri, Yıldız Sarayı'nı alarma geçirmiĢti. Roosevelt de ne yapacağından tam olarak emin değildi. Bir bakanlar kurulu toplantısında Abdülhamid'in oyalama taktikleri karĢısında öfkeye kapılarak Ġzmir'in bombalanmasını emretti. Bakan Hay'ın buna itirazı gecikmedi: Ġzmir'e ateĢ açsa ne olacaktı? Sonuçta o yıl seçim yapılacaktı ve
4 William James Hourihan, "Roosevelt and the Sultans: The United States Navy in the Mediterranean, 1904", ġubat 1975'de Massachusetts Üniversitesi'nde savunulan doktora tezi, s. 148.
5 Sultan Abdülhamid'in devletler arası iliĢkilerdeki kurnazlığı ve zekice oyunları, bir Alman karikatüründe Avrupalı Büyük Güçleri atlıkarıncaya bindirir ve baĢlarında onlara göz kırparken tasvir edilmiĢtir. Bkz. Necmettin Alkan, Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamid ve Osmanlı İmajı, Ġstanbul 2006, Selis Kitaplar, s. 84. Ayrıca Orhan Koloğlu, Abdülhamid Gerçeği, 4. baskı, Ġstanbul 2005, Pozitif Yayınları, s. 542'de bu defa bütün Avrupalı güçleri, burnunun üzerine koyduğu çubuk üzerinde oynatan bir Abdülhamid karikatürüne yer verilmiĢtir. Daha ziyade Abdülhamid'i tahkir amaçlı yabana 'kartpostal karikatürleri' örnekleri için ise bkz. Kerem Topuz, "Kartpostal karikatürü, Abdülhamid ve Türkiye'nin imajı...", Tombak, Sayı: 23, 1998, s. 43-52.
adetleri 5'e çıkan gemi-
24 Nisan 1909'da Abdülhamid'in tahttan indirilmesi üzerine Oriens dergisinde çıkan karikatürün üzerinde Ģöyle yazıyor: "Abdülhamid'in sonu ne olmalıydı." idamını imâ ediyorlardı. Peki suçu neydi? Sofranın kurulmasını geciktirmek mi?
leri geri çağırmak zorundaydılar. AnlaĢtılar: Gemiler gidecek ama ancak istekleri kabul edilmezse ateĢ açacaklardı. Mutlaka bir netice. Ama nasıl? Kimse bilmiyordu... BaĢkan 1903'de diĢ geçirememiĢti Abdülhamid'e, iĢte bu sefer daha büyük bir filo göndermiĢti ama onun sürekli oyduğu labirentlerde bir yılım daha kaybetmek üzereydi. 5 Ağustos'ta kabineyi sırf bunun için topladı. Beyaz Saray'ın gündemine oturmuĢtu Osmanlı'nın baĢ eğmeyen tutumu. Bu sefer daha güçlü olan Avrupa filosunu Ġzmir'e gönderecek ve iĢi bitireceklerdi. Devlet Bakanı Hay ile bir akĢam yemeği yiyen Roosevelt, gece boyunca Abdülhamid'in gizemli tavrını çözmeye çalıĢmıĢtı. Gemiler Ġzmir'e yaklaĢtıkça Ġstanbul'daki görüĢme trafiği de sıklaĢıyor, Leishmann ile Tevfik PaĢa arasında çözüm önerileri gidip geliyordu. Abdülhamid bu defa iĢinin kolay olmadığını anlamıĢtı. Ġki defa atlattığı
gemi krizi, bu defa dalgalar halinde üzerine geliyordu. Karar verdi: ÇatıĢmaya gerek kalmadan bu iĢ halledilmeliydi. Nihayet Büyükelçi huzura çağrıldı ve misyoner okullarının ka- pitülasyon haklarından yararlandırılacağına söz verildi. (Ne var ki, Sultan'ı Roosevelt bile bu konuda Kur'an üzerine yemin ettirememiĢtir.) Buna karĢılık, ABD'nin Ġstanbul'daki ortaelçiliği büyükelçilik düzeyine yükseltme talebine olumsuz cevap verildi. Gerekçe olarak, devletin içinde bulunduğu mali durum gösterilmiĢti. Kendilerinin Washington'da büyükelçilik açacak imkânları yoktu; bu durumda Amerika'nın da açmasına izin veremezlerdi! Böylece zorunlu bir taviz verilerek ve bir taviz verilmeyerek (1-1 berabere!) tırmanan bu kriz de halledilmiĢ oluyordu. 15 Ağustos 1904 günü savaĢ gemileri, bombalamak için geldikleri Ġzmir limanından ağır ağır uzaklaĢırken, Yıldız Sarayı'nda 28. yılını doldurmaya hazırlanan Sultan, yaklaĢan yeni bir tehlikeyle yüzleĢmeye hazırlanıyordu. Bir yıl sonra camisinde patlayacak olan bomba, ona etrafındaki kuĢatmanın yalnız dıĢarıdan değil, içeriden de daralmakta olduğunu hatırlatacak ve düĢünce keselerine yeni ihtimalleri koymaya zorlayacaktı.
Abdülhamid'in kurtlarla dansı devam edecekti...
IV. BĠR PROJE ADAMI
Abdülhamid'in projelerinden biri daha: Modern itfaiyemizin
kurucularından Szechenyi Paşa ve pompacılar
Bir proje adamı          
Bize, Ümmetinin günahını kendinde bulmak, kendinde yenmek, kendisiyle fenaya erdirmek isteyen ruh dünyasının kahramanları lâzımdır.1 Nureddin Topçu
II. ABDÜLH AMĠD'ĠN projecilik yönü, siyasi dehasının gölgesinde kalmıĢtır ama günümüze gönderdiği mesajlar bakımından ihmal edilmemesi, hatta örnek alınması gereken özelliklerinin baĢında gelir Mesela II. Abdülhamid Han'ın 20. yüzyılın baĢlarında Ġstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düĢündüğünü ve dahi bunun için de çeĢitli projeler hazırlattığını biliyor muydunuz? Fernidan Arnoden adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleĢtirilememiĢ olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri elimizde bulunmakta ve o devirde Ġstanbul'un geleceğini öngören yoğun altyapı çalıĢmalarına girildiğinin iĢaretlerini almaktayız. Ancak Boğazi-
1 Nureddin Topçu, "Siyaset ve mes'uliyet", Hareket, Sayı: 3, Nisan 1939, s. 71.

İstanbul'un planlaması için Fransa'dan Salih Münir Paşa aracılığıyla davet edilen Joseph Antoine Bouvard'ın Abdülhamid Han'a Galata Köprüsü için sunduğu yeni köprü projesi (Hayat Tarih Mecmuası).
çi'ne bir köprü yapılması için 73 yıl daha sabretmesi gerekecektir Dersaadet'in.2 GerçekleĢemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inĢasına baĢlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam) Hüseyin Hilmi PaĢa vermiĢ ve 1913 yılında inĢasına baĢlanmıĢtır. Ancak Ġtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalıĢmalar durmuĢ ve proje iptal edilmiĢtir.3
2 Mimar Fernidan Arnoden köprü için iki ayrı yer tespit etmiĢtir. Birincisi Sarayburnu-Üsküdar arasındadır ki, halen yapımı devam eden Tüp Geçit'in güzergâhıdır, ikincisi ise Rumelihisarı-Kandilli arasındadır ki, yaklaĢık olarak 1986'da hizmete açılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün bulunduğu yerdedir. Ancak ikinci projede demiryolunun geçmesi ve Bakırköy-Bostancı istasyonları arasında bir gidiĢ geliĢ tasarlanmıĢtı. Adı, Hamidiye Köprüsü olacaktı. Bkz. Hayri Mutluçağ, "Boğaziçi köprüsünün yapılması yolunda ilk çabalar", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 4, Ocak 1968, s. 32-33 (3 adet resim ve çizim, 3 adet de belge mevcut). Ayrıca bkz. Aydın Ta- lay, Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid, Ġstanbul 1991, Risale Yayınları, s. 309. 3 Ufuk Gülsoy, "Yemen Demiryolu projesi", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 41, Ağustos 1997, s. 44-49.

Abdülhamid Han'a bugünkü Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yerinde yapılmak üzere sunulan camili köprü projesi (Belgelerle Türk Tarihi Dergisi). "Her taraftan minarelerle çevrilmiş olan şu geniş kubbeler, renkli tuğlalar, çiniler ve yaldızlı tunçlarla süslü, Arap tarzı üzerine nakışlanmış, Kuzey-Batı Afrika mimarisinin 16. ve 17. yüzyıllardaki bütün güzelliklerini ihtiva etmektedir."
Büyük ölçüde gerçekleĢen projelerden birisi ise Hicaz Demiryolu'dur. Bu proje Almanların finanse edip HaydarpaĢa-Ankara arasında gerçekleĢtirdikleri Bağdat Demiryolu'nun tersine, finansmanıyla, inĢaatıyla, tasarımıyla, Ġslam âleminden toplanan ianeleriyle tamamen yerli bir giriĢimin eseri olup Avrupa kamuoyuna, 'Öldü, ölüyor derken yoksa Hasta Adam diriliyor mu?' sorusunu ciddi ciddi sordurmuĢ görünüyor.4 Nitekim Ġngiliz ya-
4 Osmanlı Devleti'nin kendi sermayesiyle yaptırıp iĢlettiği tek hat olan ve emperyalizme bir tür meydan okuma diyebileceğimiz Hicaz Demiryolu'nun inĢa sürecine iliĢkin fotoğraflar için bkz. Hicaz Demiryolu: Fotoğraf Albümü, Ġstanbul 1999, Albaraka Türk Yayınları. Bu demiryolu hakkında çıkan Ġngilizce kitaplardan tespit edebildiklerimiz Ģöyle sıralanabilir: Paul Cotterel, The Railways of Palestine and Israel, Touret Publishing, 1983; R. Tourret, The Hedjez Railmay, Tourret Publishing, 1989; William Ochsenwald, The Hijaz Railroad, University Press of Virginia, Charlottesville, 1980; ve en son olarak da geçen yıl çıkan kitap: James Nicholson, The Hejaz Railway, Stacy In-  zar R. Tourret, bu projeyi, "dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında kâra geçmiĢ tek demiryolu" olarak selamlamaktaydı.
Bu yüzden bazı araĢtırmacılar, "Abdülhamid döneminin bu yoğun altyapı yatırımları olmasaydı Türkiye, Konya gibi büyükçe bir bölgeden ibaret kalacaktı" yargısını vermekten çekinmeyeceklerdir.5 Ġdarî yapının merkeziyetçilik yönünde yeniden örgütlenmesi, dıĢ politikanın uluslararası denge arayıĢına yönlendirilmesi, ince ayar diplomasi, altyapı ve eğitim yatırımlarındaki muazzam hamleler düĢünüldüğünde, II. Abdülhamid'in Osmanlı Devleti'nin çağı yakalama, daha genel bir ifadeyle modernleĢme sürecimizde son derece hayatî ve kolayca atlanıp geçilemeyecek bir Ģahsiyet olduğu net olarak anlaĢılır. Tabii Ģahsiyet olarak devrinde kendisi fazlasıyla ön plana çıkmıĢ durumdadır ama, aynı zamanda Türkiye'nin ilk maden mühendisi olan Ġbrahim Edhem PaĢa, gazetecilikten yetiĢme ve kitaplara düĢkünlüğüyle (bu arada eli sıkılığıyla da) tanınan Küçük Said PaĢa6, hayatı boyunca biriktirdiği değerli kitaplardan oluĢan muazzam kütüphanesini yeni kurulan Arkeoloji Müzesi'ne bağıĢlamıĢ olan Ahmed Cevad PaĢa7 ve Çerkes asıllı düĢünür Tunuslu Hayreddin PaĢa gibi cins adamlar ve entelektüel kapasiteleri fevkalade geliĢmiĢ Sadrazamlarla çalıĢtığını da unutmayalım.
Bunlardan 4 yıla yakın Sadrazamlık yapan Ahmed Cevad PaĢa, aslında değerli bir matematikçi olup Riyâziyenin Mebâhis-i Dakikası adlı bir matematik araĢtırmasının müellifiydi. Ayrıca Kimyanın Sanayie Tatbiki adlı araĢtırması da ülkemizde endüstriyel kimya sahasında yazılmıĢ ilk kitap sayılmaktadır.8 Sultan Abdülhamid'in Tunus'tan davet ettiği ve Sadrazamlığa getirdiği Tunuslu Hayreddin PaĢa ise Akvemü'l-Mesâlik'iyle modern siyasî düĢüncemizin köĢe taĢlarından birini oluĢturmaktadır.9
ternational, 2005. Türkçede çıkmıĢ önemli bir çalıĢma için bkz. Murat Özyüksel, Hicaz Demiryolu, Ġstanbul 2000, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 5 Bu görüĢü II. Abdülhamid dönemi hakkında bir doktora tezi kaleme almıĢ bulunan Prof. Engin Akarlı, kendisiyle yaptığım bir telefon görüĢmesinde dile getirmiĢti (30 Mart 2005). Akarlı bu görüĢünü delilleriyle aĢağıdaki makalesinde açıklamıĢtır: "II. Abdülhamid: Hayatı ve Ġktidarı", Osmanlı, cilt 2, Ġstanbul 1999, Yeni Türkiye Yayınları, s. 253-265.
6 Abdülhamid'in eğitim hamlelerinin arkasındaki beyinlerden birisi olarak Said PaĢa hakkında geniĢ bilgi için bkz. Zekeriya KurĢun, "Küçük Said PaĢa", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 41, Ağustos 1997, s. 33-37. 7 Kabaağaçlı olup Cumhuriyet devri Anadoluculuk akımı içinde yer alan ve Halikarnas Balıkçısı adıyla meĢhur olan yazar Cevat ġakir Kabaağaçlı'nın babasıdır.
Sultan Abdülhamid daha tahta çıkmadan önce Namık Kemal, Ziya PaĢa, Ebüzziya Tevfik gibi kendilerine "Genç Osmanlılar" diyen aydınları ve hürriyet, anayasa, meĢrutiyet hakkındaki fikirlerini yakından tanıyordu. Tahta çıkınca anayasayı birdenbire kucağında buluyor gibi görünse de, aslında, amcası Abdülaziz'in tahttan indirilmesinden ve ağabeyi ġehzade Murad henüz tahta çıkmadan önce sözkonusu ekiple temas halinde olduğunu ve onları bir nevi yönlendirmeye çalıĢtığını görüyoruz. Hatta ağabeyi Murad'ı içkiye alıĢtıran kiĢinin Namık Kemal olduğunu, hususi doktoru Atıf Hüseyin Bey'e defalarca söylemiĢ, kendisinin buna nasıl engel olmaya çalıĢtığını da ilave etmiĢtir.10
Midhat PaĢa'nın MeĢrutiyet'i ve Kanun-i Esasi'yi Sultan Abdülhamid'e dayattığı söylenir ki, hakikati eksik aksettirir. Onu
Namık Kemal'in Sultanla tangosu
Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz döneminde gözden düĢmüĢ bulunan Namık Kemal'i ġura-yı Devlet üyeliğiyle ödüllendirir ve Anayasa Hazırlama Komisyonuna davet ederken, Namık Kemal ne yapar biliyor musunuz? Sultan aleyhine, onun anlayacağı dilden bir tehdit beyti yazıp gittiği bir mecliste okur. Bu ikinci mısrası Arapça olan beyitte, 'İki defa tekrarlanan üçüncü defa niye olmasın?' denilmekteydi. Tabii bundan çıkan sonuç, Abdülaziz ve V. Murad'ı nasıl tahtından indirdiysek üçüncüyü, yani Abdülhamid'i de öyle indiririz' oluyordu. II. Abdülhamid, amcasını katleden taifeyi, yani devletin baĢına tüneyen darbeci çekirdeği dağıtmakla meĢgulken, Vatan ġairi'nin kalkıp da aba altından sopa göstermesi bardağı taĢıran son damla oldu. AsayiĢi ihlal ettiği gerekçesiyle mahkemeye verildiyse de mahkûm olmadı. Bunun yerine, Girit adasında ikamete memur edildi. Kendi arzusuyla, zorunlu ikameti, Midilli adasına çevrildi.
8 Cemal Kutay, "Osmanlı zabiti-Cumhuriyet zabiti", Köprü, Sayı: 26, Mayıs 1979, s. 2. 9 Bu eserin Ġngilizceden yapılan Ģerhli bir Türkçe tercümesi için bkz. En Emin Yol, Çevirenler: Alev Alatlı-ġahabettin Yalçın, Ġstanbul 2004, Ufuk Kitapları. Tunuslu Hayreddin PaĢa ile en yakından ilgilenen aydınlarımızdan birisi Cemil Meriç olmuĢtur. Bkz. "En Emin Yol", Ümrandan Uygarlığa, Ġstanbul 1974, Ötüken Yayınları, s. 45-59 (aynı yazı için bkz. Mustafa Armağan, Düşüncenin Gökkuşağı: Cemil Meriç, Ġstanbul 2001, Ufuk Kitapları, s. 105-117). Tunuslu Hayreddin PaĢa'nın oğlu Vezir Salih PaĢa, Abdülhamid'in yeğenlerinden Münire Sultan'la evlenerek saraya damad olmuĢtur. Talihe bakın ki, 1913'de Mahmud ġevket PaĢa suikastinde suçu sebebi olmadığı halde idam edilecektir. Bkz. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt 7, Ġstanbul 1978, Ötüken Yayınevi, s. 171. 10 M. Metin Hülagü, Sultan II. Abdülhamid'in Sürgün Günleri: Hususi Doktoru Atıf Hü- seyin Bey'in Hatıratı, Ġstanbul 2003, Pan Yayıncılık, s. 247 ve 286.
Yine Namık Kemal'in kükreme nöbeti gelmiĢtir. Nasıl vaktiyle Abdülaziz'e ve Sadrazam Âli PaĢaya Ģiddetli hücumlarda bulunmuĢsa, hedefinde Ģimdi Abdülhamid vardır. 93 Harbi'nin kaybını bahane ederek Abdülhamid'e saldırır. 'Kölem' dediği kaleminin ucu, hicivlerin en ağırına doğru yol alırken, ne geçmiĢi düĢünür, ne gelecekte bu sözlerinin boğazında düğümleneceğini. Sivri kalem yine Sultana yönelmiĢtir:
Bünyân-ı zulme verdi hakkıyla indirâsı Abdülhamid Han'ın kânun-i bî-esası. Abdülhamid-i evvel etmiş Kırım'ı- ihsân Burgaz'a dek dayandı sânisinin 'atâsı. Rus aldı pâyitahtı, hâlâ o tahta âşık Mülkü bitirdi gitti bir saltanat hevâsı. Mahvoldu mülk ü millet, kahroldu şân ü şevket Halâ yerinde kâim o Allah'ın belâsı.
O "Allah'ın belası", Midilli adasından yazan Namık Kemal'e neler yapmıĢtır dersiniz? Tahmin edin bakalım. Bulamadınız mı? Söyleyeyim öyleyse: Zorunlu ikametini, valiliğe çevirmiĢtir! Evet, valiliğe! Kendisine "Allah'ın belası" diye hakaret eden Namık Kemal, hakaret ettiği kiĢi, yani Sultan Abdülhamid tarafından Midilli mutasarrıfı yapılmıĢtır! Yıl, 1879'dur. Sonra ne mi olmuĢtur?
Namık Kemal Rodos ve Sakız valiliklerine atanmıĢ ve Cezmi, Celâleddin Harzemşah gibi eserleri yanında bir de Osmanlı tarihi yazmaya giriĢmiĢtir. Rodos üstadın zihnini kanatlandırmıĢ olmalı ki, Osmanlı tarihini cüzler halinde bastırmaya baĢlamıĢtır, ilk cüzün nüshalarından birini de, daha önce hakkında "Allah'ın belası" naralarını savurduğu Sultan Abdülhamid'e gayet saygılı bir takdim yazısı ile sunmuĢtur. Muhtemelen yüklü bir atiye-i seniyye beklerken, tam tersi olmuĢ ve Sultan bu abartılı -belki de yapmacık olduğuna inanıyordu- saygı ifadelerinden pek hoĢlanmamıĢ olacak ki, kitabın basımının durdurulmasını irade eder. Büyük bir Ģok geçiren Namık Kemal yanlıĢ anlaĢıldığını belirten mektuplarla durumu açıklığa kavuĢturmaya çalıĢmıĢsa da, baĢvurularından herhangi sonuç alamamıĢtır. Bundan kısa bir süre sonra da Sakız adasında ölecektir (2 Aralık 1888). Hayranı olduğu Rumeli Fatih'i ve Orhan Gazinin oğlu Süleyman PaĢa'nın yanına gömülmeyi vasiyet etmiĢtir Namık Kemal. Bu vasiyeti, "Allah'ın belası" tarafından yerine getirilecektir. ġimdi Bolayır'da, Süleyman PaĢanın türbesi yanında, planlarını Tevfik Fikret'in çizdiği, parasını Sultan Abdülhamid'in ödediği kabrinde son uykusunu uyumaktadır.11 V _________________________________ J
tahta çıkarırken Anayasanın ilan Ģartını ileri sürdükleri biliniyor. Ancak Abdülhamid de bunların önemine inanmaktadır. Yani bir dayatma sözkonusu olmamıĢtır. Nitekim Abdülhamid'in tahta çıktıktan sonraki 'demokratik' hareketleri, mesela ilk defa Meclis azalarıyla birlikte yemek yemesi, ziyaret ettiği Tersane Komutanlığı'nda asker karavanasına kaĢık sallaması, halk arasına çıkıp her cuma namazını ayrı bir camide kılması toplum üzerinde olumlu etkiler bırakmıĢ ve halk, padiĢahlarının bu
yakınlığından fazlasıyla hoĢnut olmuĢtur.
Tahta çıktıktan soma MeĢrutiyet'i ilan eden, Anayasayı hazırlatıp yürürlüğe koyduran ve seçimleri yaptırdıktan soma Meclis'in açılıĢında heyecanlı bir nutuk irad eden Sultan'ın samimiyetinden Ģüphe etmek, insafsızlık olur. Velhasıl, 1876 yılındaki Abdülhamid'in MeĢrutiyet ve Kanun-i Esasi'ye gerçekten inanmıĢ olduğundan kuĢku duymak için bir gerekçe yoktur. Ancak Abdülhamid Han'ı 1878'de Meclisi tatil ettiren ve Anayasayı askıya aldıran Ģartları da iyi tahlil etmek gerekir. Unutulmaması gereken bir husus, ġûrâ-yı Devlet [Devlet ġurası] bünyesinde teĢekkül ettirilen Anayasa Hazırlama Komisyonu'na, "Vatan Ģairi" Namık Kemal'i, arkadaĢı Ziya PaĢa ile birlikte davet eden ve görevlendiren kiĢinin bizzat Sultan Abdülhamid olduğudur. Komisyona Midhat PaĢa baĢkanlık etmiĢtir. Hatta komisyonda Namık Kemal'in hükümdarın itirazına uğrayan maddelerin savunmasını yaptığını biliyoruz. Bunun üzerine PadiĢahın Namık Kemal'i saraya çağırarak kendisiyle Anayasa hakkında görüĢtüğünü biliyoruz. Sultan V. Murad'ın davranıĢlarında cinnet alametleri görülüp tahttan indirilirken, ġehzade Abdülhamid ekibin -fiilen içinde bulunmuyorsa bile- oldukça yakınında yer alıyordu. Bir baĢka deyiĢle, devrin entelektüel nabzını içeriden tutanlardan biriydi. Ve gayet yakından tanıyordu müstakbel rakip veya hasımlarını.12 20. yüzyılın ilk 10 yılı, dünyanın artık korkunç bir paylaĢım savaĢına, sonradan yaygınlaĢacak bir tabirle bir Harb-i Umumi'ye adım adım
11 Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Fasikül 12, Ġstanbul 1977, s. 890-891. Ayrıca bkz. Nihad Sami Banarlı, "UnutulmuĢ mezarlar", Yedigün, Sayı: 686, 28 Nisan 1946, s. 14.
12 Bu durumu, bizzat Namık Kemal, oğlu Ali Ekrem'e anlatmıĢtır. Bkz. Ali Ekrem Bolayır, "Namık Kemal ile özel bir konuĢma", Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Sayı: 6, Haziran 1979, s. 69 vd. ve Sayı: 7, Temmuz 1979, s. 67-68.
sürüklendiği, her bakımdan sarsıcı bir zaman dilimidir. Bu fırtına öncesi sessizlik atmosferinde Sultan Abdülhamid,
Osmanlı Devleti'nin altyapı zaaflarını fark eder ve bu zaafları, belli bir program dahilinde halkla beraber gidermeye soyunur. Osmanlı Devleti'nin belini büken ve modern bir devlet vasfı kazanmasına en ciddi engeller, iletiĢim ve ulaĢım zaaflarıdır.13 DüĢünün ki, Ġzmir gibi liman Ģehirleri, yüz kilometre gerisindeki kasaba ve Ģehirlere yıldızlar kadar uzakken, Marsilya limanıyla senli benliydi. Bu derin çarpıklık, iç bölgelerdeki tarım ürünlerinin elde kalarak çürümesine yol açarken, Ġstanbul halkına Karadeniz'deki Rus limanı Odessa'dan buğday getirtmeye kadar varmaktaydı.14 Olup biteni seyretmek yakıĢır mıydı proje adamına? ĠĢte Sultan'ın, o zamandan, bu ülkenin geleceğinin üzerine kurulacağı altyapıyı hazırlamaya koyulması, bu yakıcı yokluk ve yetersizlik atmosferi içinde anlaĢılabilir ancak...
Bir altyapı devrimi
13 Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and The End of Empire, Arnold: London 2003, Introduction. 14 "Gerçekten de 1900 yılında Osmanlı ticaretinin % 9'u Rusya ile yapılıyordu. Ġstan- bul, Rusya'dan yılda 65 bin ton un alıyordu. Daha demiryolu Ankara ve Konya'ya ulaĢınca bu ticaretin kesildiği görüldü." Ġlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu'nda Al- man Nüfuzu, Ġstanbul 1998, ĠletiĢim Yayınları, s. 157.
         
1870'lerin sonlarında yaklaĢık 20 milyon olan imparatorluğun nüfusu Abdülhamit'in saltanat döneminde yüzde 37 artarak yüzyılın sonunda 27 milyonun üstüne çıkmıĢtı. [Bu süre zarfında] Anadolu nüfusu daha da hızlı artmıĢtı. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi
OSMAN LI DEVLETĠ belki geniĢ bir vatana sahip idi (topraklarının yüzölçümü, ismen bağlı ülkelerle birlikte yaklaĢık 5 milyon kilometrekaredir). Fakat bu büyük vatanın yerleĢim merkezleri arasındaki bağlantı, ulaĢım ve iletiĢim gayet zayıf durumdaydı. Büyük ölçüde meskûn bir saha da olmadığı, yani metrekareye düĢen nüfus oranı çok düĢük olduğu için (Osmanlı Devleti'nin 1912'deki nüfusu, Arabistan hariç, taĢ çatlasın 32 milyonun üzerine çıkmıyordu), yerleĢim merkezleri arasındaki bağlantı zaafiyeti, özellikle sınırların savunma ve korunmasında ciddi problemler çıkarıyordu yöneticilerin karĢısına. II. Abdülhamid, önündeki bu ertelenmiĢ ve çağın isteklerine uymayan gerçeği görüyor ve onu düzeltmek için neler yapılabileceğini araĢtırıyordu.
Bakıyorsunuz iletiĢim alanında yaptıklarına; Posta ve Telgraf teĢkilatını hızla devreye sokuyor. Bu, büyük ve o zamanın Ģartlarına göre hakikaten ciddi bir hamledir. Yani imparatorluğun bir ucundan öbür ucuna ulaĢacak haber akıĢım devlet, ecnebi postanelerin tekelinden kurtarıp kendi eline almaya çalıĢıyor.
Ġlk olarak 1877'de Posta Telgraf TeĢkilatı konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık haline getirildi. Postahanenin çeĢitli görevlerini görüĢmek ve hizmetlerin yaygınlaĢmasını sağlamak için Dahiliye, Maliye, Rüsumat, Posta ve Telgraf nezaretleri temsilcilerinden
ibaret 5 kiĢilik komisyon toplandı. Hazırlanan inceleme ve raporlar doğrultusunda 1316 (1900) yılında önce Ecnebi Postaları diye çalıĢan birim iptal edildi.1
Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf TeĢkilatında ilk defa bir "havale kalemi" devreye sokulmuĢ, 30 Mayıs 1901'de ġehir Postaları kurulmuĢ, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaĢabilmesi için demiryolları (o zamanki adı ġark ġimendiferleri) Ģirketiyle özel bir anlaĢma yapılmıĢtır. Yurdun çeĢitli noktalarında yaptırılan postahane binalarının önemli bir kısmı da Abdülhamid dönemi eseridir. Nitekim Ġstanbul Sirkeci'deki Mimar Vedat (Tek) Bey'in eseri olan Büyük Postahane binası2, Beyoğlu'nda yakın zamana kadar kullanılan postahane binası, Üsküp Postahane binası onun döneminde esen postahane rüzgârından damlalardır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya baĢlandığı tarihten (1876) sadece 5 yıl sonra, yani 1881'de Ġstanbul'a getirilmiĢ ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuĢtur. Telgraf hatları döĢenmesine onun zamanında hız verilmiĢ,
hatta bu hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için talimat verilmiĢtir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaĢmasıyla birlikte, hatların ulaĢtığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân da- hiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaĢ 'hava durumu' raporlarımızın baĢlangıcını oluĢturmaktadır.3
Abdülhamid'in demir yolları ile birlikte önem verdiği bir baĢka konu ise kara yollarıdır. Onun zamanında bütün Anadolu'yu baĢtan baĢa dolaĢacak bir kara yolu ağının (Ģose Ģebekesinin) projelendirilip tatbikata geçirildiğini biliyoruz. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıĢtı. Buna göre 16-60 yaĢ arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4 gün
1 Talay, age, s. 288. 2 Mimar Vedat Bey, kendisiyle 1937 yılında yapılan bir söyleĢide binanın 100 bin altına mal olduğunu, bugün olsa 150 bin altından aĢağıya mal edilemeyeceğini söylemiĢtir (Kandemir, "Mektepli Türk mimarlarının piri: Mimar Vedat", Yediğim, Sayı: 205 10 ġubat 1937). Kendisi Ģair ve musikiĢinas ve 'saraylı' Leyla Saz Hanımefen- di'nin oğludur. Leyla Saz (1850-1930) ise Abdülmecid devrinde Aydın Valiliği yapan, "hekim ve hakim" Ġsmail PaĢa'nın kızı ve 19. asrın önemli aydınlarından Giritli Sırrı PaĢa'nın hanımıdır. Leyla Hanım'ı tanıyan bir kalemden yalın bir portre denemesi için bkz. Ercüment Ekrem Talu, "Tanzimat edebiyatının kadın Ģairi Leylâ Hanım", Yedigün, Sayı. 638, 27 Mayıs 1945, s. 4-5.
yol inĢaatında çalıĢacaktı. Bunu yapmayanlar ise tespit edilecek bedeli ödemek zorundaydılar. Bu ilginç uygulama her ne hikmetse kendisi tahta çıkmadan bir yıl önce kaldırılmıĢtı. II. Abdülhamid döneminde bu uygulamanın tekrar yürürlüğe konulduğunu görüyoruz. Sadrazam Küçük Said PaĢa hatıratında, 1879'dan sonra halkın katılımı sonucu 5 bin kilometre yol yapıldığını yazmaktadır. Nitekim "Gidemediğin yer senin değildir" sözünün patent hakkını elinde bulunduran Halil Rifat PaĢa da Abdülhamid'in acar valilerinden biriydi ve Sivas Valiliği sırasında mesaisinin mühim bir kısmını yol yapım çalıĢmalarına teksif etmiĢti. Bir baĢka deyiĢle, Kuzey ve Doğu Anadolu'yu
birbirine bağlayan bugünkü yollarda onun hatırı sayılır bir emeği vardır.4
Bursa Türk-İslam Eserleri Müzesi'nde bulunan ve üzerinden Sultan Abdülhamid'in isminin kazındığı Mihaliç Caddesi'ne ait mermer kitabe. Silinen kısım, manzumenin ilk
3 Talay, age, s. 410. 4 A. Semih Tepeciklioğlu, "Türkiye karayollarının tarihine bir bakıĢ: 'Gidemediğin yer senin değildir!'", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 1, ġubat 1970, s. 41-45. Halil Rıfat PaĢa'nın, ġebinkarahisar-Giresun yolu üzerinde insan gücüyle meydana getirilen ilk karayolu tünelini açtıran yönetici olması, zikre değer bir hususiyetidir.
satırıdır. (Fotoğraf: Mehmet Gülgönül)
GümüĢhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-Ġran kara yolu (1879) haricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat Ģosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıĢtı. Açılan yollar Samsun'a göçü baĢlatmıĢ ve bu Ģirin Karadeniz Ģehrimiz inkiĢafını Abdülhamid devrine borçlanmıĢtı.5 Bursa, büsbütün böyleydi. Hem Ģehir içi, hem de Ģehirler arası yollar sonucunda Bursa, yeniden bölgenin önemli bir kara yolu kavĢağı haline gelmiĢti. Ancak sonraki yıllarda, yaptırdığı yollara dikilen kitabelerden onun ismini silen zavallılara da rastlanmıĢtır.6 Bu da elbette görkemli "Abdülhamid gerçeği"nin örtme çabasının zavallı bir tezahürü
olarak tarihe geçecektir.
GüneĢi silecek güç kimde vardır? Bitlis'ten Bağdat'a, Filistin'den Niğde'ye kadar çok sayıda kara yolunun ve caddenin açılması Sultan Abdülhamid döneminde bayındırlık iĢlerine verilen önemi göstermektedir. Fırat nehri üzerinde yaptırılan Deyr-i Zor köprüsü, devrindeki bayındırlık hizmetlerinden sadece biridir.7 Bursa'nın Aksu köyünde bulunan II. Abdülhamid tuğralı akar çeĢme, onun hayır faaliyetinin Ģehirlerle sınırlı kalmadığım, köylere kadar uzandığını gösteren ilginç örneklerden biridir.8 Sultan Abdülhamid bütün bu çalıĢmalarıyla birbirleriyle irtibatsız haldeki geniĢ bir coğrafyanın uçlarını birbirine bağlamayı hedefliyordu. Mesela ülkeye elektrik getirmeye çalıĢıyordu. Bunları yaparken bir taraftan da eksikliğini en ağır bir Ģekilde hissettiği halkın eğitim düzeyini yükseltmeye, yetiĢmiĢ eleman açığını kapatmaya büyük önem veriyordu. Eğitim alanında yaptığı atılımların, kendisine kadarki tüm Tanzimat tarihinde yapılanların bir kaç katı olduğunu hatırlatalım.
5 Talay, age, s. 304 vd. 6 YeĢil semtindeki Bursa Türk-Ġslam Eserleri Müzesi'nin bahçesinde bulunan Mihaliç'ten getirilmiĢ bir cadde kitabesi bunun en canlı kanıtı olarak gelip geçenlere, Abdülhamid düĢmanlığının bir zamanlar hangi boyutlara ulaĢmıĢ olduğunu belgelemektedir. Keza EskiĢehir'in Mahmudiye ilçesinde Abdülhamid'in yaptırdığı bir ca- minin kitabesi de 27 Mayıs devriminden sonra kazınmıĢtır. Orwell'in tarihi silme operasyonlarının bir taklidi belki...
Hatta ilk kız okulları da Abdülhamid Han zamanında açılmıĢtı. Nitekim âlim bir zat olan Abdüllatif Subhi PaĢa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma teĢebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, "Sen mektebi aç, ben arkandayım", diyerek açıktan destek vermiĢ ve çevresini, daima kız
Samsun'da açılan ilk kız okulunun hikâyesi10
Selçukluların kurduğu ve Canikoğulları idaresindeyken Osmanlı Devleti'ne intikal etmiĢ bulunan Samsun'da ilk kız okulu, 1898 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nın giriĢimiyle açıldı. Pazar mahallesinde Zübeyde Hanım Bağı denilen arsa bakanlık tarafından satın alınmıĢ ve Merkez Ġnas Mektebi adıyla üç sınıflı olarak öğretime baĢlamıĢtır (adı sonradan Bozkurt Okulu olarak değiĢtirilmiĢtir). Bakanlık tarafından gönderilen Samsun'un Feride'si İkbal Hanım adındaki genç ve ciddi bir öğretmen, kayıtları yapar, ilk olarak da süvari yüzbaĢısı ġemseddin Efendinin kızı Sâlise Hanım, Sâdiler Tekkesi Ģeyhi Mehdi Efendi'nin kızı Besime Hanım ve HamalbaĢılar'ın kızı Emin Hanım okula kayıtlarını yaptırırlar.
Özellikle bir ġeyb'in kızını mektebe kaydettirmesi, dindar Müslüman halkın rağbetini artırır ve çoğu hacı hoca çocuğu onlarca kız öğrenci kayıt için akın eder Ġkbal Hanım'ın odasına, ilk önce yadırgayanlar olur, dedikodu çıkaranlar da olur elbette ama kervan yola çıkmıĢtır bir kere. Okulda Kur'an-ı Kerim, tecvid, ilmihal, kıraat, imla, güzel yazı, matematik, dilbilgisi, faydalı bilgiler ve el hünerleri dersleri veril- mektedir. Bir de PerĢembe günleri Hoca Nine adında bir kadın okula gelip çocuklara ilahiler öğretirmiĢ. Bir tür müzik dersi yani. Zamanla okula bir de piyano hediye edilmiĢtir. ġehbenderzade Ġlmî Bey'in an- nesinin hediyesi olan piyano sayesinde ileriki yıllarda okulda piyano ile müzik dersleri verildiğini de öğreniyoruz. Böylece Abdülhamid Han devrinde küçük bir Anadolu Ģehrinde kızların
okulla tanıĢmala rı sağlanmı Ģ ve onbinlerc e hemcinsi gibi Sam- sunlu kızlar da modern hayata katılmanı n yollarını aralamıĢ. En çar- pıcı örnek ise herhalde bu okuldan mezun olan
7 Deyr-i Zor köprüsünün eski bir fotoğrafı için bkz. Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 11, Aralık 1968, s. 93. 8 Doğan YavaĢ, "Bursa'nın Aksu köyünde Sultan II. Abdülhamid çeĢmesi", Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16, 2002, s. 72-73. 9 Aktaran: Seniha Sami Morali, "Türk kültürüne büyük hizmetleri dokunan bir devlet adamı: Subhi PaĢa", Hayat Tarih Mecmuası, sayı: 11, Aralık 1968, s. 69.
10 Fazıla Atabek, "Samsun'da açılan ilk kız okulu", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 6, Temmuz 1970, s. 33-34.
Hatice Hanım'ın yıllar sonra aynı okula öğretmen olarak tayin edilmiĢ olmasıdır.                                
J ların okuması için ilk adımları atmaya teĢvik etmiĢtir.9 Sadece 1879 ve 1904 yıllarında Ġstanbul'da bulunan kız okullarının bir karĢılaĢtırması bile onun iktidar yıllarında okul ve öğrenci sayısında nasıl bir artıĢ olduğunu ortaya koymaya yeterli olacaktır.11 Ancak eğitim tasarısında özellikle ecnebi ve misyoner okullarına karĢı teyyakuz halinde bulunması, Abdülhamid'in özellikle üzerinde durduğu bir noktaydı. Nitekim Ġngiliz yanlılığıyla tanınan Sadrazamlarından
Kıbrıslı Kâmil PaĢa, 1895-1906 yıllarında Ġzmir'de valilik yaparken, yetiĢme çağındaki çocuklarım, bu arada 7-8 yaĢlarındaki Makbule'yi [Ġldeniz] Fransız Sör Mektebi'ne vermeyi uygun gördü. Fakat çok geçmeden hafiyelerinden gerekli bilgiyi almıĢ olan Abdülhamid'in zehir zemberek uyarısı yetiĢti. PaĢa, Saray BaĢkâtipliğinden gelen padiĢahın "hususi irade"sinde aynen Ģu sözlerle uyarılıyordu:
Vali ve yüksek memurların çocuklarının, Hıristiyan mekteplerine gönderilmesi caiz değildir...12
Abdülhamid'in özelliklerinden birisi olarak Ģunu da zikretmek gerekir ki, cami yaptırdığı her köye bir mekteb-i iptidai, yani ilkokul yaptırmıĢtır.13
Böylece o, bize özgü bir modernleĢme programının temelleri atılmıĢ oluyordu. Gelecek nesillerin, kendi yolundan gidip gitmeyecekleri onun meselesi değildi. Gün gelecek, bir tel kopacak ve ahenk harap olacaktı. Mehmed Akif'in dediği gibi,
Biz bu ahengi harâb etmeyecektik, ettik; Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.
Bu ahengi günümüzde tamir edecek, ruh surlarımızda açılan "kanlı gedik"leri tıkayacak olanlara gereken lojistik destek, bir asır öncesinden, Abdülhamid'den gelecekti.
ġimdi onun eğitim projesine geçebiliriz...
11 Ġhsan Süreyya Sırma, "Sultan Abdülhamid döneminde Ġstanbul'da kız mekteple- ri", Belgelere II. Abdülhamid Dönemi, Ġstanbul 1998, Beyan Yayınları, s. 66-70. 12 Hilmi Kâmil Bayur, "Makbule Eldeniz", Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Sayı: 2, ġubat 1980, s. 57 (makale yazarı Kâmil PaĢa'nın oğlu, yazıda hayatını anlattığı Makbule Ġl- deniz de kızıdır). Sultan Abdülhamid'in Ġslamî hassasiyeti ve kötülüklerden men gö- revinin bir halife olarak ağırlığını sırtında hissettiğine en güzel delillerden birisi, Be- yoğlu'nda gizli kürtaj (ıskât-ı cenin) yapmakta olan bir Alman kadın doktorun sınır dıĢı edilmesi üzerindeki emridir. GeniĢ bilgi ve arĢiv vesikaları için bkz. Yavuz Se- lim KarakıĢla, "Kürtaj mütehassısı Alman doktor Madam Mari Zibold", Toplumsal Tarih, Sayı: 82, Ekim 2000, s. 39-44. 13 "Özellikle ilk ve orta eğitimdeki öncelikli amaç, bir tür sosyalizasyon yaratmak, yani geleceğin vatandaĢlarını kültürel ve ahlakî açıdan biçimlendirmektir." Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet: Siyaset, İktidar ve Meşruiyet, 1876- 1914, Ġstanbul 2003, ĠletiĢim Yayınları, s. 166. Benjamin Fortna da Oxford Üniversite- si tarafından basılan kitabında Abdülhamid'in iktidar yıllarında devlet okullarının
                   
sayısının olağanüstü derecede arttığını söyler ve ekler: Tarihçiler onun eğitim programını sanki eskinin hafiften revize edilmiĢ bir devamı sayarlar. Oysa Abdülhamid döneminde hem teĢhis, hem tedavide değiĢim olmuĢ, özellikle de okulların 'kalitesi' artmıĢtır. Bkz. Benjamin C. Fortna, Imperial Classroom: Islam, the State, and Education in the Lale Ottoman Empire, Oxford University Press, New York: 2002, s. 9. Çobanları dahi okutmak: Abdülhamid'in modern eğitim projesi            
Ġslâmiyet terakkiye karĢı değildir ama hakiki değeri olan Ģeyler, hariçten aĢı yapmak suretiyle muvaffak olamaz, içten ve tabii olmalıdır.
Sultan II. Abdülhamid
SULTAN ABDÜLHAMĠD DÖN EMĠNDE eğitimi ele alırken onu, Tanzimat'la baĢlayan yenileĢme hareketinin çerçevesine yerleĢtirmek mecburiyetindeyizdir. "Tanzimat dönemi" olarak belirlenen 1839-1876 arasındaki zaman dilimini eğitim alanında Tanzimat'ın hukuk ve proje adımları olarak değerlendirmek gerekir. Bu ilk dönemde imparatorluğun bünyesini modern bir eğitim sistemine dönüĢtürmek için epeyce zorlamalar yapıldığını, bazı sonuçlar alınmasına rağmen, bir türlü istenilen hız ve kaliteye ulaĢılamadığını görürüz. Tabii bugünden bakılınca bazı
hatalar üzerinde ısrar edildiğini de fark etmek mümkündür.
Bu hatalardan birisi, medreseden yüz çevrilmesine rağmen yeni kurulan eğitim sisteminde kademeler arasındaki geçiĢler üzerinde yeterince düĢünülmemiĢ olmasıdır. MeĢrutiyet devri nin Maarif Nazırlarından Emrullah Efendi'nin, Ģimdilerde Hindistan'da uygulandığı gibi, ilkokulla uğraĢılacağına, bir elit eğitimine yönelinmesi tavsiyesini görselleĢtiren "Tuba ağacı nazariyesi", dönemin eğitim mantığını resmeder. Bu görüĢün, ilkokulların ihmaline yol açması, kaçınılmazdı.
Abdülhamid döneminde Bursa'da öğretmen yetiştirmek üzere açılan Hamidiye Medrese-i Muallimîn'i (Kitabın yazarı, o zamanlar adı Çelebi Mehmet Ortaokulu olan bu kurumda orta öğrenimini tamamlamıĢtır. Belki de Sultan Abdülhamid'e duyduğu ilgi ve sevgi, onun açtığı bir okulda okuduğundandır.)
Nitekim eğitim hamlelerine en alt basamaktan baĢlamak yerine, Ģimdi ilköğretimin ikinci kademesine tekabül eden rüĢdiyeler üzerine odaklanmak, lise düzeyinde bir okul kurmak yerine ısrarla üniversite (Darülfünun) açmaya çalıĢmak, bu dönemin zihin düzeyindeki çarpıklıklarını yeterince sergilemektedir. Ġlkokul öğrencileri, dinî eğitim gören ve bu yüzden ġeyhülislamlık ve Evkaf Nezareti'ne bağlanan sıbyan okulları seviyesindeki bir toplumun, müspet bilimlere göre okutulacak ortaokul ve üniversite açmaya kalkması, bazı basamakları eksik kalan bir merdiven yapmaya benziyordu. Bu diĢleri dökülmüĢ eğitim merdiveniyle nereye kadar çıkılabilecekti? Nitekim ne rüĢdiyelerden istenilen sonuç alınabilmiĢti, ne de Darülfünün'dan. 3 defa açılıp kapanan ve kısa süreli eğitim dönemleri haricinde kapalı kalan Darülfünun'u açmanın, onu besleyecek alt eğitim kademeleri olmadıktan sonra sadece göstermelik bir anlamı olabilirdi. Yine de 1838'de Meclis-i Umûr-ı Nâfia'nın kurulup da eğitim tekelinin medreselerin elinden alınması, aynı yıl kurulan Mekâtib-i RüĢdiye Nezareti'nin kurularak laik okulların bir sistem dahiline sokulması, 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye eliyle ıslahat yapmak üzere bir organ teĢkili, küçümsenmeyecek adımlardır. Nihayet 1857 yılında bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı'nın miladını temsil eden Maarif-i Umumiye Nezaretinin kuruluĢu, eğitimin modernleĢmesinde ciddi bir adım olarak kabul edilebilir. Ardından 1869'da çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, sonraki eğitim çabalarının çekirdeğini teĢkil edecektir. Ancak bu iyi niyetli çabaların çoğu, tasarı ve planlamadan öteye pek gidememiĢ, uygulama planında geleneksel direnç noktaları ve alıĢkanlıklar yüzünden çeĢitli engellerle karĢılaĢılmıĢtır. ĠĢte bütün bu hazırlıkların hedefine ulaĢması ve baĢkent Ġstanbul'da merkezleĢmekten kurtulup taĢraya açılması için Sultan II. Abdülhamid dönemini beklemek gerekecektir. 1876 Anayasası ile seri bir hamle yapılmak istenmiĢse de, eğitim alanındaki çabaların hızını kesen olay, 1877-78'deki Rus SavaĢı ve arkasından gelen ağır yenilgi ve kaybedilen büyük toprak parçaları olmuĢtur. Asıl toparlanmanın 1879'da baĢlamasının gerçek sebebi budur.
Burada 30 küsur yıllık bir dönemin eğitim bilançosunu ayrıntılarıyla sayıp dökmek yerine, Sultan Hamid döneminin Tanzimat döneminde yapılanlarla mukayesesi ve Cumhuriyet de dahil, kendisinden sonraki
döneme bıraktığı miras ve etkileri üzerinde duracağım. Böylece 'gerici' ve 'karanlık' diye aĢağılanan bir dönemde ülkenin aydınlanması, altyapı hazırlığı ve yetiĢmiĢ insan kaynağı temini yolunda yapılan yoğun çalıĢmalara kuĢ bakıĢı bir göz atmıĢ olacağız.
Tanzimat döneminde Evkaf Nezareti ile ġeyhülislamlığın denetimine terk edilen sıbyan mektepleri, Tuba ağacı gibi kökleri havada bir eğitim sistemi kurulmaya çalıĢılması yüzünden ıslahat çabaları dıĢında kalmıĢtı. 1868'de sıbyan mekteplerine öğretmen yetiĢtirmek için bir okul açılması akıl edilmiĢtir ama o da imparatorluğun büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda pek yetersizdir. Ancak bir yıl sonra sıbyan mekteplerinin haricinde ilkokullar (iptidai mektepleri) açılması karara bağlanmıĢ, böylece modern ilkokul eğitimi için start verilmiĢtir. Ne yazık ki, bu okullarla ilgili olarak Abdülhamid dönemine kadar ciddi bir adım atıldığını söyleyemiyoruz. Ġlginçtir, 1876 Anayasası, Avrupa'da bile bir çok ülkede mevcut olmayan zorunlu ilkokul eğitimini oldukça erken bir tarihte Osmanlı Devleti'ne getirmiĢti Ġlgili madde Ģöyle diyordu:
Osmanlı efrâdının kâffesince tahsil-i maarifin birinci mertebesi mecburi olacak ve bunun derecâtı ve teferruâtı nizâm-ı mahsûs ile tayin kılınacaktır.
Bugünkü dille söylersek, eğitimin birinci kademesi bütün Osmanlı fertlerine zorunlu olacak ve bunun ayrıntıları özel bir düzenlemeyle belirlenecektir. Tabii sıbyan mekteplerine dokunulmuyordu ama onun yanında, onunla rekabet edecek yeni ilkokullar açılıyordu. Böylece usûl-i cedide ile usûl-i kadîme, sıcak bir yarıĢa sokuluyordu. Bu, Cumhuriyet döneminde ciddi bir mesele haline gelen ve nihayet Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ile aĢılacak olan "eğitimde ikilik" meselesinin de tohumlarını atıyordu eğitim camiasına. Böylece ilkokullar epeyce yaygınlaĢtırıldı ama öncelik, bilinçli olarak Müslüman ahalinin yoğun olarak yaĢadığı bölgelere tanındı. Çünkü gayrimüslimlerin eğitim seviyesiyle Müslümanların eğitim seviyesi arasında korkunç bir uçurum oluĢmuĢtu. Gayrimüslimlerin hem kız okulları, hem de erkek okulları bakımından bariz bir üstünlükleri vardı Müslümanlar karĢısında. Bu büyük açığı kapamak, kesimler arasında bir
tür homojenlik sağlamak ülkenin geleceğini güvenceye almak için zorunluydu. Derhal harekete geçildi.
1876 yılında Ġstanbul'da sadece 6 tane ilkokul varken, 1886'ya kadar 44 yeni ilkokul kurulmuĢ görünüyor istatistiklerde (böylece toplam rakam 50'yi buluyordu). 1892-1893 istatistiklerinde ise 3.057 yeni usulde kurulmuĢ okul bulunuyordu; oysa 1877'de bu rakam taĢ çatlasın 200'ü geçmiyordu. 1905-1906 öğretim yılında ise bu rakamın 3 kat yükselerek 9.347'ye çıktığını görüyoruz. Bu durumda Abdülhamid devrinde yılda ortalama 400 yeni ilkokul açılmıĢtır ki, bu, gerçekten de o zamana göre bir rekordur. Ayrıca okullar açmak da yeterli değildi. Öğretmen açığını da gidermek gerekiyordu. Bu amaçla Abdülhamid döneminde pek çok vilayet merkezinde Darülmuallimînler ve kısa süreli kurslar açıldığını görüyoruz.
RüĢdiyeler gerçi Tanzimat döneminde açılmıĢtı ama doğruyu söylemek gerekirse, büyük çoğunluğu sırf açılmıĢ olmak için açılmıĢtı. Doğru dürüst binaları dahi yoktu. Buldukları yerlere yerleĢmiĢlerdi. Öğretmen kadroları da yetersizdi. Araç gereç deseniz, hak getire! Yoğun çalıĢmalar sonucunda Sultan Abdülhamid'in ilk iktidar yılı olan 1876'da 250 küsur olan rüĢdiye sayısı, 3 kattan fazla artarak tahttan indirildiği tarihte 900 adede yükselmiĢti ve bunların çoğu artık özel olarak inĢa edilmiĢ kendi binalarında eğitim vermekteydi. Kız okulunda piyano
Buraya Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve icraatı adlı kitapta geçen ilginç bir anekdotu aktarmak istiyorum:
300 [1882-83] senesi Ģuûnundan olarak sene-i mezkûre ġaban'ının yirmi beĢinci Cumaertesi günü
[1 Temmuz 1883] Divanyolu'nda kâni leyli ve nebari inas mektebinin tevzi-i mükafat resmi Münif PaĢa ve daha bazı zevat hazır olduğu halde icra edilmiĢ ve tâlibâtın Türkçe, Fransızca, Almanca irab olunan suallare verdiği ecvibe ile piyanoda gösterdikleri maharet câlib-i memnuniyet olmuĢ ve tâlibâtın mahsul-i mesâisi olan el iĢleriyle resimler teşhir edilmiĢtir.1 Bugünkü Türkçeye çevirirsek manzara aĢağı yukarı Ģudur:
1882-83 dönemi faaliyetlerinden olarak 1 Temmuz 1883 günü Divanyolünda bulunan gündüzlü ve yatılı okulunun ödül dağıtım töreni Münif PaĢa ve baĢka devlet adamlarının huzurunda gerçekleĢtirilmiĢ ve kız talebelerin Türkçe, Fransızca, Almanca sorulan sorulara verdikleri cevaplar ile piyano çalmakta gösterdikleri beceriden memnun olmuĢlar ve talebelerin emek ürünü olan el iĢleriyle yaptıkları resimler sergilenmiĢtir.
 
RüĢdiyelerin sayısı artıyor ve nitelikleri yükseltiliyordu ama bunlar sonuçta ilkokul son sınıflar ile ortaokul seviyesinde okullardı. Bir nevi lise eğitimi vermek için bu defa idadiler açıldı. Vergi kaynakları idadilere aktarıldı ve ilk etapta aynı yıl 43 yerde idadi açılmasına karar verildi. Üstelik bunların bazıları da yatılıydı. Nitekim Sultan Hamid iktidarının sonunda (1909) idadilerin sayısı 109'a, idadilerde okuyan öğrenci sayısı da 20 bine çıkmıĢtı. Ancak bunlar da yeterli görülmedi ve 1868'de faaliyete geçmiĢ bulunan Galatasaray Sultanisi, tepeden tırnağa yenilenmek suretiyle Galatasaray
Mekteb-i ġahanesi adıyla törenler düzenlenerek öğretime açıldı. Bu okulda Fransızca eğitim verilmekte ve öğrenciler imtihanla, seçilerek alınmaktaydı. Burada her milletten ve cemaatten öğrenci beraberce, yan yana okuyordu. Ancak okula öğrenci alımında ve müfredatta devrin yö- neticilerinin bilinçli bir politika güttüğü de gözlerden kaçmıyordu. Garip bir Ģekilde gayrimüslim öğrencilerin zamanla azaldıklarını görüyoruz Galatasaray'da; tabii Türkçeye gereken önemin verilmesi konusunda ısrarlı olunduğunu da. Sultaniler Galatasaray'la da sınırlı kalmamıĢ, Girit ve Beyrut'ta da birer Sultani açılmıĢtır. Yer seçimlerinin, olağanüstü bir dikkatin eseri olduğu belliydi.
Üniversite, yani Darülfünun'un Ģansı bir türlü yaver gitmemiĢ, birkaç kere açılıp kapanmıĢ, hatta binası bile açılmasından kısa bir süre soma yanmıĢtı. En son olarak 1881'de kapatılmıĢtı. Tepesi üstünde duran Tanzimat'ın çarpık eğitim piramidi, Ģimdi yerine oturtulabilirdi. Altyapı iyi kötü oluĢturulmuĢtu. Uzun ömürlü bir giriĢim olarak modern üniversitemizin temellerini atmak Sultan Abdülhamid devrine nasip olacaktı. Tahta çıkıĢının 25. yıldönümü kutlamaları yaklaĢırken Abdülhamid Han özel bir iradeyle
1 Mahmud Cevad ĠbnüĢ-ġeyh Nâfi, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i TeĢkilat ve Ġcraatı-XIX. Asır Osmanlı Maarif Tarihi, Hazırlayan: Taceddin Kayaoğlu, Ankara 2001, Yeni Türkiye Yayınları, s. 205.
Darülfünun'un açılmasını ferman buyurdu. Böylece 1934'de lağvedilinceye kadar 33 yıl sürecek Darülfünun'un renkli tarihi Ġstanbul'un sisli atmosferine kanat açıyordu. Hepsini buraya sığdıramayız elbette. Abdülhamid dönemindeki eğitim yatırımlarını ana hatlarıyla sunmak bile kolay olmadı gördüğünüz gibi. Hızla toparlayalım o zaman... Bugün Deniz Harp Okulu'nun temeli olan Deniz Mühendislik Okulu, GATA'nın atası olan Askeri Tıp Okulu, Harp Okulları'nın temeli olan Mekteb-i Harbiyeler, Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, sonradan adı Siyasal Bilgiler Fakültesi olan Mekteb-i Mülkiye, bugünkü Ġstanbul Üniversitesi tıp fakültelerinin çekirdeği olan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye Abdülhamid döneminde geliĢtirilen ve bugünkü modern kimliklerine ulaĢan eğitim kurumları olarak karĢımıza çıkmaktadır. Tabii bir de bu dönemde tasarlanıp açılan yüksek okullardan bahsetmeliyiz. Bunlar arasında Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin temelini teĢkil eden ve Mecelle müellifi Cevdet PaĢa'nın nutkuyla açılan Mekteb-i Hukuk (1880), Ģimdi Ankara'ya taĢınmıĢ olan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1887; sonradan Abdülhamid'e muhalif olan Mehmed Akif de burada okuyanlar arasındaydı), öğretmen okulları (Darülmuallimînler), sonraları adı Yüksek Mühendis Mektebi olan Hendese-i Mülkiye Mektebi, Osmanlı ve Cumhuriyet sanatkârlarının çoğunun bünyesinde yetiĢtiği Sanayi-i Nefise Mektebi (1882; bugünkü Güzel Sanatlar Fakültesi'nin baĢlangıcıdır), yakın zamanlara kadar varlığını koruyan Ġktisadi ve Ticari Ġlimler Akademisi'nin çekirdeği olan Hamidiye Ticaret Mektebi (1884), Arap ve Kürt aĢiretlerinin çocuklarını okutmak ve Osmanlılık fikriyatını bedevi kabilelere yaymak için düĢünülen ve dahice bir fikir olduğu kabul edilen AĢiret Mektebi (1892), Bursa'da Ġpek böcekçiliği Enstitüsü'nün temeli olan Harir Darütta'limi ve Harir Darüttahsili mektepleri (1886-1889), Bağcılık ve AĢıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu ve Uygulama Okulu gibi son derece zengin bir okul zinciri kurulmuĢ, 20. yüzyıla girilirken bu okullardan yetiĢenler Türkiye'de
Cumhuriyet'i, diğer bölgelerde ise Osmanlı'dan kopan diğer devletleri kurmuĢlardır. Hatta 1936'da Türkiye'ye gelen Suudi ailesinden genç Prens Faysal (sonra kral), basın toplantısında Ġstanbul Türkçesiyle konuĢmaya baĢlayınca gazeteciler Türkçeyi nasıl bu kadar kusursuz konuĢtuklarını sormuĢ, o da bunda ĢaĢılacak bir Ģey olmadığını, çünkü dedelerinin Ġstanbul'da okuduklarını söylemiĢtir!
Tabii bu okul zincirine 1898 yılında Ankara'da Numune Çiftliği'nin içinde açılan bir Çoban Mektebi'ni de eklememiz gerekir. Anlayacağınız, çobanların dahi okullu olmasının arzulandığı bir dönemdir Sultan II. Abdülhamid'in iktidar yılları.2
Abdülhamid Han döneminde yeni açılan ve eskiden var olup geliĢtirilen okullardan yetiĢen Osmanlı nesilleri, 1876'daki vaziyetle kıyaslanamayacak kadar iyi yetiĢmiĢ, bilinçlenmiĢ, zihinleri ortak bir vatan ve Osmanlı milleti kavramı etrafında halkalanmıĢ, tıptan hukuka kadar modern bilimlerle ve modern zihniyetle tanıĢmıĢ, bilimsel araç ve gereçlerle, teknolojik yeniliklerle buluĢmuĢ bulunuyordu. Daha da önemlisi, bu yılların, yeterli olmamakla birlikte yazılı bir kültüre kitlesel çapta geçilen bir dönem olmasıdır. Basılı metnin önemi keĢfedilmiĢ, padiĢah da, karĢıtları da matbaadan yararlanarak 1908'e kadar mücadele ederek gelmiĢlerdi.
Bundan sonra 1908'deki "basın patlaması" gelecek ve Osmanlı toprakları, 1924'de çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu'na
2 Buradaki bilgiler esas olarak Bayram Kodaman'ın "Abdülhamid devrinde eğitim ve öğretim" baĢlıklı makalesine dayanmaktadır. Bkz. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, cilt 12, Ġstanbul 1993, Zaman + Çağ Yayınları, s. 455-490. Bu makale, yazarın kitap halinde basılan araĢtırmasının özeti mahiyetindedir. Bkz. Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Ġstanbul 1980, Ötüken NeĢriyat. Ancak bu araĢtırmanın bir eksikliği, kız ve erkek öğrencilerin sayıları ile kız rüĢdiye ve idadilerinin sayıları üzerinde yeterince durmamıĢ olmasıdır. Yalnız sayfa 159 -161'de Ġstanbul'daki resmi ve özel erkek ve kız rüĢdiyeleri ile karma okulların bir listesi 1909 tarihli Devlet Salnamesi'nden aktarılmıĢtır. Buna göre Ġstanbul'da 1909 yılında tamamı Abdülhamid döneminde açılmıĢ 1,5 kız rüĢdiyesi bulunmaktadır. Erkek ve kız çocuklarının karma okuduğu okulların sayısı da 15'dir ve yine tamamı Abdülhamid döneminde açılmıĢtır. Ġdadilerde kız öğrenciler için böyle bir rakam verilmemektedir. Böylece karma eğitimin de onun devrinde baĢladığı anlaĢılıyor.
kadar Abdülhamid'in okullarından mezun olanların sert atıĢmalarına sahne olacaktır. Çünkü artık gerekli altyapı oluĢmuĢtur. 1876'da bir avuç aydının ayrıcalığı olan okur-yazarlık, 33 yıl zarfında ilkiyle kıyaslanamayacak derecede geniĢ bir kitlenin at oynatabildiği geniĢ bir sahanın vazgeçilmez silahları olacaktır. Bu silahların ne kadar ehliyetle kullanıldığı ve ellerinde patlayıp patlamadığı ise büsbütün ayrı bir hikâyedir.
Saat kuleleri de onu anlatıyorsa!            
"Benim zihnim" dedi, "durgun kalmaya isyan ediyor. Bana sorunlar göster, yapacak iĢ göster, anlaĢılması en güç bulmacaları ya da en karmaĢık analizleri göster. O zaman en uygun havama girmiĢ olurum... Zihinsel coĢkunluk arıyorum hep.1 Conan Doyle (Abdülhamid'in en sevdiği polisiye roman yazarı)
BĠZĠM NESĠL SAAT KULELERĠNĠN anlamıyla ilgili olarak ilk uyarıcı cümleleri Ġsmet Özel'in Üç Mesele'sinden okumuĢtur. Ne yalan söyleyelim, Ġstanbul'da ve Anadolu'nun çeĢitli köĢelerinde saat kuleleriyle beraber yaĢamıĢ bir neslin onun anlamı üzerinde yeterince düĢünmeye zamanı olmamıĢtı. Zira o dönem (1970'lerin sonu ile 1980'lerin baĢları), derinleĢen ideolojik kamplaĢma yüzünden 'FaĢizme karĢı omuz omuza', 'Kahrolsun komünistler' gibi sloganlarda ifadesini bulan siyah-beyaz kutuplaĢmasının yaĢandığı 'tuhaf yıllardı. Yıllar sonra bu 'tuhaf kelimesini kullanıĢım boĢuna değil; o yıllar gerçekten de tuhaftı. Nitekim Çinliler birbirlerine beddua edecekleri zaman "Tuhaf bir çağda yaĢayasın" derlermiĢ ya, biz de öylesine tuhaf bir zamanda yaĢamıĢtık. En azından
mazeretimiz buydu.
1 Sir Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes: Dörtlerin imzası, Çeviren: Sakıp Murat Yalçın, Ġstanbul 2005, Martı Kitabevi, s."11.
Ġsmet Özel Üç Mesele'deki "Saat kulesi" adlı yazısında Ġslam topraklarını gelip gören "firenkler"in bu ülkede saat kulesi olmadığından Ģikâyet ettiklerini, bunun sebebini de, beĢ vakit okunan ezana bağladıklarını söyler. Özel'e göre Müslümanlar zamanı mekanik bir aletle ölçerek değil (Ahmet HaĢim "Müslüman saati" adlı yazısında saatlerin zamanı ile Müslüman saati arasındaki farkı nefis bir Ģekilde vurgulamıĢ değil midir?), gündelik hayatı organik dilimlere ayıran ezanlar ve namaz vakitleriyle belirliyordu. Üstelik bu kulelerde her saat baĢı çalınan çanlar Ġslam beldelerine kiliselerin çan seslerini yeniden taĢıyordu. Kısacası, Ġslâm aleminde saat kulesi yaptırma faaliyeti, BatılılaĢma (ve HıristiyanlaĢtirma) projesinin bir parçası olarak yürütülmüĢtü.2 KuĢkusuz saat kulelerinin modernleĢme projesiyle derin bir alakası olduğunu inkâr edecek değilim. Zamanın dakik kullanımı, endüstri Ģehirlerinin burjuva zamanına intibak ettirilmesinde çok önemli bir adım teĢkil ediyor. Üstelik geleneksel Ģehirlerimizin dokusunda bu kulelerin yapılmasının meydana getirdiği 'yırtılma' da gözden kaçırılır gibi değil. Lakin saat kulelerinin Ģehirlerin merkezine ya da yamacına yalnızca zamanı ölçmek maksadıyla dikilmediğini de biliyoruz. Yangınların itfaiyeye bir an önce haber verilmesi veya iktidarın topluma nüfuz ve gözetim stratejisinin bir parçası olan gözetleme kulesi olarak kullanılması da sözkonusu tabii. Kısacası bu gibi baĢka amaçlarla yapılan saat kuleleri de var. Yine de saat kulelerimizi Tanzimat'la ve Batıcılıkla, hele hele "HıristiyanlaĢtırma" ile özdeĢleĢtirmekte acele etmemeliyiz. Zira pek çok meselede olduğu gibi, farklı kaynaklar kullanarak ve somut bilgilerle
meselenin künhüne vakıf olunca insan ĢaĢırmadan edemiyor doğrusu.
Nasıl mı? Anlatayım izninizle. Öncelikle saat kulelerinin Tanzimat'tan önce Osmanlı diyarında hiç bulunmadığım söylemek asla doğru bir tespit değil. Zira Osmanlı Ģehirleri üzerine derinlikli çalıĢmalarından, özellikle Büyük Sancağın Gölgesinde adlı kitabından tanıdığımız Kienitz'e göre, Osmanlı saat kuleleri daha Kanuni Sultan Süleyman döneminde, yani 16. asırda yapılmaya baĢlanmıĢtır.3
2 Ġsmet Özel, Üç Mesele: Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma, gözden geçirilmiĢ 2. baskı, Ġstanbul 1984, Dergâh Yayınları, s. 152-154.
1577 yılında yaptırılan Banyaluka FerhatpaĢa Cami-i saat kulesi ve Üsküp saat kulesi, ilk örnekler olarak karĢımıza çıkıyor. Ayrıca 17. yüzyılda Evliya Çelebi'nin varlığından söz ettiği ve halen ayakta olan Saraybosna'daki Gazi Hüsrev Bey saat kulesi (s. 296) ile Travnik'deki 2 saat kulesi4 yine modernleĢme öncesi çarpıcı örnekler olarak karĢımıza çıkar. Bir de 1602 yılında ġumnu'da (bugün Bulgaristan sınırları içinde kalmıĢtır) bir caminin yanında saat kulesi yapıldığını bize yine Evliyamız haber vermektedir.
Evliya Çelebi 1660-1661 tarihlerinde geldiği Üsküp'deki bu ilginç saat kulesinden Ģöyle söz etmektedir:
Yukarı kale önünde Hünkâr Câmii yanında minâre gibi bir saat kulesi var. Saat çanının sesi bir konak yerden duyulur. Sesi o kadar kuvvetlidir. Kulesi de görülecek bir Ģeydir.5
Saat kuleleri, Hakkı Acun'un Anadolu Saat Kuleleri6 adlı araĢtırmasında verdiği bilgilere göre, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkelerinde (memâlik-i Osmaniye) batıdan doğuya doğru yaygınlaĢmıĢtır. Dolayısıyla BatılılaĢma döneminde saat kulesi yapımının temelinde, yaklaĢık 3 asırlık tedricî bir geliĢme süreci yatmaktadır. Nihayet Ġstanbul ve Anadolu'da sistematik bir Ģekilde saat kuleleri yaptırılmasını emreden kiĢi, genellikle BatılılaĢma tarihimizden tipeksle ismini silmeyi yeğlediğimiz Sultan II. Abdülhamid olmuĢtur. Abdülhamid tahta çıkıĢının, yani cülûsunun 25. sene-i devriyesinde (1901) valilere, vilayetlerine birer saat kulesi yaptırmalarını ferman eylemiĢtir. Ancak bu tarihten kısa bir süre önce yine Sultan Abdülhamid'in isteği üzerine Ġstanbul'da Yıldız (1890) ve Dolmabahçe (1894) saat kuleleri yükselmeye baĢlamıĢtır bile. Bu saat kuleleri Çorum'dan Amasya'ya, Balıkesir'den Çankırı'ya, Kütahya'dan Adana'ya, Ladik'ten Ġzmir'e, Niğde'den Gerede'ye,
3 Friedrcih-Karl Kienitz, Büyük Sancağın Gölgesinde: Anadolu ve Balkan Yarımadası Şehirlerinin Tarih ve Kültürü, Tercüman 1001 Temel Eser: 45, XVI. Bölüm. 4 Bu iki saat kulesi hakkında müstakil bir kitap için bkz. Enver Sujoldzic, Tranvnicke sahat-kule/The clock-tower's of Travnik, Travnik 1999, Sediment Yayınları. Ayrıca Ģu BoĢnakça kitapta da bilgiler ve çeĢitli fotoğraflar bulunmaktadır: Mustafa Gafic, Derviş M. Korkut: Kazivanja o Travniki, Travnik 1998. 5 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Cilt 5, SadeleĢtiren: Mümin Çevik, Ġstanbul tarihsiz, Üçdal NeĢriyat, s. 385.
Safranbolu'dan Aydın'a, GümüĢhacıköy'den Bursa'ya, Göynük'den Ankara'ya, Merzifon'dan Bilecik'e, Sungurlu'dan Tokat'a, Vezirköprü'den Yozgat'a, Edirne'den Çanakkale'ye kadar Anadolu'nun belli baĢlı yerleĢim merkezlerinde Ģehirlerin ayrılmaz parçaları olarak yerlerini almıĢlardır.7 Kendisi de saatçiliğe meraklı olan Sultan Abdülhamid, meseleyi BatılılaĢma-HıristiyanlaĢma gibi dar bir Ģablon içinden görmedi. Bunun yerine, modernleĢmenin zamanı dakik kullanmakla alakasını dikkate alarak saat kulelerini özellikle valilik, kaymakamlık, belediye binası, demiryolu istasyonu gibi kamu yapılarının civarına kurdurmuĢ, böylece yeni bir zaman anlayıĢına geçil-
6 Hakkı Acun, Anadolu Saat Kuleleri, Ankara 1994, Kültür Bakanlığı Yayınları. 7 Kulelerin tam envanterim ve fotoğraflarım görmek için Acun'un kitabından baĢka aĢağıdaki makaleye de baĢvurulabilir: Kemal Özdemir, "Osmanlı'da BatılılaĢma'nın kentsel simgeleri: Saat kuleleri", Art Decor, Sayı: 18, Eylül 1994, s. 88-94.
II. Sultan Abdülhamid, küçük yaşta ölen kızı Hatice Sultan adına «Hamidiye» çocuk hastanesini yaptırmıştı. Resim 1899 yılında tamamlanan hastaneyi gösteriyor (Bugünkü Şişli Etfal Hastanesi).
mek üzere olduğu mesajını vermiĢti memurlara. Ancak tabii ki tek amaç bu değildi. Belirttiğimiz gibi yangın, gözetleme vs. gibi yan amaçlan da mevcuttu. Saray saat kuleleriyle birlikte estetik açıdan en zarifi, hiç Ģüphesiz Ġzmir'de, Konak Meydanı'nda bulunan ünlü saat kulesi olup. Raymond Charles Pere adlı Ġzmir Alsancak doğumlu bir mimara 1901 yılında yaptırılmıĢtır. Kuzey Afrika ve Endülüs mimarisinden güçlü esintiler taĢıyan kule, Oryantalist üsluba sahiptir. Ancak görkemini taçlandıracak olan Sarı KıĢla'daki 25 çeĢmeli sekizgen bir havuz (çünkü Sultan'ın 25. cülûs yıldönümüdür!), bugüne ulaĢamayarak kuleyi yalnız bırakmıĢtır. Böylece bu Levanten Ģehrimize dahi en güzel saat kulesiyle Sultan II. Abdülhamid'in silinmez bir damga vurduğunu görmekteyiz. Tabii yine Abdülhamid'in izniyle 1904 yılında ibadete açılan KarĢıyaka'daki St. Helen Kilisesi gibi pek çok eseri saymazsak...8
8 Cenk Berkant, "Ġzmir'e atılan imza: Raymond Charles Pere", Skylife, ġubat 2006, s. 66-76.
Minare, saat kulesi ve meteoroloji istasyonu bir arada
Abdülhamid'in saat kuleleri koleksiyonunun en zarifi Ġzmir'de ise, en ilginçlerinden birisi de, küçük kızı Hatice Sultan'ın bir kaza sonucu ölümü üzerine yaptırdığı Ġstanbul ġiĢli'deki Hamidiye Etfal Hastanesi'nin bahçesinde bulunmaktadır. Bugün adı ġiĢli Etfal Hastanesi yapılan bu kurumun bahçesindeki mescidin minaresi, aynı zamanda çok amaçlı bir saat kulesi olarak tasarlanmıĢtır, iki cepbesinde saat, diğer cephelerinden birisinde barometre, öbüründe ise ayın günlerini gösteren kadranlar bulunmaktadır. Bu son derece 'modern' minare/saat kulesinde aynı zamanda rüzgârın hızım gösteren saatler ile Ģerefe yan yana hizmet vermektedir. Hastane çocuklar için yaptırıldığından, mescidin etrafına hasta çocuklar için düzenlenen demir parmaklıkla çevrili bir gezi parkı yerleĢtirilmiĢ, böylece saat kulesi ve meteorolojik ölçümlerin modern dünyası ile minarenin gelenekseldim sembolizmi, aynı yapıda buluĢturulmuĢ olmaktadır.9
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Selim Deringil, vaktiyle Nuriye Akman'ın kendisiyle yaptığı bir röportajda Sultan Abdülhamid'in modernleĢme tarihinden niçin dıĢlandığım bir türlü anlayamadığım, baĢta Cumhuriyet'in yöneticileri olmak üzere bütün kadrolarının onun açtığı okullarda yetiĢtiğini söylerken bunu kastediyordu sanıyorum. Abdülhamid devri, genellikle zannedildiğinin aksine bir "irtica" dönemi olmayıp, modernleĢme tarihimizin en kritik dönüm noktalarından birinden bakar bize.
Biz ona yeterince bakıyor muyuz acaba? Burası biraz Ģüpheli iĢte. Saat kuleleri gibi modernliğin Ģehirlerimizdeki alametleri bile onun eseri olduktan sonra...
Abdülhamid donanmayı Haliç'te çürüttü mü?  
9 GeniĢ bilgi için bkz. Aydın Filiz, "ġiĢli Çocuk Hastanesi", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 4, Mayıs 1970, s. 56 (kulenin fotoğrafı için bkz. s. 59).
       
Ġcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım. Sultan Abdülhamid
SULTAN ABDÜLHAMĠD denilince ilk eleĢtirilmeye baĢlanan tarafı, sözde denizciliğe düĢmanlığı oluyor. Amcası Sultan Abdülaziz'in devrilmesine deniz kuvvetleri önayak olduğundan Abdülhamid korkmuĢ ve muhteĢem deniz kuvvetlerimizi elinden geldiği kadar söndürmeye, hatta boğmaya çalıĢmıĢ. Tabii en bilinen kliĢe de Ģu: Abdülhamid Donanma-yı Hümayun'u Haliç'e bağlatarak çürüttü.1 Hiçbir olay sebepsiz değildir, üstelik sebepleri de biraz etraflıca düĢünülmelidir. Ġki soru var burada: 1) Donanmayı Haliç'te çürütme olayı ve deniz kuvvetlerine düĢmanlığı var mıdır Sultan'ın? 2) Varsa, bu kararın arkasında bizim farkında olmadığımız o devre mahsus farklı mülahazaları var mıdır?
Maddeler halinde cevaplandırmaya çalıĢalım:
1) Abdülaziz döneminde Osmanlı donanması, görünüĢte Avrupa'nın 3. büyük deniz gücü haline gelmiĢti gelmesine; ama bu bir kısmı elden düĢme ya da 'ikinci el' alınan devasa gemilerimiz, 93 Harbi'nde Karadeniz'de yapılan bir deniz çarpıĢmasında küçücük Rus istimbotlarıyla baĢa çıkmakta zorlanmıĢ, "Lûtf-ı Celil" gibi bazı gemilerimiz torpidolarla batırılmıĢ, diğerleri ise filikalar indirilip etraflarına dizilmek suretiyle
1 Bu iddianın dile getirildiği yazılardan biri için bkz. Abidin Daver, "Ġkinci Abdülhamit devrinde donanmamız", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 29, Mayıs 1952, s. 1486-1491.
2 Osman ÖndeĢ, "Ġlk Türk torpilim yapan subay: Torpidocu Ġdris Bey", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 12, Ocak 1969, s. 68-72. 3 Bkz. 17. Abdülhamid ve Dönemi: Sempozyum Bildirileri 2 Mayıs 1992, Ġstanbul 1992, Seha NeĢriyat, s. 197-198 ve 224.
korunabilmiĢti. Yani gemilerin parlak boyalı, yeni, muhteĢem armalı, velhasıl büyük ve gösteriĢli olmaları bir Ģeyi halletmiyordu.2 2) Gemi üretim altyapısı hazır olmayan devletlerin sırf dıĢarıdan gemi satın alarak donanmalarını ayakta tutmaları mümkün değildir; bu süreç, tıpkı Ģimdiki F-16'lar gibi dıĢa bağımlılığı artırır. Kaldı ki, Sultan Aziz'in kurduğu donanmanın hızla yenilenmesi gerekiyordu. Buna karĢılık, 93 Harbi'nden yenik çıkan, üstelik Rusya'ya milyonlarca altın tazminat ödemek zorunda kalan iflas etmiĢ, vergilerini Düyun-i Umumiye idaresinin topladığı bir hazineyle mevcut gemilerin bırakın yenilenmesini, yüzdürülmesi bile büyücek bir masraf kapısı demekti. 3) Sultan Abdülhamid deniz kuvvetlerini tamamen de boĢlamıĢ değildi. Yine gemiler satın alıyor, mevcut gemileri yeniletiyordu; hatta denizaltı gemisi icad edildiğinde onu ilk edinen ülkelerden birisi de biz olmuĢtuk. Ancak o, temelde "karacı"ydı. Tabii bu bir tercihti. Silah yatırımlarım top ve tüfeğe yapmıĢtı. Nitekim Çanakkale savaĢlarında kullandığımız Krupp toplarının bir kısmı onun devrinde satın alınmıĢ ve boğazlara yerleĢtirilmiĢti. 4) Donanmanın bir tehdit unsuru olarak Haliç'te tutulması, Akdeniz'de dolaĢtırılmasından daha caydırıcıydı.3
5) Abdülhamid eğer söylendiği gibi donanmaya düĢman olsaydı, Ruslar Ayastefanos AntlaĢması'nda bazı gemilerimizi tazminat olarak istediklerinde direnmez, verip kurtulurdu. Oysa cevabı son derece düĢündürücü ve ĢaĢırtıcıdır:
Donanmanın elden çıkarılmasına kesinlikle razı değilim. Bu maddeyi reddetmek için her türlü fedakârlığa hazırım. Bu uğurda gerekirse canımı feda ederim.4
Bir de Ģu vatan aĢkıyla sözlerin sahibinin donanmaya düĢman olduğunu söylemiyorlar mı?    
4 Afif Büyüktuğrul, "Sultan Abdülhamit donanmamızı neden bağlamıĢtı?" Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 12, Eylül 1968, s. 77 (mektubun fotokopisi de mevcut) s.78
                     
Abdülhamid'in Galataport ihalesi          
Bu ağaç sökülür ağaç mıydı? Bu kale yıkılır kale miydi? Falih Rıfkı Atay (1921)
GÜNCELLĠĞE TARĠH PENCERESĠNDEN bakınca neler çıkmıyor ki! Son zamanlarda gündeme gelen tartıĢmalı Galataport ihalesinin bir benzeri, 1890'larda, hem de Sultan II. Abdülhamid döneminde gerçekleĢmiĢ. Ama nasıl?
Efendim, Ġstanbul'un limanları evvel eski vardır ve meĢhurdur ama bunlar esas olarak kürekli veya yelkenli gemilere göre ayarlanmıĢtır. Yüksek tonajlı gemiler Ģimdiki gibi iskeleye kadar yanaĢamıyor, belli bir mesafede demir atıktan sonra yük ve yolcularını kayıklar vasıtasıyla kıyıya aktarıyordu. Yani doğrudan doğruya gemiden ambara, ambardan gemiye mal aktarmak mümkün değildi. Bu durumda limanlar, kayıkçılar ve hamallar için en yağlı ekmek kapılarından biri oluyordu. Nitekim 1826'da kapatılmadan önce Yeniçeri Ocağı mensuplarının geçim kapılarındandı limanlar ve gümrükler. O yılların manzarası bir metinde Ģöyle resmediliyor:
19. yüzyıl boyunca limana gelen gemiler Galata açıklarındaki duba ve Ģamandıralara bağlı olarak demirlemiĢler, yolcular ve yükler, sandallar, salapuryalar ve mavnalarla Galata sahillerindeki derme çatma iskelelere taĢınarak karaya çıkarılmıĢlardır. Sandallar irili ufaklıydı ve genellikle 10-15 kiĢi taĢıyabilirlerdi. Bunlar daha çok Fransız Geçidi'nin (Cité Française) önündeki Fransız Ġskelesi'nde kümelenirlerdi. Sandalcıların hemen hepsi Kefalonya, Nisiros ve Marmara Adaları'ndan gelmiĢ Rumlar ve Yunanlılardı. Sivri, dar ve alçak olan ġark tipi kayıklar 3-4 yolcu taĢıyabilirdi ve bunların sahipleri Türk'tü. Limanda yük boĢaltma ve istifleme iĢlerinde çalıĢan iĢçilerin çoğu yine Kefalonya Adası'ndan gelmiĢ Yunanlılardı.1
Gelgeldim, buharlı gemilerin icadı ve II. Mahmud döneminde "buğ gemisi" namıyla denizlerimizde seyr ü sefere baĢlaması, ağır tonajlı gemilerin yanaĢmasına müsait rıhtımlar yapılması ihtiyacını hissettirecekti. Bu ihtiyaç, Ġngiliz ve Fransız donanmasından hatırı sayılır miktarda geminin Ġstanbul'a geldiği ve aylarca, hatta yıllarca kaldığı Kırım Harbi yıllarında mübrem hale geldi. Kendi rıhtımlarına kolayca asker ve mühimmat çıkartmaya alıĢkın Ġngiliz ve Fransız bahriyesi Ġstanbul'da pek çok müĢkilatla karĢılaĢmıĢtı. Mesele Abdülaziz devrinde ele alındı ama bir karara bağlanması, kuzeni Abdülhamid dönemine kaldı.2 Ġstanbul'a rıhtım yapılması, büyük çaplara ulaĢtığı tahmin edilen kaçakçılığın da denetim altına alınması için Ģart olmuĢtu. Nihayet 1879'da, 1 Orhan Türker, Galata'dan Karaköy'e: Bir Liman Hikâyesi, Ġstanbul, 2000, Sel Yayıncılık, s. 70. 2 Wolfgang Müler-Wiener, Bizans'tan Osmanlı'ya İstanbul Limanı, Çeviren: Erol Özbek, Ġstanbul, 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 136 vd. 3 İslam Ansiklopedisi, cilt 5'den aktaran: Aydın Talay, Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid, Ġstanbul, 1991, Risale Yayınları, s. 292.
daha önce Ġstanbul'un deniz fenerlerini iĢletme imtiyazını almıĢ olan Marius Michel adlı, sonradan Müslüman olan3 bir Fransızm sunduğu proje kabul edildi ve çalıĢmalara baĢlandı. Ġmtiyaz verildi ve bir Ģirket kurması istendi kendisinden. Tabii Galatalılar ve çıkarları zedelenecek olan kesimlerin hararetli itirazları gelmekte gecikmedi. ĠĢte Ģirket canı istediği gibi tarifeye zam yapacak, kayıkçıların hali ne olacak vs. Ancak unuttukları Ģey, devletin süngü gibi Ģirketin tepesinde durduğu gerçeğiydi.
Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye'nin 5. cildine hükümetin Ģirketle yaptığı mukavele ve nizamnameyi almıĢtır.4 Bunlara bakılınca, Abdülhamid'in Galataport iĢini ne denli sıkı tuttuğu anlaĢılır. Proje kapsamında yalnız Galataport değil, "Sirkeciport" da vardı, hatta Sirkeci ve Tophane'den baĢlayan rıhtımlar, Haliç'in iki yakasında, Ģimdiki Unkapanı Köprüsü'ne kadar boydan boya devam edecekti. ġirket buralarda rıhtım, dok ve antrepolar inĢa edecek, buna mukabil indirilen mallardan ağırlığına göre belirlenecek bir tarife üzerinden gümrük vergisi alacak, masraflar çıktıktan sonra kalan miktar devletle Ģirket arasında bölüĢülüyordu.5 Ġmtiyaz süresi 85 yıldı. Bir nevi yap-iĢlet-devret modeli uygulanacaktı. Ancak sözleĢmeye öyle bağlayıcı kayıtlar konulmuĢtu ki, bu Ģartlar zamanında yerine gelmediği takdirde devlet Ģirketi yetkisiz ilan ederek mal ve binaları açık artırmaya dahi çıkartıp satabilecekti (bkz. ġartname'nin 17. maddesi). ĠĢ sıkı tutulmuĢ, önce inĢaat alanlarının 1 /100 haritalarının çıkartılması istenmiĢ, ardından da her aĢamada kontrolün Bayındırlık (Nafia) Bakanlığı tarafından yapılacağı, bu iĢe mahsus müfettiĢler tayin edileceği, dahası, bu müfettiĢlerin maaĢlarının da Ģirket tarafından ödeneceği Ģartı getirilmiĢtir. Ayrıca Denizcilik Bakanlığı, isterse deniz subaylarından birisini komiser olarak baĢına dikebilecektir Dersaadet Rıhtım ve Dok ve Antrepolar ġirketinin. Ġstimlakler sırasında abidelere, camilere ve hayır eserlerine
dokunulmaması gerektiği de ısrarla belirtilmiĢ, devletin 40 yıl sonra
4 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, cilt 5, Ġstanbul, 1995, Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Kültür ĠĢleri Daire BaĢkanlığı Yayınları, s. 2796 vd. 5 Eser Tutel, "Rıhtımlar", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 6, Ġstanbul, 1994, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, s. 332. Ayrıca bkz. Eser Tutel, Gemiler... Süvariler... İskeleler..., Ġstanbul 1998, ĠletiĢim Yayınları, s. 273 vd.
doğrudan doğruya iĢletmek üzere rıhtımdaki tesisleri satıĢ hakkını elinde bulundurduğu 7. madde ile tespit edilmiĢti. Tarifelerde baĢıboĢ bırakılmamıĢtı; ancak Bakanlığın onayıyla zam yapılabilecek ve en az bir ay öncesinden ilan edilmiĢ olacaktı.
Bir de rıhtım ve binaların kontrolü maddesi var ki, tam Osmanlı'ya yakıĢacak tarzda düzenlenmiĢtir. Bunlar önce Bakanlıkça bilimsel incelemelerden geçirilerek "geçici" olarak kabul edilecek, ancak ertesi yıl test ve incelemeleri yapılıp sağlam raporu verildikten sonra resmen teslim alınacaktır.
Tabii rıhtımın nasıl görüneceği de önemlidir. ġöyle diyor 22. madde: "Gümrüklerin rıhtım üzerinde bulunan yüzü, muamelat-ı rüsumiyyenin (vergi iĢlemlerinin) ihtiyacatına göre ne halihazırından noksan ve ne de Ģimdiki yüzün 1,5 mislinden fazla olmayacaktır." Ardından da tek tek hangi vergilerin ne kadar alınacağı karara bağlanıyor. (Mesela "palamar resmi" ton baĢına 1 frank, "rıhtım resmi" 3 frank vs.) Ama en önemlisi de, Ģirket ile Devlet-i Aliyye arasında çıkabilecek ihtilaflarda Osmanlı mah- kemelerinin yetkili olacağı maddesidir. Kapitülasyonlar devrinde bile Abdülhamid, Galataport'u bir yabancı Ģirketin insafına teslim etmemiĢ, sermaye dıĢarıdan da gelse, merkezi Ġstanbul'da olacak bir "Osmanlı Ģirketi"yle, yani Osmanlı kanunlarına göre kurulmuĢ bir Ģirketle çalıĢmayı tercih etmiĢtir. Ve nihayet, inanılmaz bir ayrıntıcılıkla, delikli tuğladan kanarya yemine, susam yağından gazyağına, kafes hayvanlarından Ģapa kadar yüzlerce kalemin tek tek sayıldığı bir tarife listesi çıkarılmıĢ ve Ģirkete 'buyur, çalıĢ' denilmiĢtir. Galata rıhtımı 1895'de hizmete açılmıĢtı. Sermet Muhtar Alus rıhtımın, devrine göre mükemmel olduğunu söyler: Osmanlı'da ilk otomobil ve ilk eczane
Abdülhamid'e "otomobil düĢmanı" bile diyenler var. Lakin ilk otomobilin onun izniyle geldiğini nedense gizliyorlar. Ġstanbul'a ilk benzinle çalıĢan otomobil, Galata rıhtımının açıldığı 1895 yılında, sonradan Basra mebusu olacak Züheyrzade Ahmed Bey tarafından getirilmiĢtir, ilk otomobilin halk arasında görücüye çıktığı yer ise Fenerbahçe semti olmuĢ. Bir baĢka rivayete göre ise ilk otomobili getiren kiĢi, Muzıka-i
Hümayun'dan Kaymakam Stavrolo'dur ve ilk otomobilimiz Ġtalya'dan gelmiĢtir.6 Ġlk modern eczanemiz ise yine Abdülhamid döneminde 1880 yılında Halil Hamdi Bey tarafından Zeyrek yokuĢunun baĢında açılmıĢtır (Eczahâne-i Hamdi). Burası kısa sürede büyük bir Ģöhret kazanmıĢ ve bir çok eczacının yetiĢmesini sağlamıĢtır. Daha sonra açılan eczaneler ise Ģöyledir:
Eczahane-i Ziyâ (Divanyolu, 1890) Ethem Pertev Bey Eczahanesi (Aksaray, 1895) Eczahane-i Mehmed Kâzım (BeĢiktaĢ, 1896) Halep Eczahanesi (kurucusu: BeĢir Kemal, Bahçekapı, 1898) Ġstikamet Eczahanesi (kurucusu: Hasan Rauf, Divanyolu, 1900)7
Otomobil ve eczaneler de ülkemize Abdülhamid döneminde giren yeniliklerdendir.  
Galata rıhtımının mükemmelliği dillerden düĢmezdi; en büyük hacimli vapurlar yanaĢabilir, derlerdi. Yalan da değil. Çocukluğumdan beri serde denize, gemiye merak var ya, köprüden her geçiĢimde gözlerim o canibe bakar. Eskiden bahar girdi mi üç dört bacalı, bir baĢtan bir baĢa, dağ gibi transatlantiklerin rıhtıma omuz verdiğini görürdüm. Mesela
Norddeutscher Lloy'un 19 bin bu kadar tonluk Kaiser Wilhelm II'si ya
White Star Line'ın 17 bin bu kadar tonluk Oceanic'i, Intern Pacific'in 11 bin tonluk Korea'sı.8
ModernleĢme çabaları devam ediyordu. Ancak kuralları koyan taraf olmak istiyordu Osmanlı. Etrafta bazı söylentiler dolaĢıyor, Ģirketin Galata'dan toprak talep edeceği endiĢesi yayılıyordu. Nitekim tez canlılığıyla tanıdığımız Abdülhamid, Ģirketin iĢi geciktirmesi üzerine bir operasyona giriĢmiĢ, sözleĢmeye dayanarak, imtiyaz hakkını feshedip Ģirketi satın almaya bile kalkmıĢtı. Ġlginçtir, gözdağı vermeyi amaçlayan bu giriĢim iĢe yaramıĢ ve inĢaat hızlanmıĢtı! 110 yıl önce, ekonomisi batmıĢ bitmiĢ denilen, adı Hasta Adam'a çıkartılmıĢ Osmanlı Galataport'u bu Ģartlarda açmıĢtı hizmete. Bakalım biz neler yapacağız?
6 Burçak Evren, "Otomobil", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 6, s. 182. 7 Turhan Baytop, Eczahâne'den Eczane'ye: Türkiye'de Eczaneler ve Eczacılar (1800-1923), Ġstanbul, 1995, Bayer, s. 73.
8 Sermet Muhtar Alus, "Galata Rıhtımı", Tarih Hazinesi, Sayı: 13, Kasım 1951, s. 636.
Denizaltıcılığımızın 'babası' da II. Abdülhamid çıktı          
Ben doğrusu PadiĢahınıza hayret ediyorum. Bilmece gibi bir adam... Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan bir bilmece!.. Bagnam (Bucknam) PaĢa
HER ALANDA geri kaldığımızı söyler dururuz. Uygarlık trenini kaçırdığımızı, Batı'ya kapandığımızı, dünyadaki geliĢmelere gözlerimizi kapattığımız için bugün bu karanlıklar içerisinde yaĢamak zorunda kaldığımızı, medeniyet trenini kaçırdığımızı söylemek ve kapitalizm köyümüze uğramadığı için yakınmak1 en hoĢumuza giden MazoĢistçe muhabbet konularımızdan biridir. Rahmetli Ayhan Songar bir zamanlar acı biber yiyenleri, bedenlerine acı çektirdikleri için MazoĢist ilan etmiĢti. Biz de nicedir kendi tarihimizin bakmıĢ bitmiĢliğini anlata anlata bitiremediğimiz için MazoĢist bir tarih anlayıĢına kilitlenip kalmıĢ durumda olduğumuz söylenebilir. Sözünü ettiğim MazoĢizmi ise denizaltıcılık tarihimizin Ģafağındaki geliĢmelerden daha iyi belgelenemezdi herhalde.
Ġlginçtir, Türk denizaltıcılığının doğuĢu, dünya denizaltıcılık tarihinin
Ģafağına rast gelir. Daha doğrusu, dünyada denizaltı olarak üretilen savaĢ gemilerinin ilki olmasa bile, ikinci ve üçüncüsünün sipariĢini biz
1 En yüksek sesle yakınanlardan birisi de Mehmet Altan'dır. Bkz. Kapitalizm Bu Köye Uğramadı, Ġstanbul, 1994, Ata Yayınları.
vermiĢtik. Özellikle de 'Dünya filanca geliĢmeleri yaĢıyorken Osmanlı mıĢıl mıĢıl uyuyordu' diyenler kulaklarını açıp okusunlar bu yazıyı.
Denizaltıların tarihine kısa bir yolculuk Denizaltıların tarihini Büyük Ġskender'e kadar çıkartanlar da var, Leonardo Da Vinci'ye bağlayanlar da. Hatta Seyyid Vehbi Efendi'nin Surnâme'sinde Sultan III. Ahmed'in oğullarının sünnet düğünleri münasebetiyle düzenlediği Ģenlik kapsamında Tersane mimarı Ġbrahim Efendi'nin yaptığı "eni boyu 3 çifte piyadeye muadil" bir timsahtan bahsedilmektedir. Aslında o yıllarda Hollanda ve Ġngiltere'de de deniz altında gidecek tekne yapma giriĢimlerinin varlığı, Surnâme'deki anlatıda hatırı sayılır bir gerçeklik payı olabileceğini göstermektedir bize. Surnâme'ye göre, bu ilk denizaltımız denilmesinde sakınca olmayan mekanik timsah,2 Haliç'teki Tersane koyundan çıkarak Tersane bahçesinde otağını kurmuĢ olan PadiĢah'ın önüne kadar gelerek suya dalmıĢ. Timsahın üzerinde birbirine mükemmel bir Ģekilde raptedilmiĢ ve içleri kalafat edilmiĢ bir borunun ucu (yani bir nevi periskop!) dahi bulunuyormuĢ. Bir müddet suyun altında kaldıktan sonra yukarıya çıkan timsahın ağzından, "sanki deniz üzerinde bir mutfakmıĢ ve içinde zerde pilav piĢiriliyormuĢ gibi, beĢ kiĢi, arkalarında ve baĢlarında pilav zerde tepsileri ile birer birer" dıĢarıya çıkmıĢlar.3
Bu timsah (crocodile) teması, yani denizaltıların bir deniz hayvanına benzetilmesi alıĢkanlığı, III. Ahmed'in Ģenliğinden yaklaĢık yarım asır sonra Amerika'da David Bushnell tarafından geliĢtirilen ilk denizaltıya Kaplumbağa (Turtle) adının verilmesiyle devam etmiĢ görünüyor. 1801 yılında Nautilus adlı denizaltı gemisi, bir ara Napolyon'un da dikkatini çekmiĢse de, Fransa'dan yeterli desteği göremeyen Robert Fulton Amerika'ya çekip gitmiĢ, çalıĢmalarına orada devam etmiĢtir. Ne var ki, bu giriĢim de Fulton'un ölümüyle yarıda kalacaktır. 1849'da William Bauer'in
2 Esin Atıl, Levni and the Surnâme: The Story of an-Eighteenth-Century Ottoman Festival, Ġstanbul 2000, Koçbank Yayını, s. 53 ve Özdemir Nutku, "Eski Ģenlikler", Hazırlayan: Mustafa Armağan, İstanbul Armağanı III: Gündelik Hayatın Renkleri, Ġstanbul 1997, Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Kültür ĠĢleri Dairesi BaĢkanlığı Yayınları, s. 125. 3 RaĢit Metel, Türk Denizaltıcılık Tarihi, Ġstanbul, 1960, Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı Yayınları, s. 1.
Plongeur Marine'i, 1864'de ise "Akıllı Balina" adlı denemelerden sonra 1875 tarihinde bugünküne en yakın denizaltı örneğiyle karĢılaĢırız. John P. Holland tarafından geliĢtirelen Plunger'ın su üstünde stim, su altında ise batarya ile seyrettiğini biliyoruz. Nihayet 1878 yılında Ġngiliz mühendisi G. W. Garrett, elle çalıĢtırılan 14 kadem (ayak) uzunluğunda bir denizaltı gemisini su altında yüzdürmeyi baĢarmıĢtır. Bir yıl sonra bu defa 45 kadem uzunluğunda yeni bir denizaltı gemisi inĢa etmiĢ ama bu gemi, Galler yakınlarında vuku bulan bir kaza sonucunda batmıĢtır. Denizaltılarm tarihine bundan sonra Ġsveçli bir silah üreticisinin, Thorsten Nordenfelt'in girdiğini ve onun müteĢebbis elinin değmesiyle birlikte denizaltıcılığın hızla geliĢtiğini görüyoruz. 1885'de Garrett ve Nordenfelt ele ele vererek Stockholm'de ilk ortak gemilerini inĢa edecekler ve bu geminin adı, Nordenfelt I olacak ve tarihin sayfalarına 'ilk denizaltı gemisi' olarak geçecektir. 64 kadem uzunluğunda olan gemide bir baĢ torpido kovanı ile bir de Nordenfelt topu mevcuttu. Bu savaĢ denizaltısı Yunan hükümeti tarafından 9 bin sterline satın alınmıĢtır. ĠĢte bizim denizaltıcılık tarihimiz de bu satın alma ve akabindeki hızlı geliĢmeler etrafında Ģekillenecektir. Ġlk denizaltılarımız geliyor 25 Temmuz 1885 tarihinde Londra'dan Osmanlı Bahriye Nezareti'ne bir mektup postaya verilir. Mektubu gönderen kiĢi, ünlü Ġsveçli silah üreticisi Nordenfelt'tir. Mektupta inĢa ettiği denizaltının Kopenhag yakınlarında bir dizi "resmî deneyleri"nin yapılacağı ve eğer Bahriye Nezareti'nden bir görevli bu denemelerde hazır bulunmayı arzu ederse, denemelerin zamanının ona göre ayarlanacağı belirtilmektedir. Hazır olabildiği takdirde denizaltı denemelerinin Ağustos'un ilk veya ikinci haftasına yetiĢeceği de kaydedilmiĢtir. Gerçi denemeler ancak o yılın Ekim ayında yapılabilmiĢtir ama gerçekten de çok üst düzeyde bir katılım olmuĢtur: Rus Çarı ve Çariçesi, Danimarka Kral ve Kraliçesi, Galler Prensi ve Prensesi... Japonya'dan Brezilya'ya kadar hemen her ülkeden (yaklaĢık olarak 35 kiĢi) askerî temsilcilerin katıldığı denemelerde Osmanlı Devleti'ni eski Berlin ataĢenavalı (deniz ataĢesi) BinbaĢı Halil Bey temsil etmiĢtir. Sonuçta
Nordenfelt I gemisi, Yunanlılarca bir süre ayrıca tecrübe edildikten sonra satın alınmıĢ ve bir numaralı denizaltı savaĢ gemisi Yunan bahriyesine nasip olmuĢtur. Halil Bey'in Ġstanbul'a gönderdiği raporda ise denizaltı gemisinin Ģu haliyle kullanılmasının maksada kâfi olmadığı, tadile muhtaç bulunduğu, sürati artırılır, gerekli torpidolarla donatılır, satın alan devlet tarafından eksikleri tamamlanırsa, dahası, pek çok tecrübeden geçirildikten sonra, ancak bu Ģartlarla kullanıma uygun hale gelmiĢ olacağı belirtilmiĢtir.
Ne var ki, Ġstanbul'da denizaltılara fena halde merak salmıĢ olan zat, Sultan II. Abdülhamid'dir ve ne yapıp edip bu yeni icadı Osmanlı donanmasına kazandırmakta kararlıdır. Kararlıdır, çünkü Abdülhamid'in tehdit algılamasına göre, o yıllarda iliĢkilerin gergin olduğu Yunanlıların bu ilk denizaltı gemisini satın almaları, Osmanlı ticaret ve savaĢ gemileri için potansiyel bir tehlike anlamına gelmektedir. Onlara bir gözdağı vermek Ģart olmuĢtur. BaĢbakanlık ArĢivi'nde bulunan 1302 tarihli bir Ġrade-i Seniyye'de hiçbir devlette Ģimdiye kadar emsali olmayan ilk denizaltı gemisinin Yunanlılarca satın alındığı ve aynı geminin eksiklerinin giderilmiĢ ve bir değil, üç torpido atacak cinsten iki denizaltının tanesi 11 bin sterlinden satın alındığı belirtilmektedir. Bu acelenin sebebi olarak Ġngiltere'nin teĢvikiyle kısa bir zaman içinde Yunanlıların Osmanlı Ġmparatorluğu'na karĢı hücuma geçeceğinin kati oluĢu gösterilmektedir. Ancak Yunanlılar, Osmanlı kuvvetleriyle karadan baĢa çıkamayacaklarını bildiklerinden, demektedir Abdülhamid, denizde sahil, Ege adaları ve Selanik cihetine gidecek nakliye gemilerimize ve donanmamıza müdahale edip onlara darbe vuracaklardır. Vesika, Abdülhamid'in deniz kuvvetlerine verdiği önem ve "müsbet anlayıĢ"ını göstermesi açısından da büyük bir değer taĢımaktadır. Bununla birlikte Yunan tehdidinin, PadiĢah'ı bu konuda karar vermeye iten bir olaylar zincirini tetiklediğini söylemek mümkündür. Yani Yunanlıların ilk denizaltı gemisini satın almaları, zaten tetikte bekleyen Abdülhamid yönetimini harekete geçirmiĢ ve sonra da arkası gelmiĢtir. Aslında ilk adımın, Nordenfelt'in yukarıda özetini sunduğumuz mektubuyla atıldığı anlaĢılıyor. Konstantin Zhukov ve Aleksandr Vitol adlı iki Rus araĢtırmacının 4 Konstantin Zhukov ve Aleksandr Vitol, "The Origins of the Ottoman submarine fleet", Oriente Moderno, XX (LXXXI), I, 2001, s. 222 vd.
ortaya koyduğu çerçeveden4 hareketle Abdülhamid'in denizaltı gemilerini donanmamıza kazandırma çabasının arkaplanını açıklayabiliriz. Bunlardan birincisi, siyasî arkaplandır.
Osmanlı denizaltılara doğru uzanırken... 1885, Ġngiliz ve Rus imparatorlukları arasındaki gerilimin tırmandığı yıldır. Çar III, Aleksandr (1881-1894) yönetimindeki Rusya, Afgan kuvvetleriyle bir çatıĢmaya girmiĢtir. Bunun üzerine Ġngiltere, bölgedeki bütün inisiyatifin Rusya'nın eline geçeceğinden korkarak Kafkasları iĢgal etmek üzere harekete geçecektir. Ġngiltere'nin saldırısı karĢısında kıyılarını koruyamayacağını ve Karadeniz'deki filosunun da yeterli olmadığını gören Rusya, Avusturya ve Almanya ile bir blok oluĢturarak Ġngiltere'nin karĢısına çıkıyordu (1881). Zaten 1878'de Kıbrıs'ı, 1882'de de Mısır'ı iĢgal eden Ġngiltere ile Osmanlı Devleti'nin arası bozuktu. Üstelik yine Ġngiltere, Osmanlı hükümetini, birleĢmiĢ Bulgaristan'ı tanımaya zorluyordu. Ġstanbul ise buna ayak diriyor ve muhtemel bir Ġngiliz hücumuna karĢı Boğazları (Çanakkale ve Ġstanbul boğazlarını) tahkim etmekle uğraĢıyordu. Bismark'ın siyasî baskıları da sonuç vermiĢ, Abdülhamid, biraz da Ģartların zorlamasıyla Almanya'ya açmıĢtı kapılarını.5 Bunun sonucu, "Armstrong'u bırak, Krupp ve Mauser'i al" olmuĢtur. 1885'lerde ağır kalibreli Krupp topları boğazların savunması için yerleĢtirilmiĢtir bile. O gün bugündür hayatımıza girmiĢ bulunan Mavzer tüfekleri Osmanlı askerinin omzundaki yerini almıĢtır.6 Alman askerî uzmanları da 1884'den beri Osmanlı ordusunun hizmetindedir. Ruslar özellikle Osmanlı bahriyesindeki geliĢmeleri yakından izliyor, kendi savunmalarını ilgilendirdiği için Boğaziçi'ndeki askerî tahkimata
büyük önem atfediyorlardı. Oysa 1886'da Abdülhamid'in satın almıĢ
5 Ġlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, Ġstanbul, 1998, ĠletiĢim Yayınları, s. 51 vd. Lothar Rathmann, Berlin-Bağdat: Alman Emperyalizminin Türkiye'ye Girişi, Çeviren: Ragıp Zarakolu, Ġstanbul, 1982, Belge Yayınları, s. 27 vd. 6 II. Abdülhamid döneminde ordunun modernleĢmesi ve silahlanma yarıĢında hangi yollara baĢvurduğu gibi konular üzerine yapılmıĢ bir çalıĢma için bkz. Zekeriya Türkmen, "XIX. yüzyıldaki silahlanma yarıĢında Osmanlı Devleti", Editör: Kemal Çiçek, Pax Ottomana: Studies in Memoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç, Haarlem-Ankara, 2001, SOTA-Yeni Türkiye Yayınları, s. 351 vd.
olduğu Krupp topları çoktan kurulmuĢtur Boğaziçi'nin Karadeniz giriĢindeki kalelere. Kaldı ki, 1885'de Woods PaĢa'nın The Times'a yazdığı makalede denildiği gibi, Osmanlı donanması da artık 93 Harbi'ndeki donanma değildir. Yeni torpidobotların satın alınması ve bunların Nor- denfelt toplarıyla donatılmıĢ olmasıyla da sınırlı kalmamıĢtır geliĢmeler. Türkler, Ġstanbul'da bir "roket makinesi fabrikası" kurmak için bir "plant" inĢa etmiĢ ve daha sonra bu roketleri (torpidoları) Kağıthane doklarında teste tabi tutmuĢlardı. Bu roketlerin, muhtemel Rus saldırılarına karĢı savunma silahı olarak tasarlandığı anlaĢılıyor.
Fakat Woods PaĢa'nın hatıraları dikkatle okunduğunda, Ab- dülhamid'in bu iki denizaltıyı sipariĢ vermesinin aslında ĢaĢırtıcı olmadığı daha iyi anlaĢılacaktır. Zira o yıllarda çeĢitli denizaltı ve torpido projeleri sahiplerinin uğradığı merkezlerden birisidir Ġstanbul. Bu "mucitler"den üçünün ismini ve yaptıkları projeleri biliyoruz: General Berdan, General Wallace ve Williams. Nihayet ilk Türk denizaltısı TaĢkızak tersanesinde tamamlandığında tarihler 6 Eylül 1886'yı göstermektedir. 1887 ġubat'ında denize indirilen ilk denizaltımıza Abdülhamid ismi verilmiĢti. Ġlk testler Haliç'te gerçekleĢtirildi. Denizaltı, su yüzeyinin hemen altında çalıĢıyor ve suya tamamiyle batamıyordu. Ama hızlı ve iyi idare edilmeye müsaitti. Yine de bu dünyadaki ikinci denizaltı botu, tam olarak isteneni verememiĢti. PadiĢah bu kadar para ödediği bu teknoloji harikasından beklediğini bula- mamıĢtı. Bunun üzerine Garrett apar topar Ġstanbul'a çağrıldı ve kendisine, Abdülhamid'in Nordenfelt adlı silah fabrikatörü tarafından aldatılmadığından emin olmak istediği hatırlatıldı. PadiĢah, kendisinde dünyanın en mükemmel denizaltı torpidobotu olmasını arzu etmekteydi. Ağustos 1887'de tamamlanan ve Ocak 1888'de denize indirilen Abdülmecid adlı ikinci denizaltımızla birlikte Abdülhamid denizaltısı yeniden teste tabi tutuldu. Abdülmecid denizaltısı, Haliç'ten çıkmıĢ, Sarayburnu akıntısını geçtikten sonra Ġzmit'e götürülmüĢ, gerek seyir, gerekse dalma ve torpido atma denemelerini tamamladıktan sonra7 iĢ sözleĢmenin tamamlanmasına gelmiĢti. Böylece dünyada ilk torpido atan denizaltı unvanı, iki numaralı denizaltı gemimiz Abdülmecid'in olmuĢtur.8
Bu sözleĢme öncesinde mühendis Garrett, bundan böyle Osmanlı bahriyesinin hizmetinde olacağım ve herhangi bir ihtiyaç olduğu zaman karĢılamaları için iki eğitilmiĢ elemanını Türkiye'de bırakacağını söyleyerek Bahriye Nazırı Hasan PaĢa'yı ikna etmiĢ ve yeni bir sözleĢme imzalamıĢtır (15 Mart 1888). PadiĢah'ın fermanı da bir hafta içerisinde neĢredilmiĢ (22 Mart 1888). Böylece denizaltıların bakım ve onarımı için gereken servis sözleĢmesi imzalanmıĢ oluyordu. Gerçi Abdülhamid ve Abdülmecid adlarını taĢıyan bu ilk denizaltılarımız dünya denizaltıcılığının ilk örneklerindendi ve öncü denizaltılardı, lakin ilk ve öncü olmanın bütün acemiliklerini ve ilkelliklerini de beraberlerinde taĢımaktaydılar. Ġlk torpido fırlatma denemelerinden hasar görmüĢlerdi ve derhal bakıma alındılar. Daha sonra da Haliç'e çekildiler. Ne var ki, sadece Osmanlı donanmasında bulunmaları bile yeterliydi ve galiba alınmalarındaki asıl amaç da buydu: Yunanlılara ve dolayısıyla Ruslara ve Ġngilizlere aba altından sopa göstermek. Nitekim The Manchester Courier'in 28 Haziran 1887 tarihli nüshasında Türklerin denizaltıcılığa duyduğu ilgi, Ġngiliz kamuoyuna Ģu satırlarla hatırlatılmaktaydı:
7 Bu konularda daha ayrıntılı bilgiler için bkz. RaĢit Metel, "Denizaltıcılık tarihimiz - II", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 18, Mart 1969, s. 79-81. 8 Nejat Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, Ġstanbul, 1988, KastaĢ Yayınları, s. 62.
Denizaltı filomuzun 1 numaralı gemisi Abdülhamid, Haliç sularında seyrederken.
Nordenfelt [denizaltı] gemisinin Ģöhreti yaygındır. Ġtalyan ve Rusların [denizcilik] departmanları filolarına birer numune eklediler(?), Türk hükümeti ise birden fazlasına sahiptir(?). Ġstanbul'da ikinci Türk Nordenfelt gemisiyle bazı önemli denemeler henüz icra edilmiĢ ve bazı hatırı sayılır sonuçlar alınmıĢ bulunuyor.9 Denizaltıcılığımızın babasının, Ģu denizciliğe önem vermediği ve donanmamızı Haliç'te çürümeye terk ettiği için önüne gelenin suçladığı II. Abdülhamid olması, bazılarının yüzünü kızartmak ama nerde?
Abdülhamid'in hakkı Abdülhamid'e Denizaltıcılığımızın babasının Sultan II. Abdülhamid çıkmıĢ olması, yazımızın baĢında temas ettiğimiz klasik bir iddianın da temellerini çürütmektedir. Abdülhamid'in, Sultan Abdülaziz'in binbir emekle oluĢturduğu dünyanın üçüncü büyük donanmasını Ha
9 The Manchester Courier, 28 Ağustos 1887, s. 5'ten nakleden Zhukov ve Vitol, agm, s. 231.
liç'te çürümeye terk ettiği iddiası, dönemin bahriye subayları arasında olduğu kadar Abdülhamid aleyhtarları arasında da yaygın bir kabul görmüĢ ve bugün bile çeĢitli vesilelerle tekrar tekrar gündeme getirilerek Abdülhamid'in "akılsız despotizmi"ne örnek olarak gösterilmektedir.10 Ancak bu iddia, suçlanan Hakan'ın aynı zamanda dünyadaki ilk denizaltı filolarından birinin kurucusu olması, üstelik de bu ilk denizaltı gemilerimizin bedelini devlet hazinesinden değil, Hazine-i Hassa'dan, yani padiĢahların Ģahsî varidat ve masraflarına ait iĢlerle alakalı hazineden ödenmiĢ olması11 olgusu karĢısında çaresiz, tutunacak dal aramak zorunda kalmaktadır. Sözüm ona denizciliğe düĢman bir padiĢah neden durup du- rurken, üstelik kendi cebinden denizaltı yaptırsın ve bunu donanmamıza bağıĢlasın, böylelikle dünyadaki bir çok ülkeden daha önce denizaltı filosu kurma yönünde bir hareketi baĢlatmıĢ olsun? Bütün bunların bir izahı olmalı değil midir? AnlaĢılan o ki, bu sorular denizaltıcılık tarihimizle ilgilenenlerin de kafasını fena halde karıĢtırmıĢtır. Nitekim Nejat Gülen, aĢağıdaki satırlarda ĢaĢkınlık uçurumlarının birinden diğerine sarkmaktadır: Soru Ģudur:
Abdülhamit ki, Türk denizciliğim mahveden, gemileri Haliç'te çürüten padiĢahtır, denizcileri sevmez, gemiye binmez, sahili de sevmez, emniyetsiz bulur, koca Dolmabahçe sarayını bırakır da, gerilere, tepelerin üzerine, Yıldız tepesine, yeni bir saray kondurur.
Peki bu denizi, denizciyi sevmeyen, donanmayı ısmarladı?12 çürüten
padiĢah neden daha kimselerde denizaltı yok iken, tuttu da denizaltı ? (eksik)
Gerçi bu sorunun ardından, cevap denilmeye bin Ģahit isteyen bir gerekçe üretir yazar ve Ģu lafı sokuĢturur: "Kimbilir kim, hangi akıllı vatansever, padiĢahın aklını çelmiĢ?" Görüldüğü gibi, birinci durumda,
10 Bu tür yorumlara Rauf Orbay'ın aĢağıda ele alacağımız hatıralarında olduğu ka- dar MeĢrutiyet dönemindeki çeĢitli yayınlarda da rastlanabilmekteydi. Hele Bahriye hocalarından Ali Haydar Emir (Alpagut) tarafından kaleme alınan ve 1913'de Do- nanma Mecmuası'nda çıkan "Donanma istemezük" baĢlıklı yazı, Abdülhamid'in do- nanma hakkında "kaatil bir siyaset" takip ettiğim söylemeye kadar vardırmıĢtır iĢi. Dönemin bir aynası mahiyetinde olan bu yazı için bkz. Fahri Çöker, Bahriyemizin Ya- kın Tarihinden Kesitler, Ankara, 1994, Genelkurmay BaĢkanlığı Deniz Kuvvetleri Ko- mutanlığı Yayınları, s. 56-65. 11 Bkz. Metel, age, s. 6; Gülen, age, s. 62;
yani donanmamızı Haliç'te çürütürken mutlak sorumlu kabul edilen Abdülhamid, sıra denizaltıcılıktaki hamlesini anlatmaya gelince birdenbire bir "akıllı vatanseverin aklını çeldiği yetkisiz ve sorumsuz bir aktör konu- muna indirgeniyor. Birincisi ona yakıĢıyor, ikincisi ise ancak "akıllı" ve "yurtsever" birisine! Akıl ve yurt sevgisinin zerresi de Abdülhamid'de olmadığına göre(!)mutlaka mutfakta baĢka birileri olmalıdır! Kimdir o akıllı? Bilgi yok. Ve bu da tarih oluyor, öyle mi?
RaĢit Metel'in geçirdiği Abdülhamid ĢaĢkınlığı Bu olay, Türk denizcilik tarihini yazanlar için çetin bir bilmecedir ve Denizci Kıdemli BinbaĢi RaĢit Metel, Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı tarafından 1960'da bastırılan kitabında bu bilmecenin pekala farkındadır. Kitap boyunca yakalandığı ikilemden kurtulmaya çalıĢan Metel, 3 Mart 1878'de Ruslarla imzalanan ve II. Abdülhamid tarafından resmen onaylanmayan Ayastefanos AntlaĢması'nın donanmamızı birinci dereceden ilgilendiren bir maddesini Abdülhamid'in nasıl protesto ettiğini Ģöyle aktarmaktadır:
Ayastefanos Muahedesi esnasında Ruslar, Abdülaziz zamanında teessüs eden ve Karadeniz'e hâkim olan donanmamızdan 6 parça geminin de kendilerine teslimini muahede hükümlerine koymak istediler. Bunun üzerine Babıâli'nin istiĢare ederek çok müĢkül durumda ve ancak
imkânsızlık halinde kabul etmeyi karar altına aldığı bu teklifi, Abdülha- mid'in kat'î olarak reddeden yazıları aĢağıdadır:
BaĢvekil Saffet PaĢa'ya ve sair vükelâya yemin ederim ki, donanmanın elden çıkmasına katiyyen reyy ü rızam yoktur. Her türlü fedakârlığı eder, fakat donanma maddesini esasen reddederim. Ġcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı fedaya hazırım. 5 ġubat 1293 (27 ġubat 1878)13
Tarihimize altın harflerle iĢlenmesi gereken bu asil tavrın sahibinin hâlâ denizcilik düĢmanı olarak lanse edilmesi hangi akla hizmettir, varın siz karar verin ona da.
Gülen, age, s. 59.
Bu satırları aktaran Metel, zihninde beliren soru iĢaretlerini, büyük bölümünün asker olduğunu tahmin ettiği okuyucularıyla Ģöyle paylaĢmaktadır:
Abdülhamid'in koyu istibdâdı, memlekette jurnalciliği inkiĢaf ettirdiği ve vehimli olduğu kat'îdir. Fakat donanmayı Haliç'te çürütmesi, acaba Ģahsi vehminden, yani kendisine bir gün donanmanın karĢı koyacağından mı ileri geliyor; yoksa malî imkânsızlıklardan, topyekûn inhitatın bir neticesi midir? Gerek yukarıdaki vesika, gerekse ilk denizaltı gemilerimiz Abdülhamid ve Abdülmecid'in Hazine-i Hassa'dan sipariĢi ve bilahare bahsedileceği gibi Rauf Orbay'ı da denizaltı tetkik ve mubayaası için kredi temin etmek üzere Ġngiltere ve Amerika'ya gönderiĢi, donanmayı kasten Haliç'te çürütmediği kanaatini veriyorsa da, bu hususta müspet veya menfi söz söylemenin pek erken olduğu kanaatindeyim. Zamanla vesikaların tetkiki, bu hususu önümüze serecektir. Muhakkak olan acı hakikat, halen vesikalara müstenit Osmanlı tarihimizin yazılmamıĢ olmasıdır.14
RaĢit Metel'in bu sözleri cihet-i askeriyeden yazmıĢ olduğuna dikkatinizi çekerim. Bugün bu muhataralı konuyu bu objektiflik
düzeyinde yazabilecek kaç tarihçimiz bulunuyor acaba?
Abdülhamid'in denizaltı tutkusu Metel, Nordenfelt ile yapılan sözleĢmede gemilerin 2,5 ay sonra teslim edilecekleri Ģartının bulunduğu, gemi parçalarının sandıklara yüklenip nakliye gemileriyle Ġstanbul'a getirileceği ve montajının Ġstanbul'da yapılacağı bilgisini de vermektedir. SözleĢmede belirtilen süre geçtiği halde ne sandıklar gelmiĢ, ne de henüz gemiye yüklendiğine dair bir bilgi ulaĢmıĢtır Ġstanbul'a. Bunun üzerine Abdülhamid'in sabırsızlandığı ve hatta telaĢlandığı anlaĢılıyor. O, bir an önce gemilerine kavuşmanın heyecanıyla yanıp tutuşmaktadır. Hazine-i Hassa Nazırı Agop PaĢa'ya, gemi- lerin neden geciktiğine dair bir ferman göndermiĢ olan Abdülhamid, 'Yoksa sözleĢmede belirtilen paralar ödenmedi mi?' diye sormaktadır. Bunun üzerine verilen cevapta, toplam 22 bin sterlin tutan meblağın birinci ve ikinci taksitlerinin (toplam 14 bin sterlin) ödendiği, üçüncü taksit olan 8 bin sterlinin de gemiler hareket ettiğinde ödenmesinin sözleĢme
Metel, age, s. 6 (BaĢvekalet ArĢivi, Yıldız zarfı 114, sayfa 203-213.). Metel, age, s. 6-7
(vurgular bana ait - M. A.).
hükümlerinde tespit edildiği cevabım vermiĢtir. RaĢit Metel, burada da ĢaĢkınlığını üzerinde atamamıĢ görünmektedir:
Görülüyor ki, [Abdülhamid tarafından] bir an evvel deni-zaltılara sahip olmak için 10 gün gecikmede
dahi sabırsızlık gösteriliyor.15
Montaj sırasında da Abdülhamid'in heyecanı had safhadadır ve sık sık Bahriye Nazırı Hasan PaĢa'ya iĢlerin neden yavaĢ yürüdüğünü, amelenin ücretleri ödenmediği için iĢlerin durduğunu iĢittiğini, eğer bu doğruysa bunun sebebini sormaktadır. O sırada Yunanistan ile aramızda bir savaĢın
eli kulağındadır. Bu yüzden Abdülhamid montajı biten denizaltıların bir an önce denize indirilmesini arzu etmekte ve "gece gündüz inĢaata devam edilmesi" için peĢpeĢe Ġrade-i Seniyyeler çıkarmaktadır. Gerçekten de bu ısrarın neticesinde TaĢkızak Tersanesi'nde gece mesaisi baĢlamıĢ, iĢçi sayısı artırılmıĢ ve inĢaat hızlandırılmıĢtır.
Çünkü bir yandan da delik kulaklara su kaçmıĢ, Osmanlıların elindeki bu meçhul silahın nasıl bir Ģey olduğunu merak eden gözler çoğalmıĢtır etrafta. Bu yüzden casuslar denizaltılar fotoğraflarını almak için fırsat kollamaktadırlar. Nitekim bu casuslardan birisi, ceketinin altından, objektifi, düğme deliği Ģeklindeki kamufle edilerek bazı gemi fotoğraflarını çekmiĢ ve Osmanlı kolluk kuvvetlerince yakalanarak idam edilmiĢtir. (Bu fotoğrafın aslı, Amerika'daki Smithsonian Enstitüsü'nde bulunmaktadır.)
Rauf Orbay'ın kafasındaki Abdülhamid bilmecesi Kendisini "ruhen" denizci sayan Rauf Bey'in içi, açık deniz hasretiyle yanıp kavrulmakta ve zafer hasreti gönlünü doldurmaktadır. II. Abdülhamid'in, kendisine 1904'de Donanma-yı Hümâyun MüfettiĢ-i Umumiliği ve ayrıca Fahrî Yâver-i Hazret-i ġehriyarîlik verdiği Amerikalı Bagnam (Bucknam) PaĢa'yı ve ona tercümanlık yapan Deniz YüzbaĢı Rauf Orbay'ı yeni sistem kruvazörler ve denizaltılar hakkında bilgi toplamak ve bunların satın alınması için kredi temin edilip edilemeyeceğini öğrenmek için Amerika ve Ġngiltere'de araĢtırma yapmakla görevlendirmesinden hayrete
15 Metel, age, s. 12.
düĢmüĢtür. Ġkinci Mabeynci MüĢir Nuri PaĢa vasıtasıyla kendilerine tebliğ edilen görev Ģöyledir:
Sultan Hamid, [Amerika'ya] giderken veya dönüĢte Ġngiltere'ye uğramamızı ve bu iki memlekette yeni sistem zırhlı kruvazörlerin üzerinde ayrıntılı bilgi almamızı, inĢâ yerlerinde görmemizi, vasıf ve fiatlarını, ne kadar zamanda yapıldığını öğrenmemizi ve de devlet garantisi ile kredi temin edilip edilemeyeceği üzerine araĢtırma yapmamızı istiyordu. Nuri PaĢa bunları açıkladıktan sonra: "ġimdi Zât-ı ġahanelerinin asıl irâdelerine gelmiĢ bulunuyorum. Tahtelbahir [denizaltılar üzerinde arîz-amîk (ayrıntılı ve derinlemesine) tetkikat emrediyorlar. Bu hususu ayrıca ve betahsis (özellikle) irade buyurdular" dedi ve masasının üzerinde duran cilbende (daha çok mahrem resmî evrakın konulduğu kapaklı dosya) açtı, gideceğimiz ülkelere ait rakamlı Ģifre miftah (anahtar)larını birer birer gösterdi...16
Emri alan YüzbaĢı Rauf Bey ile Bagnam PaĢa hem hayret etmiĢler, hem de ümitlenmiĢlerdir. Paris'e gittikleri zaman Abdülhamid'in değiĢmez Paris Sefiri Salih Münir PaĢa'nın Fransız baĢkentinde kurduğu haber alma teĢkilatı, Rauf Bey'i "dehĢet içinde" bırakmıĢtır. Salih Münir PaĢa, onların gelmekte olduğunu daha Viyana'da iken haber almıĢ ve henüz Paris'e ayak basmadan Ġstanbul'a, Yıldız'daki PadiĢah'a haber uçurmuĢtur bile...
Aynı hayret duyguları Bagnam PaĢa'nın da kafasında kabarıp durmaktadır. Nitekim dayanamayıp sitem eder Rauf Bey'e:
Ben doğrusu PadiĢahınıza hayret ediyorum. Bilmece gibi bir adam... Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan bir bilmece!.. Bir bakıyorsunuz, devrinde kendisinden gayrıda görülmemiĢ ön fikirlerin sahibi, bir bakıyorsunuz ortaçağ kafası!.. Sen bana kendi iĢimizle ilgili tutumunun gerçek yapısını anlatabilir misin? Otuz seneye yakın donanmayı limanlara hapseden aynı adam, bizleri, Amerika'dan denizaltı siparişine memur ediyor. Hem de en demokrat memleketlerde [bile] görülmeyen kat'î [bir] karar ve selâhiyet ile...17
Bagnam PaĢa kadar Rauf Bey'in de hayret uçurumlarından sık sık
sarktığını ve Abdülhamid hakkındaki nihai ("doğru ve tarafsız") hükmün hatıraların yazıldığı zamana kadar verilemediği gibi bundan sonra da
16 Cemal Kutay, Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir İnsanımız: Hüseyin Rauf Or- bay (1881-1964), cilt: 1, Ġstanbul, 1992, Kazancı Yayınları, s. 273. 17 Kutay, age, s. 278.
kolaylıkla verilebileceği kanaatinde olmadığını söyleyerek kafasında bu çözülmesi güç bilmeceyle ahirete intikal ettiğini görmekteyiz. Ne var ki, bu seferki denizaltı satın alma giriĢimlerinden gerek Abdülhamid'e 1905'de düzenlenen bombalı suikast, gerekse hazinenin içine düĢtüğü kriz sebebiyle bir netice alınamamıĢ, sadece bazı kruvazörlerin satın alınmasıyla yetinilmiĢtir. Böylece kısa zamanda eskiyen ve Haliç'e çekilen Abdülhamid ve Abdülmecid denizaltıları, Çanakkale SavaĢları sırasında Fransızlardan ele geçirdiğimiz Turkuaz denizaltısına kadar donanmamızın yegâne denizaltı örnekleri olarak tarihe geçmiĢlerdir. Eğer bu giriĢim boĢa çıkmasaydı, I. Dünya SavaĢı'nda en azından birkaç tane denizaltımız olur ve Marmara'ya sızan Ġngiliz ve Fransız denizaltılarına baskın yapmak için Alman denizaltı gemilerinin Baltık Denizi'nden gelmesini beklemezlerdi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan Abdülhamid'e övgü Denizaltıcılığımızın bu oldukça erken tarihli baĢlangıcı, 1986 yılında Denizaltı Filomuzun kuruluĢunun 100. yıldönümünde Denizaltı Filosu Komutanlığı tarafından yayınlanan bir anma kitabında bugün bizi ĢaĢırtacak derecede sahiplenilmiĢti. "Denizaltı Filosu Günü Mesajı" baĢlığıyla verilen yazıda, Abdülhamid, 100 yıllık "onurlu mirası kendilerine bahĢettiği" için üstü kapalı olarak minnet ve Ģükran duygularıyla anılmaktadır. Mesajın bir yerinde Abdülhamid'e yapılan atıf biraz daha berraklaĢmaktadır:
...100 yıl önce [1886'da] denizaltı silahına verilmiĢ olan önem ve daha henüz yarı batık bir su üstü platformu hüviyetinde iken Bahriyemize kazandırılması yolunda alınmıĢ karar ve atılmıĢ olan adımın isabetini açıklıkla göstermektedir.18
Donanma Komutanlığı Filosu'nun bu resmi yayınında Abdülhamid'e yönelik ĢaĢırtıcı bir övgü seansına Ģahit oluyoruz. Mesajda ilk iki denizaltının bedellerini padiĢahın kiĢisel parasından ödediği belirtildikten sonra Ģunlar zikredilmektedir: Türk denizaltıcılığının nüvesini teĢkil edecek olan bu iki denizaltı, devletin başındaki ileriyi gören yöneticilerin gayretleriyle alınmıĢtır. Türk'ün,
yeniyi öğrenme, geliĢtirme azim ve iradesiyle inĢa edilen bu iki denizaltı, ilk kez kullanılmalarına, emniyetsiz olmalarına ve tecrübe edildikçe aksaklıkları görülmesine rağmen, cesaretle denenmiĢ ve kullanılmıĢtır. Görülen aksaklıklar düzeltilerek daha iyiye ulaĢılmıĢtır. Ġlk denizaltı gemilerimizi kendisine borçlu olduğumuz Abdülhamid'in kadrini bilmemekte ve hâlâ denizciliğe düĢmandı demekte ısrar edenler varsa, kendileri bilir. Ben, denizaltıcılık tarihimizin, baĢlı baĢına bir bilmece olmaya devam eden Sultan II. Abdülhamid'in tarih içindeki hayaletinin görüntüsüne yeni bir düğüm eklediğini ve vaziyetin bir kördüğüme doğru gittiğini çıkartıyorum bütün bu yazılanlardan.
Bu kördüğümü çözecek olan kılıç kimin elinde dersiniz?
Gül bahçelerinde ve GATA'da yaĢar Abdülhamid'in adı          
Sen değil, nâşın hükümdar olsa elyâkdır bize Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülûs
18 Türk Denizaltıcılığının 100. Yılı, Ġstanbul 1986, Denizaltı Filosu Komutanlığı, s. 9 (sayfa numarasız olarak yayınlanan kitapçığa bu sayfa numarası tarafımızdan verilmiĢtir - M. A.).
Ahmet Rasim
1993 MAYI S'ININ 24'Ü SABAHINA Ġstanbul, misli görülmemiĢ 'pis' bir patlamayla uyanıyordu. Ġstanbul'un orta yerinde bir çöplük metan gazı sıkıĢmasından infilak etmiĢ ve bu olay ajanslar tarafından dünyaya, 470 bin metreküp çöpün kaydığı tarihin ilk "çöplük heyelanı" olarak geçilmiĢti. Yıllardır geliĢigüzel dökülen çöpler koca bir mahalleyi yutmuĢ ve toplam 39 kiĢi, hayatını çöplerin intikamına kurban vermiĢti. Çöplüğün adı, çoğunuzun hatırlayacağı gibi, HekimbaĢı Çöplüğü idi.
Belki hadisenin dehĢetindendir, bu "HekimbaĢı" kelimesinin bir çöplükte ne aradığını soran eden olmadı pek. HekimbaĢı ve çöplük. HekimbaĢı ve ölüm... Bunlar bir süre yan yana gezdiler hafızamızda ama ardından o onulmaz unutma hastalığımızın susturucusuna takıldılar. Gerçekten de bir çöplüğün isminin, Osmanlı devrinde Sağlık Bakanlığı demek olan HekimbaĢılıkla ne alakası olabilirdi? 1880'lere uzanalım. 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Rus SavaĢı'nda Ģimdi Bulgaristan'da kalan topraklarımızdan kopan yüzbinlerce Müslüman-Türk "muhacir", Edirne'ye, ardından da Ġstanbul kapılarına yığılır. Göçmenlerden bir kısmı Kızanlık bölgesindendir. Önce bulabildikleri cami avlularına, meydanlara vs. geçici olarak yerleĢtirilir, ardından kendilerine 'uygun' bir yurt aranır. Neyle geçindiklerini sorduklarında alıĢık olmadıkları bir cevap alırlar: Gülcülükle geçinmektedirler. (Ispartalı okur- lar eminim tebessümle okuyacaklardır burasını.) Muhacirlerin bir kısmı Isparta'ya yerleĢtirilir; haddizatında bu gül kokulu Ģehrimize gülcülüğü getirenler, Bulgaristan göçmenleridir. (Abdülhamid'in Isparta'nın günümüzdeki imajını kuran adam olması garip gelebilir bazılarına ama öyle.) Diğer bir kısım Ġstanbul'da iskân edilir. Nerede mi? II. Abdülhamid'in Ģahsi mülkü olan ÇavuĢbaĢı Çiftliğinde. Sabırsızlanmayın efendim, hikâyemiz yeni baĢlıyor daha. Kızanlıklı muhacirlerimiz ÇavuĢbaĢı Çiftliği'nde Mekteb-i Tıbbiye-i ġahane hocalarından C. Bonkowski'nin nezaretinde bilimsel metodlarla gül üretmeye baĢlarlar. Ġlk hasat 1886'da yapılır ve 650 kilo taze gül toplanır. Neticeden memnun olan Abdülhamid, gül yetiĢtiriciliğini teĢvik
etmiĢ ve yine Göksu deresi boyunda bulunan HekimbaĢı Çiftliği'ne de gül kokularının yayılmasına izin vermiĢtir. Böylece Göksu deresinin içinden geçtiği bu bölge, tam anlamıyla bir "Güller Vadisi" manzarasını almıĢ, derenin güzelliğine bu defa da gül kokuları, renk ve ıĢık seli katılmıĢtır.
ĠĢte bu çiftlik, III. Selim ve II. Mahmud döneminin HekimbaĢılarından Mustafa Behçet Efendi'nin mülküdür. 1834'de ölen Behçet Efendi, ünlü Ģairimiz Abdülhak Hamid'in de dedesinin kardeĢidir. Türkiye'de tıbbın ve Türkçe tıp terimlerinin geliĢmesinde öncü rolü oynayan Mustafa Behçet Efendi'ye ait HekimbaĢı Çiftligi, uzun zaman sahipsiz ve bakımsız kalmıĢ, civarındaki yerleĢmelerin artmasıyla güller vadisi "çöpler vadisi"ne dönüĢmüĢtür. ĠĢin asıl acı yanı Ģu: 1880'lerin gül kokulu vadileri, okul kitaplarımızda geçtiği deyimle söylersek "çöküĢ" döneminde vücuda getiriliyor, insanlık dıĢı çöplük ve patlama olayları ise sözüm ona "çağdaĢ" dönemimizde vuku buluyordu. Bir yanda "gerici" sayılan Abdülhamid canını diĢine takmıĢ, gelen muhacirlerin bile suyunu sıkıp gül yağı çıkartıyor, öbür yanda "ilerici" yöneticilerimizin gözleri önünde bir medeniyet fidanının dibine kabir suyu dökülüyordu.1 Üstelik aynı "gerici" Sultan, sessiz sedasız bugünkü GATA'nın, yani Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nin temellerini atıyordu HaydarpaĢa'da. Yıllardan 1898'dir. Bonn Üniversitesi'nden bir grup namlı doktor Ġstanbul'a çağırılmıĢ ve ülkedeki tıp okullarının Avrupa ülkelerinin ("muasır medeniyet") seviyesine çıkartılmasıyla görevlendirilmiĢlerdi. Bu arada beklenmeyen bir geliĢme olmuĢ, o zamanlar Ġstanbul'daki tıp eğitimini tekellerine almıĢ bulunan Fransız hocalar Almanlarla çalıĢamayacaklarını bildirip tepki göstermiĢlerdir. Bunun üzerine Alman doktorlara ayrı bir hastane açılmasına karar verilmiĢ ve en uygun yer olarak Sarayburnu'ndaki Gülhane RüĢdiyesi binası seçilmiĢtir. Bina kısa zamanda 150 yataklı bir hastaneye dönüĢtürülmüĢ ve Almanya'dan getirilen son sistem araç ve gereçlerle donatılmıĢtır. BaĢlangıçta sivil bir hastane olarak açılan "Gülhane Tatbikat Mektebi" nde zamanın en ileri klinik ve laboratuvar çalıĢmalarının gerçekleĢtirildiğini Nuran Yıldırım'ın İstanbul Ansiklopedisine yazdığı maddeden öğrenmekteyiz (cilt 3, s. 440). Aynı yazıda, o zamana kadar Avrupa'dan paketler halinde ithal edilmekte olan sargı bezleri yerine 1 Turhan Baytop, "Güller Vadisi", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 3, Ġstanbul 1994, s. 441.
hastanenin bahçesinde ufak bir fabrika kurularak yerli imalata baĢlandığı da bildiriliyor.
Sarayburnu'ndaki hastane yeterli gelmediği için yine Abdülhamid zamanında bu defa HaydarpaĢa'da askeri ve sivil okulları birleĢtirecek büyük bir tıp okulu kompleksinin yapımına giriĢilmiĢ, 1909'daki taĢınmanın ardından Balkan ve Dünya savaĢları sırasında tamamen askeri bir hastane haline getirilmiĢtir. Hastane Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı'nın gölgesinde baĢladığı hayatında yeni bir kavĢağa girmiĢ, 1941'de Ankara'ya taĢınmıĢ, 1947'de ise ismi GATA'ya çevrilmiĢtir. (Ufak bir not: Ġstanbul'daki HaydarpaĢa Askeri Hastanesi de, 1980'de çıkartılan bir kanunla GATA'ya dâhil edilmiĢtir.) Böylece Abdülhamid'in temellerini attığı kurumlardan biri daha Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerine kurulduğu sağlam birikimin öncüsü oluyordu2... Bir iyi, bir kötü örnek. Gül bahçelerinden çöplüğe ve Gülhane Tatbikat Mektebi'nden GATA'ya. Bu size neyi hatırlatıyor bilmiyorum ama bana bir tek Ģeyi hatırlatıyor: GeçmiĢin bugünde nefes alıp verdiğini. Kâh çöplük olarak, kâh en modern bir kurum olarak. Seçin, alın...
2 Nuran Yıldırım, "Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesi", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 3, s. 439-440. Ayrıca bkz. Ayten AltıntaĢ, "Gül bahçesinden tıp merkezine: Gülhane", Tarih ve Medeniyet, Sayı: 43, Ekim 1997, s. 6-9.
V BABALAR VE OĞULLAR
Sultan Abdülhamid'in cenaze töreni. 1918 Şubat'ında 'Son Sultan'
İngiliz işgalinin acısını yaşamadan aramıza veda ediyor. Bir
dünya göçüyor, bir devir kapanıyor.
PiĢmanlar kafilesi          
Dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator II. Abdülhamid Han'dır. Ġlber Ortaylı
TAHTTAN ĠNDĠRĠLDĠK TEN sonraki yıllardan birinde Enver ve Talat PaĢalar Beylerbeyi Sarayı'nda Abdülhamid'i ziyarete giderler. Fakat yüzü tutmadığı için Enver PaĢa bir bahane uydurarak kapıdan geri döner. Talat PaĢa'nın Sultan'ın huzurundan gözyaĢları içerisinde ayrıldığını, görüĢmeden fevkalade istifade ettiğini, hatalarını anladıklarını söyler; nitekim Sultan'ın cenazesine katılıp ağlayan isimlerden biri de Talat PaĢa'dır. Yalnız, mağrur Enver PaĢa'nın elleri arkasındadır! Sultan Abdülhamid'in cenazesi mahĢerî bir kalabalığın katıldığı son cenazelerden biridir Osmanlı döneminde. Biraderi Sultan ReĢad'ın emri üzerine padiĢahlara mahsus devlet töreniyle kaldırılan cenazesine katılanlardan biri de, ġehzade Vahdettin'dir. Hatta cenazenin geçtiği güzergâhta kadınların, evlerinin pencerelerinden eğilip "Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye feryad u figan ettiklerini biliyoruz.1 Sonradan Filozof Rıza Tevfik, yazmıĢ olduğu "Sultan Hamid'in Ruhundan Ġstimdad" baĢlıklı Ģiirde geçen, Tarihler adını andığı zaman Sana hak verecek ey koca sultan Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi padişahına
sözleriyle nedametini belirtmek ihtiyacını duymuĢtur. Aynı Ģekilde Süleyman Nazif'in de piĢmanlığını belirten bir Ģiir yazdığını biliyoruz.2 Ġktidar döneminde onun kıymetini anlayamamıĢ pek çok insan, tahttan indirildikten sonra yaĢanan büyük karmaĢa ve kaos ortamında hatalarını anlamıĢ ve piĢman olmuĢlardır. Abdülhak Hâmid, Yahya Kemal ve Tevfik Fikret gibi ilk yıllarında Abdülhamid'e cülûs yıldönümlerinde övgüler düzen büyük Ģairlerimiz, daha sonra farklı gerekçelerle aleyhine geçmiĢlerdir. (Ancak ileride göreceğimiz gibi, Yahya Kemal'in son yıllarında yazmaya baĢladığı ama tamamlamaya ömrünün vefa etmediği Her Gece Benimsin adlı romanındaki piĢmanlık alametleri gözden kaçacak gibi değildir.) Ragıp AkyavaĢ'ın 1950'lerde gündeme getirdiği bir hatıra, Enver PaĢa ile Abdülhamid arasında sonradan kurulan yakınlığa ıĢık tutucu mahiyettedir. AkyavaĢ'ın "güvenilir" kaynaklardan iĢiterek yazdığına göre, Çanakkale savaĢları cereyan ederken, Ġngiliz ve Fransız gemilerinin Ġstanbul'a dayandığını gören hükümet, devlet merkezini Anadolu'ya taĢıma kararını verir.
Amin Maalouf un dedesi de Abdülhamidci iken dönenlerdenmiĢ!
PiĢmanlar kafilesine hep bilinen isimlerle devam etmeyelim ve gözümüzü biraz da taĢraya çevirelim. Bakalım Beyrutlu bir Hıristiyan, romancı Amin Maalouf un dedesi Butros'un Sultanla iliĢkisi nasıl geliĢmiĢ? Zahle'ye gidiyoruz, 1908'e... Eğer ölüler bütünüyle ölmüyorlarsa ve dedem, Ģu anda bu odada, benim yanımda, kağıtlarımı karıĢtırmamı izliyorsa, sanırım bu alıntıları kesip, baĢka bir konuya geçmemi isteyecektir. Çünkü Ģu anda, girmemden hoĢlanmayacağı bir alana yaklaĢıyorum. Doğrusunu isterseniz ben de girmek istemezdim bu alana. Ama unutulmuĢ atamın üstüne bir ıĢık demeti düĢürmem gerekiyorsa, bunun da bir bedeli var; gerçeği istediğiniz gibi dizginleyemezsiniz. Bu yüzden de
1 Ġlber Ortaylı, "Ġmparatorluğun Sonu", Hazırlayan: Mehmet Tosun, 21. Yüzyılda II. Sultan Abdülhamid'e Bakış, Ġstanbul 2003, s. 118. 2 Bu Ģiirin bir kıtası Ģöyle:
Kaç zamandır gelmişken yâde biz İşte geldik senden istimdâde biz Öldürürler basarsak feryadı biz Padişahım hasret olduk istibdâde biz. Aktaran: Mehmet Aydın, İkinci Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları, Ġstanbul 1999, Ġzci Yayınları, s. 200.
dedemin Abdülhamid'i düĢürenleri selamlamadan önce, bir çok kereler bu Sultan'a övgüler düzdüğünü söylemeden geçemem. Daha kesin konuĢmak için sayıyorum... ġu ana kadar sekiz yer buldum, övgülü -ya da en azından saygılı- sözler içeren. Biraz daha dikkatli arasam, sanırım daha baĢka da bulurum. Hepsini alıntılayamayacağım; ama Zahle'de verilmiĢ bir demeçten alınma Ģu satırları aktarmadan da edemiyorum: Elbette ki ilk ve son övgünün, bütün iyiliklerin nedeni, saygıdeğer hükümdarımız. Sultan oğlu Sultan Abdülhamit Han'a yöneltilmesi gerekir; Tanrı,yüce Saltanatını uzun ömürlü eylesin. Biraz ötede de Ģu birkaç dize: Erdemin hangi madenden yapıldığını bilmek istiyorsan Osmanlı sülalesinden yana çevir başını. Yazgı ki, acımasızdır çoğu zaman, iyi davranmış bu kez, Hükümdar etmiş başımıza Abdülhamit'i.
BaĢka bir defterde dedem, Abdülhamit'in tahttan indirilip yerine Mehmet ReĢat'ın çıkarıldığı haberini aldığı gün, "Selahaddin" adlı bir tiyatro izlemekte olduğunu anlatıyor. Ve sahneye çıkıp "Osmanlı halkı adına" düĢmüĢ hükümdarlarla ilgili birkaç söz söylediğini: İnsanlar ona yaşamlarını, onurlarını, mallarını mülklerini emanet etmişlerdi; ama o, bunların hepsini üç kuruşa sattı. Adı sonsuza dek lekeli kalacak. Çünkü devletinden ihaneti ve yozlaşmayı söküp atacağına, casuslarını gönderip her yana kin ve isyan tohumları saçtı. Bu yüzden, o küstah varlığa şunları söylemek istiyorum şimdi: Bunu acımasız birkaç dize izliyor, ama bu kadarı yeter; duruyorum. Sadece ölmeden önce yazdıklarını düzene sokacak zamanı bulamadığı ya da siyasal kargaĢalar arasında o da söylemini değiĢtirdiği için dedemi daha fazla hırpalamak istemiyorum -ona ilk taĢı, hiç değiĢmemiĢ biri atsın!3
Amin Maalof bu müthiĢ ironisiyle gözü olanlara o kadar çok Ģey söylüyor ki!
Haberin kendisine ulaĢtırıldığı devrik Sultan'ın ağzından Ģu hiddetli sözler
dökülüyor:
Rumeli iĢgal olunuyor diye beni Selanik'den alıp buraya getirdiniz. ġimdi de Ġstanbul'un tehlikede olduğunu ileri sürerek Konya'ya gidileceğini söylüyorsunuz. Ġstanbul'u iĢgal eden düĢman, emniyetini tesis için tabiatiyle Konya'ya kadar da uzanır. Galiba oradan da geldiğimiz yere, Mahan karyesine yol görünüyor bize. [Hanedan arasında yaygın olan söylentiye göre, Osmanlıların menĢei, bugün Ġran'da bulunan Mahan Ģehrine dayanıyordu, ancak yapılan araĢtırmalar, bu aile içi bilginin, Osmanoğullarının Orta Asya'dan Anadolu'ya gelirken bir dönem bu
Ģehirde kalmalarından kaynaklandığını ortaya koyuyor. -M.A.] Ben Ģuradan Ģuraya gitmem. Ecdadımın topraklarını terk etmem.
AkyavaĢ'ın anlattıklarına bakılırsa Abdülhamid'i Konya'ya gitmeye ikna etmesi için BaĢkomutan Vekili Enver PaĢa görevlendirilmiĢtir. Beylerbeyi Sarayı'nda baĢ baĢa yaptıkları görüĢ
meden çıkınca Enver PaĢa saray muhafızlarının odasında kahve içerken, "PaĢam, sabık hakanı nasıl buldunuz?" sorusuna, sadece "Yazık etmiĢiz!" cevabını vermiĢtir. Bu sefer PaĢa'nın yazık ettiklerini neden sonra anladığı Abdül- hamid'e Enver PaĢa hakkında aynı soru sorulduğunda cevabı daha ilginç olmuĢtur: "Fena adam değil, kullanılır."4 Bir de Enver PaĢa'nın Ġstanbul'u terk edip yurt dıĢına kaçmadan bir gün önce Mersinli Cemal PaĢa'ya söylediği sözler vardır ki, hakikaten onu tahttan indirip idareye el koyanların 9 yıl sonraki periĢanlıklarını olduğu kadar, Sultan Abdülhamid'i yeni bir gözle görmeye baĢladıklarım, yani uyanıĢ alametlerini göstermesi bakımından da câlib-i dikkattir.
Enver PaĢa ve Abdülhamid Enver PaĢa Ģöyle demiĢtir Mersinli Cemal PaĢa'ya:
PaĢam, bütün ef'âlimin [eylemlerimin] hesabını vermeye hazırım. Biz Turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl mes'uliyetimiz, Sultan Hamid'i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır. Acıdır, fakat hakikat bu!5
3 Amin Maalouf, Yolların Başlangıcı, Çevirenler; Samih Rifat ve Aykut Derman, Ġstanbul 2004, Yapı Kredi Yayınları, s. 117-118. Enver PaĢa ve Abdülhamid
Enver PaĢa Ģöyle demiĢtir Mersinli Cemal PaĢaya:
Paşam, bütün ef'âlimin [eylemlerimin] hesabını vermeye hazırım. Biz Turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl mes'uliyetimiz, Sultan Hamid'i anla- mamak ve Siyonizme alet ol- maklığımızdır. Acıdır, fakat hakikat bu!
4 "Osmanlı tarihinden ibretli fıkralar", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 37, Ocak 1953, s. 2012. 5 Aktaran: Vehbi Vakkasoğlu, "31 Mart oyunu", Köprü, Sayı: 61, Nisan 1982, s. 25.
Onu neden yanlıĢ anladılar?          
Bizde Cumhuriyet, hâlâ, tarihine küsenlerin bir projesidir.1 Doğan Özlem
BĠR ÇOK BAġKA ÇAĞDAġI oluĢum gibi Osmanlı edebiyatının (daha doğrusu modernleĢme dönemi Türk edebiyatının) büyük ölçüde Sultan Abdülhamid döneminde kimliğini bulduğunu görüyoruz. Aslında bakarsak, onun teslim ettiği devlet ile ağabeyinden devr aldığı devlet arasında idarenin modernleĢmesi, modern aygıtlara sahip olma teknolojik geliĢmiĢlik ve eğitim düzeyinin yükselmesi gibi noktalarda muazzam bir fark oluĢmuĢtu* Tahttan indirildikten sonraki 9 yılda (1909-1918) ise modernleĢme yolundaki imparatorluğun aniden dağılması, paramparça olması ve Sevr'e kadar giden sancılı süreçte kaybedilenler, II. Abdülhamid'in hangi tsunamiyi durdurmayı amaçladığını bir kere daha göstermiĢ oldu. Tabii hükümete geçen onun diĢini tırnağına katarak engellenmeye çalıĢtığı emperyalist dalganın önündeki maniaları nasıl bir çırpıda kaldırılabildiklerini de acı bir Ģekilde öğrenmiĢ olduk. (Hüseyin Cahit
Yalçın On Yılın Hikâyesi'nde bu yılların safdil atmosferini kudretli kaleminin cazip ekranından ustaca seyrettirir bize.)
1 Doğan Özlem, "Tarihsellik ve Cumhuriyet", Yeni Türkiye, Sayı: 23-24 (Cumhuriyet Özel Sayısı), cilt 1, Eylül-Aralık 1998, s. 553.
Bu bakımdan da Abdülhamid Han, aĢılamayan bir kiĢilik, gerçek hükümdarlığı tekrar ayağa kaldıran 'ideal bir yönetici tipi' olarak hafızalardan silinmeden bugüne kadar gelebilmiĢtir. (Ġlber Ortaylı ona yalnız 'son padiĢah' demekle yetinmez; onun gözünde Abdülhamid aynı zamanda "son imparator"dur. Sadece Türkiye'de değil, Ġslam âleminde, hatta Balkanlarda, Kafkaslarda ve Orta Doğu ve Uzak Doğu'da da onun adı bir efsane olarak bir asırdır yaĢamaya devam etmiĢtir. Bugün dahi zaman zaman Afrika'da, Hindistan'da, Güneydoğu Asya'da, Ģurada burada Cuma hutbelerinin onun adına okunduğunu bildiren gazete haberleriyle karĢılaĢmamız sürpriz değildir bu yüzden. Geçenlerde Riyad'da yapılan bir kitap fuarına katılan arkadaĢım, üzerinde Sultan Abdülhamid'in resminin bulunduğu bir kitabı öpüp baĢına koyan Suudlu bir okurdan söz etmiĢti. Yine de II. Abdülhamid'i anlama konusunda ciddi bir problem yaĢadığımız açık: Halka kendisini sevdirmeyi ve onunla iletiĢim kurmayı baĢarmıĢ olan Abdülhamid Han'ın talihi, kendi devrinde olduğu kadar daha sonraları da aydınlardan yana bir türlü gülmemiĢtir. Özellikle de MeĢrutiyet sonrası, hatta kendi devrinde muhalefetin yoğun aleyhte propagandası, aslı astarı olmayan iftiraları, mübalağaları okur-yazar kesim arasında onun acımasız bir müstebit (despot) olduğu görüĢünün yaygınlaĢmasına, kemikleĢmesine ve bugüne kadar da sürmesine yol açmıĢtır. Mesela Mizancı Murad, DarüĢĢafaka Lisesi'nde tarih öğretmenliği yaparken ve derslerinde çok önemli bir sır ifĢa edecekmiĢ tavrıyla kapıyı kontrol ettirerek çocuklara, padiĢahın sevmediği insanların ayaklarına zincir vurdurarak Ġzzeddin vapuruna bindirdiğini ve Tekirdağ açıklarında denize attırdığını "âdeta kendi gözleriyle görmüĢ gibi" anlatınca çocuklar heyecanlanmakta ve o sınıfta okuyan öğrencilerden Malik Aksel'in deyiĢiyle, bu telkinler sonucunda "Abdülhamid'e kin ve nefret duy"maktadırlar.2 Aka Gündüz'ün Cumhuriyet döneminde Abdülhamid'le ilgili olarak anlattığı hatıralar ise büsbütün dramatiktir ve bir neslin bazı eller tarafından nasıl Abdülhamid'den nefret eder hale getirildiğini pek güzel açıklamaktadır.3
Peki neden aydınlarla arası bozuktu Sultan'ın? Bunun sebebini, uygulamak zorunda kaldığı idarenin içinde buluyoruz. Kritik bir dönemdi bu. Bu kritik dönemle ilgili olarak Justin McCarthy'nin değerlendirmesi, meseleyi berrak bir Ģekilde ortaya koyuyor:
Aslında Osmanlı MeĢrutiyeti baĢarısız bir giriĢimdi. Eğer bir anayasa, bir ülke tehlikeli bir süreçten geçerken yapılıyorsa, aynı anayasa bir baĢka tehlikeli dönemde lağvedilebilirdi. Bu tehlike, MeĢrutiyetin baĢına, 1877-78 Türk-Rus SavaĢı'nın ertesinde, Osmanlıların kaybettikleri bir savaĢın sonunda geldi. Ancak ilk defa bu yenilgiye tepki vermesi gereken bir meclis vardı. Meclis, yenilgiye neden olan baĢarısızlığın hem orduda, hem de sultanın kendisinde olduğunu sert ve acı bir dille ilân etti. Meclisteki bir grup milletvekili, ordunun kontrolünün meclise geçmesi gerektiğini söylemeye baĢladı. Hem kendi iktidarının darbe alacak olmasından, hem de ülke içindeki birçok sesin Avrupa'ya ulaĢmasından ve ülkenin güven- liğinden endiĢe eden Sultan, MeĢrutiyet'in kendisine verdiği yetkiye dayanarak meclisi feshetti. Ancak II. Abdülhamid anayasayı lâğvetmedi; sadece milletvekili seçimlerine yönelik yeni bir karar bir daha asla alınmadı ve Osmanlı Meclisi bu tarihten sonra 30 yıl boyunca bir daha toplanmadı.
Yahya Kemal'in kaleminden Mizancı Murad'ın röntgeni
Mizancı Murad'ın ruh röntgenini Yahya Kemal baĢarıyla çekmiĢ bulunuyor.
Ona kulak verelim burada:
Rusya Türklerinden olan Mizancı Murad, 1890'da Sultan Abdülha-mid'e, isteği üzerine bir ıslahat layihası (reform raporu) veren iki kiĢiden birisidir (diğeri "Arap izzet" diye tanınan izzet Hulu PaĢa'dır). Raporunun kabul edileceğinden emin olan Murad Bey, saraydan soğuk muamele görmesi üzerine bu sefer Mısır'da Mîzân gazetesini çıkararak muhalefete baĢlamıĢ (lakabı da oradan gelir), ancak Gazi Muhtar Pa-Ģa'nın müdahalesiyle Paris'e kaçmak mecburiyetinde kalmıĢ, tabii hemen Abdülhamid'e muhalefete baĢlamıĢtır. Ancak Avrupa'da Jön Türklerin bayraktarlarından iken, Ahmed Celaleddin PaĢa tarafından ikna edilip Ġstanbul'a dönmüĢ ve ġura-yı Devlet azalığını kabul ederek bu defa bir zamanlar muhalefet ettiği Sultan'a teslim olmuĢ ve muhalefetin itibarını yerlerde süründürmüĢtür. Ancak MeĢrutiyet'in ilanı üzerine yeniden hürriyet kahramanı olmaya çalıĢmıĢsa da, baĢaramamıĢ ve hatta 31 Mart'ı kıĢkırtanlardan birisi olarak Hareket Ordusu tarafından tutuklanmıĢ ve asılmaktan kıl payı kurtulmuĢtur.4
Bir yandan kapılandığı sarayın nimetlerinden yararlanırken, öbür yandan okullardaki çocuklara onun hakkında anlattığı yalan dolanlarla yeni nesilden prim toplamaya çalıĢmak, Mizancı Murad'ın yanardönerliğine iyi
2 Malik Aksel, İstanbul'un Ortası, Ankara 1977, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 95. 3 Aka Gündüz, "PadiĢaha gidiyorum", Yedigün, Sayı: 315, 21 Mart 1939, s. 7-8 ve "Abdülhamit'le konuĢtum!", Yedigün, Sayı: 316, 28 Mart 1939, s. 10-11.
bir misal olabilir ama fikir ve siyaset hayatımız bakımından son derece zararlı oportünist geleneğin öncülerinde olduğu bir vakıadır.  
Bundan sonra Sultan Abdülhamid, bütün mesaisini, muhalif sesleri bastırmaya sarf edecek ve idareyi tekrar disiplin altına alma çabası içine girecekti. Kazanılacak zaman çok mühimdi ve tasarruf edilen zamanda eğitime yatırım yapmak, zamanın önüne geçmenin en büyük teminatıydı. Nitekim bu fikrini II. MeĢrutiyet'i ilan ettiği zaman da açıkça beyan etmiĢti.
4 Yahya Kemal, Siyâsî ve Edebî Portreler, 2. baskı, Ġstanbul 1976, Ġstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, s. 61-69. Onun kanaatine göre, halkın, anayasanın getireceği yeni ortamın seviyesine hazırlanması icab ediyordu. ĠĢte bu Ģart Ģimdi gerçekleĢti, halk olgunlaĢtı ve ben de anayasayı ilan ediyorum demiĢti o beyanatında.5 Hüseyin Cahit gibi ezelî bir muhalifi, Meclis'te MeĢrutiyet'i ilan ettirmesi üzerine coĢkun alkıĢlar kopunca Abdülhamid'in gözyaĢlarını tutamadığım ve elleriyle gözündeki yaĢları sildiğini anlatmaktadır. Hatta Jön Türklerin reisi Ahmed Rıza Bey'e, "Ömrümde bu kadar mes'ut olduğum bir dakikayı hiç hatırlamıyorum" dediğini de aktarmaktadır.6 Tabii kendi devrinde her türlü hulusu çakanların o devrildikten sonra ağız ve tavır değiĢtirmeleri, sanki ezelden beri Abdülhamid düĢmanı imiĢ gibi görünmek gayretkeĢliğine, hatta yarıĢına girmeleri, onu anlama Ģansımızı daha da zayıflatmaktadır. Ġnsan o devrin adamlarına bakınca kimin kendisini kurtarmak için yalan söylediğini tespitte gerçekten de zorlanıyor ve Abdülhamid'in hangi tıynette insanlarla çalıĢmak zorunda olduğunu daha iyi anlıyor. Mesela o devri iyi bilen kalemlerden Sermet Muhtar Alus'un kaydettiğine göre, Operatör Cemil Topuzlu, II. Abdülhamid tarafından
5 Ali Kemali Aksüt ise Sultan Abdülhamid'in MeĢrutiyet'i ilan etmeyi, ġarki Rumeli'yi kurtarma projesinin bir parçası olarak daha önceden düĢündüğünü ve zaten ilan edeceğini, bu sebeple de Hareket Ordusu'na karĢı koymadığını ve MeĢrutiyet'i ilan etmekte tereddüt göstermediğini söyleyerek bilgilerimize yeni bir ufuk çizmektedir. Doğrusu tartıĢılmaya değer bir iddiadır. Bkz. "31 Mart hadisesi - Ġrtica", Yeni Tarih Dünyası, Sayı: 19-20, 15 HazĠran-1 Temmuz 1954, s. 751-752. 6 Hüseyin Cahit Yalçın, "10 Yılın Tarihi, 1908-1918", Yedigün, Sayı: 143, 4 Birincikânun 1935, s. 25. 7 Mesela Cemil PaĢa'nın saraydan aldığı ödülleri kendi ağzından dinlemek için bkz. Kandemir, "Operatörümüz Cemil PaĢa hatıralarını anlatıyor", Yeni Tarih Dünyası, Sayı: 8, 31 Aralık 1953, s. 333-335.
"PaĢa" ünvanına layık görülmüĢ, ödüllendirilmiĢ bir doktordu ve hep önemli mevkilerde bulunmuĢtu. PaĢa, baĢarılı bir ameliyat yaptığı öğrenilince, Yıldız Sarayı'ndan "rütbeler ve niĢanlar" alıyor, bunlara hiç hayır demiyordu.7 Hatta Sultan Hamid'in cülûs yıldönümlerinde Çiftehavuzlar'daki evinde mübalağalı Ģehrâyinler icra ettirirmiĢti.8 Ancak MeĢrutiyet devrinden sonra gerek yazıları, gerekse konuĢmalarında sanki ezelden beri istibdâdla savaĢmıĢ bir mücahid imiĢ gibi takdim edebilmiĢtir kendisini. Sonradan "değiĢtim" diyerek ortaya çıkmak, demek ki zamanımıza has bir durum değilmiĢ.
Ezcümle, yakın tarihimiz değiĢenler ve değiĢtirilenlerin tarihidir bir bakıma. Dolayısıyla Abdülhamid, gerek iktidar döneminde, gerekse Jöntürk veya Ġttihat ve Terakki dönemlerinde sanki yaĢayan bir siyasetçi imiĢçesine bugünkü basınımızda dahi (Emin ÇölaĢan örneğin9), karalamaya devam ediliyor. Güncel yani...
Peki bu güncellik neyi gösteriyor dersiniz? Bence bir tek Ģeyi: Sultan Abdülhamid'in etimize saplanan bir kurĢun olduğunu... Üstelik hâlâ çıkarmayı baĢaramadığımız bir kurĢun o... Domdom kurĢunu olup olmadığını bilmiyorum. Belki de onlarca yıl sonra yeniden patlamaya durması bu yüzdendir.
8 Bkz. Sermet Muhtar Alus, "Ġkinci Abdülhamidin cülûs donanmaları", Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 30, Haziran 1952, s. 1546. 9 Emin ÇölaĢan'ın Abdülhamid hakkında birbirini ıskalayan iki yazısı için bkz. "Abdülhamid kadar olamayanlar", Hürriyet, 23 Nisan 2004 ve "Abdülhamid yöntemi", Hürriyet, 11 Temmuz 2004.
Mehmed Akif in Abdülhamid aleyhtarlığı            
Burada da yalan, gerçeğe karıĢıyordu. Amin Maalouf
MĠTHAT CEMAL KUNTAY'IN Mehmed Akif hakkında yazdığı kitap1, yazarın kendisini Akif karĢısında önemli bir yere oturtma çabasını olduğu kadar, biraz da Akif'i kendi fikriyatı doğrultusunda giydirme gayretini temsil eder. Dolayısıyla o kitaptaki 'Akif, bir miktar idealize edilmekle birlikte, Mithat Cemal karĢısında entelektüel andropoz geçirmektedir. Yani boyları eĢitlenmiĢtir! Bu tabii hatıratların kaderidir biraz da. Ġnsanlar kendilerini tarihe karĢı savunmak isterler ve hatırat tam da bunun için yazılır. Cepheler belirlenmiĢ, geçmiĢ bir döneme ait olaylar, bu yeniden dağıtılan cephelere göre konumlandırılmıĢtır. Yeni düzene ayak uydurmuĢtur bir bakıma... Olayları da bu perspektifte çarpıtır yazar. Bazen kendisi de farkında olmaz. Hafızası oynar kendisine bu oyunu. Her dönemde haklı olmak: Ġnsanoğlunun beceremeyeceğini bildiği ama yine de oynamaktan
vazgeçmediği ezelî oyunun adıdır bu.
Kuntay'ın Akif'i, müthiĢ bir Abdülhamid düĢmanıdır. Ondan yalnız manen değil, maddeten de iğrenirmiĢ Mehmed Akif. Bir gün beraberce
1 Mehmed Akif'in Abdülhamid aleyhine görüĢ ve tavırlarını, Safahât'daki Ģiirlerinin yanı sıra, Mithat Cemal Kuntay'ın hatıralarından ayrıntılı bir Ģekilde öğreniyoruz. Bkz. Mehmet Akif, 2. baskı, Ankara 1990, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları.
Beyazıt'a çıktıklarında halk koĢuĢturmaya baĢlar. Kendileri de ne olduğunu anlamadan koĢuya katılırlar. Bu sırada Akif kalabalığı yarıp neler olduğunu öğrenmeye çalıĢır. Kalabalığın arasına girmesiyle çıkması bir olur. Rengi sapsarıdır. Midesi bulanmaktadır. Hasta filan değildir. Ömründe ilk defa Abdülhamid'in yüzünü görmüĢtür Akif ve midesinin bulanması onun yüzünü gördüğündendir! Mithat Cemal'in Akif'ine bakarsak, o, 31 Mart'ı da Abdülhamid'in yaptığına adı gibi inanmıĢ biridir.2 Nitekim Abdülhamid'e sahip çıkan Hind aydınlarının gazetelerde yazdıklarına Ferid Vecdi adlı reformist Mısır gazetelerinde cevap vermiĢ ve 31 Mart'ı tezgahlayanın Abdülhamid olduğunu savunmuĢtur. Akif de bu cevabı aynen tercüme ederek Sı-rât-ı Müstakim dergisinde yayınlamıĢtır.3 Gerçekten de Safahat'taki Ģiirlere bakılınca Akif'in Abdülhamid'e ağır suçlamalar yönelttiğini görmekteyiz. Mesela Ģu mısraiara bakalım:
Çoktan beridir vardı benim bir derdim: Gideyim, zâlimi ikâz edeyim, isterdim. O, bizim cami uzaktır, gelemez, mani ne? Giderim ben, diyerek, vardım onun camiine. Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid, Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız; O silahşörler; o al fesli herifler sayısız. Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı: Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı! Hele tebzîri aşan masraf, dersen, sorma. Gördüğüm maskaralar gitti de artık zoruma. Dedim ki: "Bunca zamandır nedir bu gizlenmek? Biraz meydana çıksan da hasbıhal etsek. Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören, ne eden; Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.4
Kadınlar gibi kafesler arkasında saklanan, 40-50 bin silahĢörün koruduğu, Cuma selamlığına gittiğinde en az 60 bin adamı namazsız
2 Kuntay, age, s. 210-211. 3 M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Ersoy, Ġstanbul 2004, Kaynak Kitaplığı, s. 27.
bırakan(?), yanında israfın dahi hafif kaldığı masraflar içinde yaĢayan Abdülhamid, halktan da köĢe bucak gizlenmektedir. Bir baĢka yerde "Yıldız'daki baykuĢ" der onun için. Velhasıl Akif için Abdülhamid'in güttüğü siyaset kadar Ģahsı da kirlidir. Ancak Akif'in sonradan bu görüĢlerinden vazgeçtiğine dair açık bir bilgiye sahip değiliz. Safahat'ın 6. kitabı olan "Asım"da-ki "semerci" meseli dahi, Abdülhamid'in kıymetini anlamaya değil, Ġttihatçıların 'beterin beteri varmıĢ' dedirtmelerine atıfta bulunmaktadır. Bu bakımdan Akif'in, ideolojisine karĢı olduğu Tevfik Fikret'le Abdülhamid sözkonusu olduğunda aynı kulvarda kalması, üzerinde düĢünülecek bir noktadır. Safahât'ın son bölümlerinde bu tavrından piĢmanlık duyduğunu belirten mısralarına da rastlamak mümkün. Mesela
Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
4 Safahat, s. 345-347. Cemil Meriç, 'Akif keĢke Abdülhamid aleyhine yazdığı bu hicviyeyi Safahat'ına almasaydı' diye yazmıĢtır. Bkz. Kültürden İrfana, Ġstanbul 1986, Ġnsan Yayınları, s. 225.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!5
mısralarının 1922 yılında, yani 10 yıllık azim bir hercümerc devri yaĢandıktan sonra kaleme alındığına dikkat çekelim. Yine de bu dolaylı ifadelerin, yukarıdaki hakaretamiz eleĢtirileri kurtaracağını sanmıyorum.6 Ancak Bediüzzaman Said Nursi'nin Abdülhamid'le iliĢkisi, Mehmed
5 Safahat (Edisyon Kritik), Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Ankara 1990, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 335. 6 Yalnız Akif'in Mısır'dayken, saygı duyduğu yakın dostlarından Yozgatlı Mehmed Efendi'ye söylediği Ģu sözler, hastalandığı yıllarda II. Abdülhamid hakkındaki görüĢünü değiĢtirmiĢ olduğuna bir delil olarak kabul edilebilir: "Ölmez de iyileĢirsem Ģu, Ģu konuları nazma döküp iĢleyeceğim. Bir de hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıra- larımda Sultan Abdülhamit'e karĢı i'tizar [özür dileme] ve itiraflarım olacak." Aktaran: ġemseddin ġeker, "Mehmed Âkif ve Sultan Abdülhamit", Kültür: Sanat, Araştırma Dergisi, Sayı: 2, Ocak 2006, s. 67.
Akif'inki nden çok daha girift, renkli ve ilginç bir çerçevey e sahiptir.
 Bediüzzaman Said Nursi ve Abdülhamid        
Esasen Ġmam Bediüzzaman, o zaman da istibdâda hücum ederken son derece haklıydı. Ne var ki son dönemde misli görülmemiĢ bir istibdâdı elinde tutanlar, kabahatlerini örtmek için Eski Said dönemindeki zayıf istibdâdın sahiplerine (merhum Sultan Abdülhamid'e) saldırınca Ġmam Bediüzzaman yine izzet-i imaniyesi gereği, zâlimlerle aynı yere, aynı anda vurmamak için Eski Said'i kusurlu ilan etti.1 Celal Tetiker-Ramazan Balcı
SAĠD NUR SĠ'YĠ, Sultan Abdülhamid'le olan iliĢkisinde ve eleĢtirilerinde çağdaĢlarından ve özellikle Mehmed Akif'ten ayıran asıl ince nokta, muhalefetini ĢahsîleĢtirmeyiĢindeki büyük baĢarısında yatmaktadır. O, prensipler üzerinde durur ve "Yıldız'daki baykuĢ" gibi genel geçer ve ucuz kliĢelere asla prim vermez. En ateĢli yazılarında, hatta çağının modası olan "istib-dad"ı eleĢtirirken dahi muhalefetini ısrarla "müstebid"in Ģahsına bağlamaktan kaçınır. Belki bir parça Prens Sabahattin gibi, 'içtimaî Abdülhamid'i2 teĢrih etmek için bir tür 'model' olarak kullandığını dahi söylemek mümkündür istibdâdı.
ĠĢe Bediüzzaman'ın Abdülhamid'le yollarının kesiĢtiği ve ayrıldığı
noktaları belirlemekle baĢlayalım. Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfî'deki savunmasında Ġslam Birliği konusundaki seleflerini sayar. Bunlar (ölüm tarihlerine göre) Yavuz Sultan
1 Celal Tetiker ve Ramazan Balcı, Yeni Tarihçe-i Hayat: Bediüzzaman Said Nursi'nin Hayatı, Davası, Eserleri, Ġstanbul 2003, Gelenek Yayıncılık, s. 167. 2 Prens Sabahattin'in görüĢleri için bkz. Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2. baskı, Ġstanbul 1979, Ülken Yayınları, s. 327-329. Prens Sabahattin
Selim (1520), Ali Suavi (1878), Hoca Tahsin Efendi (1880), Namık Kemal (1888), Cemaleddin Afganî (1897) ve Muhammed Abduh'dur (1905).3 Bu ilginç ve belki de tuhaf entelektüel soy zinciri, Bediüzzaman'ın 'istibdâd' karĢısında geliĢtirdiği düĢüncelerin hangi kaynaklardan beslendiğini ortaya koyar, ama aynı zamanda Sultan Abdülhamid'e muhalefetinin de ipuçlarını uzatır önümüze. Bediüzzaman hazretlerinin saydığı isimlerden Ali Suavi, eski Sultan V. Murad'ı kaçırıp padiĢah yapmak ve Abdülhamid'i tahttan indirmek için Çırağan Baskını'nı örgütleyecek kadar gözü kara bir muhaliftir. Hoca Tahsin Efendi, Cemaleddin Afganî'yle beraber Darülfünun'da ders veren, Mustafa ReĢid PaĢa tarafından gönderildiği Paris'te uzun yıllar yaĢamıĢ bir medreseli; ama aynı zamanda Abdülhamid döneminde köĢesine çekilmek zorunda kalmıĢ mağdurlardandır.
Namık Kemal'in Abdülhamid'e hem muhalefet eden, hem de ondan maddî cihetten istifade etmeye çalıĢan tavrını daha önce görmüĢtük. Ġslam Birliği ideologu sıfatıyla ortaya çıkan Afganî, Abdülhamid'in Ģüphelendiği ve bu yüzden de Ġstanbul'da gözü önünde bulunmasını ortalıkta gezmesine tercih ettiği Cemayizelevveli biraz karıĢık bir tiptir. Muhammed Abduh'un da Sultan II. Abdülhamid'in bazen lehine, bazen de aleyhine düĢünceler ileri sürdüğünü biliyoruz. Bazı araĢtırmacılar onun bu çeliĢkili tavırlarım, sözlerinin sarf edildiği ortamlara göre değerlendirmek gerektiği kanaatindedirler. Aynı durum,
Bey'in aĢağıda yer verdiğimiz "istibdâd"ın sosyal kaynaklarını teĢhis eden görüĢlerinin Bediüzzaman Said Nursi'nin "görüĢleriyle mukayesesi bizi çarpıcı sonuçlara götürecek niteliktedir: Ġttihat ve Terakki zihniyeti, mutlak idare yerine meĢrutiyetin, yani umumî kuvvetlerin filan Ģekli yerine filan Ģeklinin savunulmasını her derde deva sanmıĢ, istibdâdın doğrudan doğruya içtimaî hayâtımızın zaafından ileri geldiğini sezmek bile istememiĢti. Bu yanlıĢ görüĢ ıslahat diye yalnız siyasî ihtirasları geniĢleterek Türkiye'ye meĢrutiyet adı altında eski devrin kötü günlerini aratacak feci bir devir daha yaĢatıyor. Ġçtimaî hastalığımızın ilmî teĢhisi yapılmadıkça ıslahat hakkında ileri sürülen fikirlerin hepsi bu sakat ve aldatıcı görüĢleri çoğaltacak. Bunları tutan devlet adamları veya siyasî partiler en büyük iyi niyetle de hareket etseler, memleketin yıkılmasını hızlandırmadan baĢka bir Ģey yapmıĢ olmayacaklar. 3 Bediüzzaman Said Nursî, Kaynaklı, İndeksti, Lügatti Risale-i Nur Külliyatı, cilt 2, Ġstanbul 1996, Nesil Yayınları, s. 1922.
talebesi ReĢid Rıza için de geçerlidir. ReĢid Rıza'nın baĢlangıçta hocasının etkisiyle Abdülhamid'i savunur ve tutarken, hatta çıkardığı Menâr adlı yayının ilk sayısında derginin meĢrebinin "Osmanlı", lehçesinin "Hamidce" olduğunu söyleyecek kadar ileri giderken, son yıllarında onu müstebidlik- le suçlayacak noktaya geldiğini görmekteyiz.4 Yine de Bediüzzaman Said Nursi'nin bu kendisinden bir önceki nesle mensup aydınlardan etkilenme meselesini abartmamak gerekir. Etki vardır kuĢkusuz ama aynı zamanda onun nev-i Ģahsına münhasır tefekkür dünyası ve aldığı verileri kendi potasında eritme ve yeni bir terkip geliĢtirme kudreti de araĢtırılmalı değil midir? Bu arka planla 1907 yılında ġarktan kalkıp Ġstanbul'a gelen Molla Said, Doğu Anadolu'yu aydınlatacak hem geleneksel, hem de modern okullar, özellikle de Medresetü'z-Zehra adıyla bir Ġslam üniversitesi açma fikriyle doludur. 30 yaĢlarındadır. Medreselerin mevcut halini düzeltmenin yolu, onları modern ilimle mücehhez kılacak yeni bir okul haline getirmektir. Mardin'de kaldığı günlerde Namık Kemal'in "Rüya"sıyla anayasa ve meĢrutiyet fikirlerine uyanan Said Nursi, Van'da Tanzimat'ın getirdiği
BatılılaĢma ve laikliğin Osmanlı eğitilmiĢ sınıfını nasıl etkisi altına aldığını bizzat gözlemleme imkânını bulmuĢtu. Medreselerin hali periĢandı ama modern okullardan mezun olanların durumu da iç açıcı değildi: Ġslamiyet hakkında Ģüphe yayıyordu bu okullar. Giderek de geriliğimizin sorumluluğunu Ġslamiyete yüklemeye kalkıyorlardı. Öyleyse bu iki uçlu dejenerasyonu da önleyecek yeni bir eğitim modeli bulunmalıydı. Hem iman hakikatlerini ve Ġslamî bilgileri öğretecek, hem de modern bilimler ile iman hakikatlerini bağdaĢtıracak yeni bir medrese, ona göre, mevcut problemlere yegâne çözüm yoluydu.
Gerçi Sultan Abdülhamid de imparatorluğun dört bucağında sürekli yeni okullar açıyordu. Hatta bir üniversite (Darülfünun) de açmıĢtı Ġstanbul'da ve Pekin'de Çin Müslümanlarına tahsil görmeleri için Hamidiye Üniversitesi yaptıran da odur. Ama bu okulların amacı, resmî ideolojiyi pekiĢtirmek ve Halife-Sultan'a sadık adamlar yetiĢtirmekti. Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye gibi yüksek okullar ise muhalifler için bereketli
4 Afgani, Abduh ve ReĢid Rıza'nın Abdülhamid hakkındaki düĢünceleri için bkz. Hayreddin Karaman (Yazan ve Çeviren), Gerçek İslâm 'da Birlik, Ġstanbul tarihsiz, Nesil Yayınları, s. 25 vd., s. 105 vd., s. 134 vd.
bir kaynak haline gelmiĢti. Sansür vardı gerçi ama Van'da Tahir PaĢa'nın konağında bile yabancı postahaneler eliyle ülkeye giren ecnebi gazeteler rahatlıkla okunabiliyordu. Bunlar aracılığıyla Avrupa'dan ve Amerika'dan her türlü haber ve bilgi, içeriye denetimsiz bir Ģekilde akabiliyordu. Tabii Bediüzzaman'ın kafasında projelerle Dersaadet'e geldiği yıllar, neresinden baksanız, Sultan Abdülhamid cephesinde 'zor yıllar'dır. Bir yandan Ermeni meselesini halletmek için uğraĢırken, Bediüzzaman'ın Ġstanbul'a gelmesinden 2 yıl önce sarayının bahçesinde bomba patlamıĢtır. 1905 Temmuz'undaki Bomba Hadisesinden MeĢrutiyet'in ilanına kadar geçen 3 yıl, Abdülhamid idaresinin değiĢen dünya Ģartları karĢısında yürüttüğü denge politikasının manevra Ģansının azalması ve aleyhindeki muhalif kampanyanın giderek yayılması karĢısında yeni çıkıĢ yollarının aranması çabaları ile geçer. Kaynar kazana dönen Balkanlar için sürekli yeni formüller geliĢtiren Abdülhamid, tam 31 Mart Vak'ası öncesinde, yıllar sonra Atatürk'ün tekrarlayacağı bir Balkan Paktı peĢinde koĢmaktadır. Ayrıca 1905'de vuku bulan Rus-Japon SavaĢı'nın sonuçlarıyla yakından ilgilidir, çünkü dünya siyasetine yeni bir gücün, Japonya'nın giriĢine göre yeni hesaplar geliĢtirmekte olduğunu, Rauf Orbay'ın hatırala- rından biliyoruz.
Velhasıl, Bediüzzaman Said Nursi'nin Medresetü'z-Zehra projesini sunduğu günlerde Abdülhamid'in baĢı gerçekten de fena halde derttedir. Aksi halde, üstelik Ermeni taleplerinin iyice ısındırdığı Doğu Anadolu'yu yeniden imparatorluğa raptetmeye yarayacak böylesine cazip bir projeyi desteklememesi için en ufak bir sebep görünmüyor ortada. Bediüzzaman'ın Mayıs veya Haziran 1908 tarihinde Saray'a sunduğu eğitimin ıslahıyla ilgili arzuhalin baĢını derde soktuğu yazılıdır kitaplarımızda. Ancak eğitimle ilgili rapor sunan birisinin sırf bu sebeple göz altına alınmasını anlamak hakikaten kolay değildir. Asıl sebep, raporu sunarken, sarayda görevli üst düzey bürokratlarla dobra dobra konuĢması olmalıdır. Saray çevresi, anlaĢılan alıĢkan olmadıkları bu sert üsluba takılmıĢtır. Bundan sonra bir Ermeni doktor tarafından muayene edildiğini ve Üsküdar'daki ToptaĢı Akıl Hastanesi'ne kapatıldığını biliyoruz. Saray doktorunun verdiği rapor doğrultusunda akıl sağlığının yerinde olduğunun anlaĢılması üzerine de hapishaneye konulduğunu.
Haziran ayının sonu gelmiĢ, kıyametin kopacağı 24 Temmuz 1908'e sadece bir ay kalmıĢtır. Bu sırada Zaptiye Nazırı'nın (Emniyet Müdürü) gözaltında tutulan Said Nursi'yi ziyaret etmesi, saraya sunduğu tavsiyelerin yine de değerlendirilmiĢ olduğunu gösterir. PaĢa'ya göre, Bediüzzaman'ın teklifi Bakanlar Kurulu'nda görüĢülecek, kendisi de açılacak üniversiteye rektör olarak tayin edilecektir. Bu sırada kendisine Saraydan maaĢ teklif edilmiĢse de bu teklifi geri çevirmiĢtir. Projeyi getirmekten maksadı, kendisini maaĢa bağlatmak değildir kesinlikle. Ancak her Ģeyin devletten beklendiği bir düzende Said Nursi'nin bu müstağni tavrının bendegân-ı saray tarafından yeterince anlaĢılamamıĢ olması da normaldir. Said Nursi'nin, hükümetten gelen bu cazip teklifi kabul etmemesi ise her açıdan ilginçtir. Bu görüĢmenin hemen ardından MeĢrutiyet ilan edilmiĢ ve Abdülhamid'in idare üzerindeki kontrolü belirgin bir biçimde azalmıĢtır. Artık o, mutlak yetkileri olmayan MeĢrutî bir hükümdardır. Yeni bir sayfa açılmıĢtır tarihte. ġimdi Bediüzzaman Said Nursi'nin 31 Mart'a kadar sürecek 9 aylık MeĢrutiyet kampanyası baĢlamıĢtır. Medresetü'z-Zehra sonraki yıllarda tekrar gündeme gelmiĢse de, hayata geçirilemeyen bir proje olarak kalmıĢtır. Ancak Erzurum'da 1950'lerde bir üniversite (Atatürk Üniversitesi) açılmasını, bu projenin soluk bir yansıması olarak görmek mümkündür.5 ġunu demek istiyorum: Bediüzzaman hazretleri, Abdülhamid Han idaresinin 31. yılında Ġstanbul'a gitmiĢ, 32. yılında, yani ihtilalin kopmak üzere olduğu fırtınalı bir ortamda "vilâyât-ı ġarkiyyede" mektepler açılması hakkındaki raporunu sunmuĢtu saraya. Muhtemelen daha uygun bir kanaldan ve daha uygun bir zemin ve zamanda sunulmuĢ olsaydı, Doğu Anadolu aĢiretlerinin çocuklarını Ġstanbul'a getirterek AĢiret Mekte- bi' nde eğitmeyi düĢünmüĢ ve "biçare vilayat-ı ġarkiyyenin bedevi aĢâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeri ve medeniyeye" sevk etmiĢ olan6 Sultan'ın bu projeyi en azından "sadık bendeler" yetiĢtirmek
üzere politik olarak ciddiye almaması düĢünülemezdi.7
5 Burada özetlediğimiz bilgilerde esas olarak ġükran Vahide'nin tarihçesi takip edilmiĢtir: Islam in Modern Turkey: An Intellectual Biography of Bediüzzaman Said Nursi, New York: 2005, SUNY Press, s. 3 vd.
Her biri Abdülhamid'e düĢmanlık doğuracak kadar ağır tecrübeleri (akıl hastanesine kapatılmak ve hapishaneye atılmak, sorgulanmak vs.) yaĢamıĢ bulunan Bediüzzaman'ın yine de bir noktada diğer muhaliflerden ayrıldığını net olarak görebiliyoruz. O, Sultan Abdülhamid hakkında, prensiplerden hareket etmek suretiyle hükümler vermeye devam etmiĢ, meseleyi ĢahsîleĢtirmekten ısrarla kaçınmıĢtır. Evet, Abdülhamid'in idaresini "istibdâd" olarak gördüğü ve eleĢtirdiği doğrudur, fakat "istibdâd"ın, bir ihtilal atmosferinde abartıldığını fark etmesi de önemlidir. Halbuki Münazarat'da geçtiği üzere Abdülhamid'inki, bir Ģahsın "mecburi", "cüz'î" ve "hafif" istibdâdıdır. Ancak bu mecburi, cüzî ve hafif istibdâd bir kere baĢlayınca amip gibi bölünüp her yere yayılacak ve sonuçları pek Ģiddetli bir Ģekilde her tarafta hissedilecektir. Böylece müstebidin kendisi böyle olmasını amaçlamasa da, ortaya bir "mutlak istibdâd" çıkacaktır. Demek ki, Bediüzzaman'ın Abdülhamid'in tek adam idaresine yaklaĢımını, 'Yıldız'daki canavar' gibi ölçüsüz ve kastî yaklaĢımlarla bir tutmak vahim bir hata olacaktır. Hatta Divan-ı Harb-i Örfi'de, sonraki keyfî, küllî ve ağır istibdâdı gördükten sonra onun yönetimini "zayıf istibdâd" diye bir kere daha hafiflettiğine Ģahit olunacaktır. Nitekim talebelerinden Mustafa Sungur, Tek Parti döneminin sıkıntılarım ve istibdâdını gördükten sonra bir keresinde Bediüzzaman'ın Abdülhamid hakkında Ģunları söylediğini nakleder: "Keçel Said, sen
Ģefkatli bir padiĢaha müstebit diye itiraz etmiĢtin. Onun cezası olarak Ģu dehĢetli istibdâdın cezasını çek bakalım."8 Bir baĢka metin ise yine Mustafa Sungur'dan aktararak Bediüzzaman'ın Abdülhamid hakkındaki hükmünü Ģöyle kaydeder:
Sultan Abdülhamid, velidir. Ben onu hususi dualarımın içine almıĢım. Her sabah, 'Ya Rabbi, sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye'den razı ol' diye dualarımda yad ederim.9
6 Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Ġstanbul 1998, Yeni Asya NeĢriyat, s. 150-151. 7 AĢiret Mektebi hakkında geniĢ bilgi için bkz. Bayram Kodaman, Şark Meselesi Işığında Sultan II. Abdülhamid'in Doğu Anadolu Politikası, Ġstanbul: 1983, Orkun Yayınevi, s. 97 vd.
Sultan Abdülhamid'in onun nazarında "veli" olduğuna dair bir baĢka belge, talebelerinden Muhsin Alev'in Necmeddin ġahiner'e aktardığı sözlerdir:
Ġstanbul'da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhum padiĢaha çok hücum edip hakaret ediyormuĢ. Bunu Üstad duyunca üzüldü. Bize, "Sultan Abdülhamid 60 milyon Müslümanın halifesiydi. Ben ona bir veli nazarıyla bakıyorum" diye buyurarak Abdülhamid hakkında bir lahika mektubu neĢretmiĢti.10
Said Nursi'nin, MeĢrutiyet namıyla yapılan yeni istibdâdı ve Tek Partili yılların baskılarını yaĢadıktan sonra Sultan Abdülhamid hakkındaki kanaatlerinde değiĢikliğe gitmek ihtiyacını duymuĢ olması, onun yine Ģahsa değil, prensiplere bağlılığım ortaya koyar. Zira Ģahsa dayalı bir
muhalefet yürütseydi, Mehmed Akif gibi, sonradan sözlerinden dönemeyeceği müĢkil bir konumda kalırdı. Yahut Rıza Tevfik gibi, yine Ģahsî bir özür-name kaleme alması gerekirdi. Ancak Said Nursi'nin buradaki tavrı, tam bir Hakperestin tavrıdır. Duyguları değil, Kur'an'ın prensipleri yol gösterir bu konuda da kendisine. Nitekim Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat'ta geçen, yıllar soma yapüğı bir değerlendirmede istibdâda karĢı çıkmasının doğru, fakat hedefin hatalı olduğunu söylemiĢtir.
1953 yılında, Bediüzzaman henüz sağken talebelerinden Muhsin ve Ziya'nın yazdığı Ģu mektup, bir öğretmenin sorusuna cevap olarak kaleme alınmıĢtır:
Evvelâ: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu, Kur'an-ı Hakim'in bir kanun-i esasîsidir ki: "Bir adamın cinayetiyle baĢkası mesul olamaz" kaide-i Kur'aniyesi ile, "O padiĢahın zamanındaki hükümetin hataları ona
8 Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat'tan (I, s. 184) aktaran: Ġsmail Mutlu, Sorularla Bediüzzaman Said Nursi, cilt 2, Ġstanbul 1995, Mutlu Yayıncılık, s. 18. 9 Aktaran: Vehbi Vakkasoğlu, Başkasının Günahına Ağlayan Adam, Ġstanbul 2005, Nesil Yayınları, s. 138. 10 Necmeddin ġahiner, Son Şahidler Bediüzzaman Said Nursi'yi Anlatıyor, Cilt 1, Ġstan- bul 1994, Yeni Asya Yayınları, s. 307. (Bu nottan beni haberdar eden Veli Sırım Bey'e teĢekkür ederim.) Bu mektubu aĢağıya alıyorum. Bu bölümü okuma lütfunda bulu- nan Mehmed Fırıncı ağabey, yine Zübeyir Gündüzalp'tan naklen, Said Nursi'nin, Abdülhamid'le görüĢmesine o sırada sarayda bulunan özel kalem müdürünün en- gel olduğuna inandığını söyledi. "Engel olmasalardı maksad hasıl olacaktı" demiĢ Said Nursi. Yani Bediüzzaman Said Nursi bu olayda kabahati Sultan'da değil, ken- disini onunla görüĢtürmeyen çevresinde bulmuĢtur.
verilmez" diye daima hayatında ona hüsn ü zan etmiĢ, onun bazı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muarızlarına karĢı da tevile çalıĢmıĢ. Saniyen: Üstadımız, Hürriyet'in baĢında [1908] bütün kuvvetiyle Ģeriat dairesindeki hürriyet-i Ģer'iyeyi sena etmiĢ, nutukları ile halkları o hürriyete davet etmiĢ ve hürriyet-i Ģer'iyeye muhalif olanlara demiĢ ki: "Eğer Ģeriat dairesinde olmazsa, istibdat namını verdiğiniz, bir Ģahsın mecburi, cüz'i ve hafif istibdâdı, pek Ģiddetli bir istabdad-ı küllî olup inkısam ed[ince] herkes, bir nevi müstebit olur. istibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdâd hükmüne dönecek, yani hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak." Hatta bu meselede Üstadımız, idam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiĢ ki: "Eğer meĢrutiyet, Ġttihatçıların istibdâdından ibaret ise veya hilaf-ı ġeriat hareket ise, bütün dünya Ģahit olsun ki, ben mürteciyim." Salisen: Üstadımız, o zamanda bir hiss-i kable'l-vuku nevinde Ģimdiki alem-i Ġslamm ecnebi istibdâdından kurtulmasını] ve bir Cemahir-i Müttefika-i Ġslamiye [BirleĢik Ġslam Cumhuriyetleri] tarzında tezahüre baĢlamasını tasavvur etmiĢ, ümit etmiĢ, hissetmiĢ ve bütün kuvvetiyle bağırmıĢ, hürriyet-i Ģer'iyeyi takdir etmiĢ. O zamanki hutbelerinde demiĢ ki: "Hürriyet, terbiye-i Ġslamiye ile olmazsa ölecek; bir istibdâd-ı mutlak çıkacak." Rabian: Üstadımızdan hem iĢitmiĢ, hem halinden anlamıĢız ki, ecnebilerin Ģiddetli desise ve kuvvetlerine karĢı gösterdiği sebili ve kanaat, hususan alem-i Ġslamın kısm-ı azaminin halifesi olmak; hem biçare vilayat-ı ġarkiyenin bedevi aĢairini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye... sevk etmesi, Hamidiye Camii'nde her Cuma günü bulunması, Ģeair-i Ġslamiyeye elden geldiği kadar müraat etmesi, daima Yıldız dairesinde manevi üstadı kabul ettiği bir Ģeyhi [Ebu'l-Huda'yı ve ġazeli ġeyhi Zafir Efendi'yi kastediyor olmalı -M.A.] var olduğu gibi, çok hasenatı için, Üstadımız, bütün hayatında onun padiĢahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kanaat etmiĢti.
Ancak bazı basımlarda Münazarat'ın. sonuna eklenen bu mektubun bir de beĢinci bendi vardır ki, çok önemlidir. Bu maddeyi Abdülkadir Badıllı'nın en geniĢ kapsamlı Bediüzzaman biyografisinden aktarıyorum:
Ġnsan hatasız olmaz. Eğer onun [Abdülhamid'in] hakkında o zaman nutuklarında, bir mecburiyet altında Ģiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiçbir ehemmiyeti kalmaz. Hem AĢere-i MübeĢĢere [Cennetle müjdelenen on sahabi] içinde, Hz. Ali ile Hz. Talha ve [Hz.] Zübeyr'in birbiri hakkındaki hataları, onların Ġslamî hakikatlere dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, 50 sene evvel Üstadımızın merhum padiĢah [Abdülhamid] hakkında bir hatası medar-ı itiraz olamaz.11
Badıllı, age, I, s. 184.
1908'den 1953'e kadar geçen 45 yıllık depremler, Sultan Abdülhamid'in de imajını tazelemiĢ görünmektedir. Arkasından gelen sağır eden boĢluk ve peĢpeĢe meydana gelen sarsıcı travmalar,
Sultan'ın nelere engel olmaya çalıĢtığını, görmek isteyenlere daha iyi göstermiĢ olmalıdır. Ve meseleye prensipler düzeyinde yaklaĢan Bediüzzaman Said Nursi'nin, yüzünü nasıl yeniden hakikate döndürebildiğini de ibretle görmekteyiz. Artık burada 'hata' da sevap anlamını yüklenmekte değil midir? Zira yol aynıdır. Fakat hakikat, peçesini yalnızca üzerinde samimiyetle yürümeye devam edenlere açmaktadır.
Abdülhamid ve çocuklarının nankörlüğü        
Yerime geçenler beni o kadar temize çıkardılar ki, din ve devletime getirdikleri bunca felaketin acı hatırası olmasaydı kendilerine bunun için teĢekkür bile ederdim. Sultan II. Abdülhamid
BĠRAZ DAH A bugünlere doğru yaklaĢalım mı? Günümüzde Aka Gündüz diye bir yazarı tanıyan kaldı mı bilmiyorum. 1930'larda Dikmen Yıldızı adlı romanı ile Ģöhret basamaklarından aniden çıkan bu velut yazarın kısa hayat hikâyesini Ģöyle veriyor Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi: 1886'da Selanik'de, Katerin'de doğdu, 1958'de Ankara'da öldü. Asıl adı Enis Avni'dir. (Ġbrahim Alâettin Gövsa, Türk Meşhurlarına babasının BinbaĢı Kadri Bey olduğunu not düĢüyor.) Ġlk öğrenimini Serez ve Selanik'de tamamladıktan sonra Ġstanbul Eğrikapı'daki 'Sırp RüĢdiyesi'ne devam etti. Daha sonra Galatasaray, Edirne ve Kuleli askeri idadilerinde okudu. Harbiye'nin ikinci sınıfındayken hastalanarak tahsilini yarım bıraktı. Paris'e gitti, hukuk ve güzel sanatlar okumaya baĢladı. Ancak
1 "Aka Gündüz", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt 1, Ġstanbul 1977, Dergâh Yayınları, s. 83-84 (burada biyografik malumatı aynen değil, özet olarak verdim). Aka Gündüz'ün hayatı ve eserleri hakkında bir kitap kendisi sağken yayınlanmıĢtır: Murat Uraz, Aka Gündüz: Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Eserlerinden Parçalar, Ġstanbul 1938, okulunu yine yarım bırakarak Ġstanbul'a döndü. Sürgün olarak Selanik'e gönderildi. 31 Mart Vak'ası üzerine (ansiklopedide 1908 yılında diye geçiyor ama doğrusu 1909 yılı olacak!) Ġstanbul'a yürüyen Hareket Ordusu'na gönüllü olarak katıldı..) Biyografiler aptalları kandırmak için yazılır sözü bu örnekten daha iyi doğrulanabilir mi? Bir hayatın böylesine düz akmıĢ, böylesine 'sorunsuz' yaĢanmıĢ olması mümkün müdür? Selanik'de doğan, orada okula baĢlayan
ama Ġstanbul'a geldiğinde "Sırp RüĢdiyesi"ne giden bir BinbaĢı oğlu olmak Osmanlı toplumunda hangi anlama gelmektedir? Biyografiler bu noktada zinhar ses vermiyor. Sonra birdenbire aynı çocuğu askeri liselerde okurken görüyoruz. Hastalanıyor ve bu yüzden askeri okuldan ayrılıyor. Sonra fikir değiĢtirip Paris'e gidiyor, orada da bir baltaya sap olamadan yurda dönüyor ve nihayet gazetecilik hayatına atılıyor. Yazarımızın hayatım bir zar gibi kuĢatan bu 'baĢarılı istikrarsızlık' nedendir? Yine suskundur tercüme-i hal kitaplarımız. Sonra sert ve muhalif yazılarından dolayı Sultan II. Abdülhamid döneminde kendi memleketine sürgüne gönderildiğini öğreniyoruz yazarımızın (bu nasıl sürgünse artık!). Nihayet onu, 1909'da PadiĢah'ı tahttan indirmek için Ġstanbul'a yürüyen ordunun saflarına gönüllü olarak karıĢmıĢ buluyoruz. Neden gönüllü olmuĢtur? Cevap yok... Hayat hikâyesinin bundan sonrasını merak edenler ilgili sözlüklere bakabilir. Bu kısımda epey Ģey söyleniyor. Onu 1932 ile 1946 yılları arasında TBMM'nde milletvekili olarak gördüğümüzü söylememiz yeterli olacaktır. Biraz sonra anlatacaklarımızla birleĢtirince Aka Gündüz'ün bu milletvekilliğini ne denli "bileğinin hakkıyla" kazandığını anlayacaksınız.
Semih Lütfi Erciyas: Suhulet Kitabevi. Hakkında yazılanları sıcağı sıcağına toplayan bir derleme için bkz. Hilmi YücebaĢ, Bütün Cepheleriyle Aka Gündüz: Hayatı, Hatıraları, Eserleri, Ġstanbul 1959. Aka Gündüz hakkında bkz. Erol Özbilgen, "II, Abdüthamid'e muhalefet", 77. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, Ġstanbul 1992, Seha Yayıncılık, s. 178, dn. 66. Aka Gündüz'ün ömrünün 22 yılını kapsayan bu açılmıĢ portresinin yine de çenesi bağlıdır; nutka gelmeye hâlâ direnmektedir. "Ġmparatorluğun en uzun yüzyılı"nın sonunda, 1886-1908 devresinde geçmiĢ bir hayat için yine de fazla pürüzsüz bir öykü onunkisi. Bir Ģeyler daha kımıldıyor olmalı bu öykünün örtüsü altında. Ama ne? Nihayet yaprakları sarı lekelerle kaplı bir eski zaman dergisinde gözlerime mıhlanıyor aradığım sır. BaĢlığını okuyorum: "PadiĢaha gidiyorum". Yazan: Aka Gündüz!2 Evreka! Sır çözülüyor galiba. Okuduğum yazı, tam da kıyametin koptuğu anda baĢlıyor. Yani 1909 Nisan'ınm 24'ündeyiz. Yazar Yıldız Sarayı'nın ünlü kayıklı havuzunun önünde, gönüllü olarak katıldığı askerî birliğiyle beraber beklemektedir. "Ortalıkta sinsi bir canlılık ve sıkıntılı bir ağırlık var"dır. II. Abdülhamid'i hal', yani tahttan indirme fetvası elinde saraya gelen heyetin korumalığını
üstlenmek ve padiĢah lehine bir direniĢ olursa onları süngüleriyle delik de- Ģik etmek için buradadır. Sarayın merdivenlerini çıkanlar arasında Arnavutluk'daki Draç mebusu Es'ad Toptanî PaĢa'yı hatırlıyor, bir de sağındaki Yahudi mebuslardan Emanuel Karasu'yu. Yazarımız diğerlerini "Arap" zannediyor. Ne de olsa 22 yaĢında bıyığı yeni terlemiĢ bir gönüllüdür. Hepsini tanıyacak hali yok elbette! O sırada Yıldız Sarayı bahçesinde bulunan Fethi Okyar Bey'den öğrendiğimize göre, Ayan azası senatör Ermeni Aram Efendi de oradadır, Lazistan mebusu Arif Hikmet PaĢa da3. Bu dörtlü, Mabeyn'in merdivenlerine doğru yürürken bir Ģeyler kımıldıyor hatıralarının örtüsü altında. Bir anda yıllar,
Yıldız Sarayı'nın bahçesinden Tarzan'ın sarmaĢıkları gibi önüne kadar sarkıyor ve yazarımız onların birkaçına tutunarak çocukluğunun karanlık ormanına dalıyor. Daha doğrusu, sığmıyor. Vicdanı rahatsız, besbelli... Meğer tahttan indirmek için kapısına dayandıkları Sultan Abdülhamid'in pencereden görünen siyah hayaletiyle 14-15 yıl öncesinde de karĢılaĢmıĢtır Aka Gündüz. O zamanlar belinde tokalı bir kemer vardır, Ģimdiyse havai fiĢeklik ile iki adet bomba; o gün elinde padiĢahın "yumuĢak ve uzun parmakları" vardır, Ģimdiyse sımsıkı dolu bir silah! 1897'de yine bu bahçededir 11 yaĢındaki Aka Gündüz. Ancak bu defa yanında saraya yakın bir büyüğü vardır. PadiĢaha gidip okumak istediğini, kendisini bir yatılı okula koymasını söyleyecektir. Birden ağaçların arasından 3-4 kiĢi çıkar karĢılarına. Birisi öbürlerine göre daha iyi giyimlidir. Çocuğun dikkatini çeker bu zayıf ve hafiften öne eğilmiĢ sakallı adam. Adam kendisini yanına çağırır. Burada ne aradığını sorar. Aka Gündüz, olanca saflığıyla, buraya padiĢahı görmeye geldiğini ve okula gitmek istediğini, kendisine yalnız onun yardımcı olabileceğini söyler. Çocuğun okuma konusundaki kararlılığı hoĢuna gider adamın ve padiĢahla konuĢup kendisinin zamanın en iyi eğitim kurumlarından Galatasaray'a yazılmasını, babasının sürgünden kurtarılmasını ve binbaĢı yapılmasını sağlayacağını temin eder; yanındakilere çocuğa bir miktar harçlık vermelerini söyler. Çocuk sevincinden tekrar tekrar ellerini öper
2 Aka Gündüz, "PadiĢaha gidiyorum", Yedigün, No. 315, 21 Mart 1939, s. 7-8 ve "Abdülhamit'le konuĢtum!", Yedigün, No. 316, 28 Mart 1939, s. 10-11. 3 Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 44 vd.
adamın ve binbir mutluluk çiçekleri açtırarak içinde, sarayın hakkâkbaĢının elinden tutarak babasına müjdeyi yetiĢtirmek üzere evine döner. Yolda hayretle öğrenir ki, elini öptüğü adam, padiĢah Abdülhamid'dir! Bir çocuğun hayatının değiĢtiği, kaderin muhteĢem anlarından birine rastlamıĢtır Aka Gündüz. Ancak kendisine belki de elindeki yazar kalemini borçlu olduğu bu adamı ömür boyu hayırla yad edeceğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz! r  Kürt Salim'in sadakati!
Tahttan indirildikten sonra Selanik'teki Alatini KöĢkü'nde gözetim altında tutulan Abdülhamid'e Kürt Salim adlı bir muhafız tarafından ateĢ edilmiĢ ancak bu suikast giriĢimi hedefine ulaĢmamıĢtı, iĢin garibi, Salim'in bizzat Sultan Abdülhamid tarafından Kuleli Askeri Lisesi'ne kaydettirilmiĢ ve kendisinden para yardımı görmüĢ olmasıydı. Topçu Salim diye de bilinen bu kiĢi, KurtuluĢ SavaĢı sırasında Ankara'da özel bir eğlence aleminde saz çalmakta olan iki Ermeni çalgıcıyı durup dururken katletmiĢtir. Bkz. [Vasıf Bey,] "Sultan Hamid'in muhafızıydım: Alâtini KöĢkü", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 11, Aralık 1966, s. 29. V J
ĠĢte Ģimdi 20'li yaĢlarında yine o sarayın avlusundadır ve elindeki tüfeği, bir zamanlar hayatını bir peri masalına çeviren bu uzun boylu, derin bakıĢlı adamın üzerine doğrultmuĢtur. Oysa o gün orada Abdülhamid, açtığı okullardan yetiĢenler tarafından tahtından indirilmiyor, aslında bir imparatorluğun kaderiyle oynanıyordu. O gün orada bir padiĢah tahttan indirilmiyor, değerli araĢtırmacı Thierry Zarcone'un tespitiyle söylersek, Osmanlı Devleti'ni sadece 9 yıl içinde giyotinle doğrayarak tanınmaz hale getirecek olan Mason Ġktidarı tahta çıkıyordu4. Velhasıl Sultan Abdülhamid'in neye karĢı direndiğini anlamak için
4 "Bu dönemde Masonluk demokrasi ve laiklik yolunda, Localarında Ġttihat ve Terakki'nin teĢkilâtlanmasını organize etmiĢ, 2. MeĢrutiyetin ilân edilmesinde, 31 Mart gerici reaksiyonunun bastırılmasında ve nihayet Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde yadsınamayacak önemli bir rol oynamıĢtır. Thierry Zarcone admda Fransız tarihçi 1908-1918 dönemini "Mason Devlet" olarak nitelendirmektedir. Mason milletvekili heyetleri Fransa, Macaristan ve Ġtalya'yı dolaĢarak, Osmanlı Ġmparatorluğuna artık demokrasinin geldiğini ilân ediyor, lehte kamu oyu oluĢturuyorlardı." Bkz. http://www.tesviye.org/sayi56/orta4.htm
Türkiye aydınının 1940'larda soluklanması gerekiyordu.
"Hamidiye kahramanı"nın gözünden Abdülhamid        
Avrupa memleketleri, yegâne kurtuluĢun, onların medeniyetini kabul etmekle mümkün olabileceğine dair garip bir kuruntu içindeler. Halbuki Müslüman Osmanlı kültürünün de, onlarınki kadar hükümran olmaya layık olduğu... aĢikârdır. Sultan II. Abdülhamid
"HAMĠDĠYE KAHR AMANI " Rauf Orbay (1881-1964), Sultan Abdülhamid'in çok-cepheli kiĢiliği karĢısında kafası karıĢmıĢ Ģahsiyetlerden biridir. Sultan'ı oldukça yakından tanıma bahtiyarlığına eriĢmiĢ, babası da has bir Abdülhamid hayranı bahriyeli olduğu halde, zamanla muhalefetin saflarına katılmıĢ, hatta onun aleyhine iftira boyutlarına varan düĢüncelere kapılmıĢtır. Ne var ki, Rauf Orbay'ın, BaĢbakanlık makamına kadar çıktığı Cumhuriyet devrinde iĢ baĢından uzaklaĢıp yurt dıĢına gitmesi, Atatürk'ün ölümü üzerine Türkiye'ye döndükten sonra da ısrarla susmayı tercih etmesi, II. Abdülhamid hakkında yaĢlılık yıllarında da aynı düĢünceleri paylaĢıp paylaĢmadığını öğrenmemizi imkân haricine çıkarmaktadır.1 Ancak ölümünden soma yayınlanan
1 Mesela gazeteci Ayhan Hünalp, röportaja gittiği Orbay tarafından yüz geri edilmiĢ ve kendisine, mahremiyetlerini kendisine saklamak istediğini söylemiĢtir. Bkz. "Rauf Orbay ile bir konuĢma", Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 5, Aralık 1970, s. 80.
II. Abdülhamid Han'ın kılıç kuĢanma törenini gösteren bir gravür (L'lllustration'dan).
belgelerde, bu yılları "Bahriyeli" penceresinden değil, artık bir devlet adamı gözüyle gördüğünü belli eden satırlara rastlamak mümkün olabiliyor. Mesela Abdülhamid'in kılıç kuĢanma merasimini gösteren bir gravürün arkasına, onun uyguladığı baskıların, padiĢahın "maharetle tatbik ettiği muvazene [denge] siyasetinin ülkenin sükûnu üzerindeki ne büyük kıymet olduğunu" unutturmuĢ olduğunu, bunun da onun tahttan indirilmesinden sonra açılan boĢluk içinde anlaĢıldığını ifade ediyor.2 Rauf Orbay yukarıda bahsi geçen Sultan'ı ilk ziyaretinin ardından defterine Ģu satırları not düĢmüĢtür:
GeniĢ salonun ortasını kaplıyan masanın üzerindeki büyük Kipert Paftası'nın coğrafî mevkileri ile sergilediği Rus-Japon topraklarında ve denizlerinde cereyan eden harbi Rus-Japon bayrakları flâmalarıyla tesbitliyen haritadan baĢını kaldırıp
2 Cemal Kutay, Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir insanımız: Hüseyin Rauf Orbay (1881-1964), Cilt 1, s. 262 vd.
bize baktığında, bu bakıĢlarda karĢısındakinin ne düĢündüğünü anlamıĢcasına nefsine hâkimiyet, âdeta, kat'î hüküm halinde beliriyordu. O kadar ki, huzurundan ayrıldığında Bagnam PaĢa da bu intibaını ifâde etti: "PadiĢahınız kendi fikir ve düĢüncesini ifâdeden evvel, muhatabının fikir ve düĢüncesini öğrenmek istiyor" dedi. Kalın, davudi denilen tanılan bir sesi vardır. Kelimelerin hakkını vererek konuĢuyordu. Suallerine verilen cevablar tatmin etmemiĢse, sorusunu geniĢletiyor, aldığı cevabı tatminkâr bulmuĢsa bir baĢ iĢaretiyle yenisine geçiyor, görüĢme temamlanmıĢsa, bunu hareketiyle tebliğ ediyordu. Ne- zaket ve mahviyet hududunda baĢlıyan hürmet telkin eden vekar sahibi idi. Bizleri kabulünün asıl sebebi olan Rus-Japon Harbinin safhaları üzerinde Bagnam PaĢa'a öyle sualler sormuĢtu ki, Amerikalı kaptan sık sık hayretler içinde kalıyor, baĢbaĢa kaldığımızda: "Hayret ediyorum: Ancak bu mevzularda sistemli tahsil ve uzun tecrübe neticesi elde edilebilecek malumata nasıl sahip olmuĢ" sualini soruyordu. Bu suale hâlâ cevab bulabilmiĢ değilim.3
Samimi olduklarıyla konuĢurken gayet canlı birisi olan Sultan Abdülhamid, yabancı insanlarla özellikle ilk görüĢmelerinde, gayet kısa ve az konuĢmasıyla tanınıyor. Malum, Osmanlı padiĢahlarının bir özelliği de kamusal alanda gayet az ve kısa konuĢmalarıydı. Tarihlerimizde Murad-ı Hüdavendigâr'ın bu özelliği üzerinde çok durulmuĢtur. ġurası açık ki, II. Abdülhamid keskin bir insan etkileme yeteneğine sahiptir. KarĢısındaki insanın kim olduğunu, kıratını, sarf ettiği kelimelerden, üslup ve davranıĢlarından gayet iyi sezebilen, keĢfedebilen 'sarraf bir tarafı olduğu kesin. Yabancılar da dâhil pek çok tanıyanı, onun Ģu özelliğini vurgulamıĢlardır:
Abdülhamid'in bire bir iletiĢim kurduğu zaman ikna edemeyeceği kimse yoktur. Rauf Orbay genç bir yüzbaĢı iken 1905 yılında Bagnam (Bucknam) adlı Amerikalı amiralle birlikte Yıldız Sarayı'nda Sultan Abdülhamid'in huzuruna ilk adımını adım atmıĢtır.
Bundan sonra olanları Rauf Bey'in sözlerinden izlemeye devam edelim:
3 Kutay, age, I, s. 334
Donanma müfettiĢi unvanıyla kendisine kaymakamlık rütbesi tevcih edilen Kaptan Bagnam'ın da, benim de yeni terfi ettiğim yüzbaĢılık rütbesinin merasim üniformalarımız içinde ayakta selam resmi vaziyetinde idik. Ġlk defa yakından duyduğum kalın, davudi, ahenktar sesiyle ve masanın sağ sol tarafındaki yaldızlı koltukları göstererek "oturunuz" iradesini tebliğ etti. Nadir Ağa'dan öğrendiğimize bağlı kalarak iradenin ardı ardına üç defa tekrarından sonra yan yana koltuklara iliĢtik, ellerimiz önümüze kavuĢuk irade-i Ģahaneleri bekliyorduk. Gözlerimiz de önümüzdeydi. Bana gelince, adeta rüyada idim. Bu arada bir gece evvel Bagnam PaĢa'nın metnini çevirdiğim tercümenin masanın üzerinde ve aydınlığın ortasında olduğunu, savaĢlara ait bilgilerin has isimlerinin altlarının kırmızı mürekkeple iĢaretlendiğini gördüm.
Burada ilginç bir noktaya değiniyor Rauf Bey: Amerikan Amirali Bagnam PaĢa padiĢaha bir rapor yazmıĢ. Rauf Bey de Ġngilizcesi olduğu için Türkçeye tercüme ederek saraya takdim etmiĢ ki, kendileri ertesi gün yola çıkıyor. O gece rapor Abdülhamid tarafından okunmuĢ, kırmızı mürekkeple satırların altları çizilmiĢ, özel isimlere iĢaretler konulmuĢ. Bu, Sultan'ın iĢ olsun diye rapor yazdırıp da bir kenara atmadığını gösteren çarpıcı bir olay.
Rauf Orbay bunun üzerine Ģöyle diyor: PadiĢah'ın böylesine alakasına mazhar bir metni dilimize çevirmenin sahibi olarak o genç yaĢımda gururla karıĢık haz duyduğumu saklamayacağım.4
Burada dikkatimizi çeken bir baĢka nokta var. PadiĢah, Bagnam PaĢa'ya bir irade-i seniyye ile görev veriyor:
Verdiği son rapor üzerine harb sahasına yerleĢtirilen iĢaretler doğru olarak vaz'edilmiĢ midir? Tetkik etsinler!
Bundan sonraki manzara ise Sultan Abdülhamid'in Rus-Japon SavaĢı'nı ne büyük bir dikkatle takip ettiğim pek güzel aksettirmektedir:
PadiĢahın hareketimizi alâka ile tâkib ettiğinin farkında idim. Bagnam Bey flamaları buna göre düzenliyordu. Meslek hayatının bir bölümünü geçirdiği uzak denizlerdeki meskun yerleri derhal buluyor ve gelmiĢ son bilgileri iki taraf donanmasının durumunu amblemlerini taĢıyan flamalarıyla harita üzerinde tespit ediyordu.
PadiĢahın iki eli, ayrık vaziyette masanın üzerinde idi. Donanma-yı Hümayunu'na müfettiĢ tayin ettiği Amerikalı denizcinin çalıĢmasını ilgi ile tâkib ediyordu. Bu arada raporun Türkçe metninden yaptığım çeviri yanında, Bagnam Bey'e gerektiğinde tekrarladığım metinle de alakadar olduğunu Ģu iradesiyle anladım: - Kelimeler hâlinde daha ağır telaffuz ederek tekrarlayınız!
Bu teknik alakadan Bagnam PaĢa kadar Rauf Bey de ĢaĢkındır. Tam selam verip huzurdan ayrılırken, o muhteĢem hafızasıyla Sultan Abdülhamid, 25 yaĢındaki Rauf Bey'i tanır ve sorar: "Siz Mehmed Muzaffer PaĢa'nın mahdumu [oğlu] musunuz?" Tam isabet. Kendisine, "ĠnĢaallahu teâla mülk ü millete faydalı hizmet ifa ve teali edersiniz", yani "Allah devlet ve millete hizmet etmeyi ve bu yolda yükselmeyi size nasip
etsin" duasıyla mukabele eder.
Belki bu, büyütülecek bir yanı olmayan sıradan bir olaydır. Fakat bize bir devlet adamının ufacık bir sarayın içinde dahi ne ince meselelerle meĢgul olduğunu, dünyayı takip etme çabası yanında genç bir subayın dahi ailevî durumunu gözden kaçırmadığını çok güzel bir biçimde anlatıyor5. Ancak Rauf Orbay da, bir bahriyeli olarak propagandalara kapılmıĢ ve adını ölümsüzleĢtiren "Hamidiye" adlı savaĢ gemisinin bile Sultan Abdülhamid tarafından, 1904 yılında Mecidiye ile birlikte Ġngiltere'den satın alındığını, yani Ģöhretini bile Abdülhamid'e borçlu olduğunu nedense unutmayı seçmiĢtir. Sultan'ın güya Cuma namazlarını dahi kılmadığını neden ima etsindi yoksa?
Bagnam PaĢa... Bir gün bana... sordu: -Genç dostum... PadiĢah Cuma günleri ne zaman namaz kılıyor? Gülmemek için kendimi zor tutmuĢtum ama aynı soruyu kaç defa kendime sormuĢ, cevab bulamamıĢtım. Evet!.. Hünkâr Mahfiline, umumiyetle ezândan birkaç dakika evvel gelen Osmanlı PadiĢahı ve Dünya Müslümanlarının Halife'si, yâni Peygamber (s.a.v.) imizin vekili olan Müminlerin Emiri, namazı Hünkâr Mahfilinde olduğu zaman nerede kılıyordu?6
4 Kutay, age, I, s. 263.
5 Kutay, I, age, s. 262 vd. 6 Age, I, s. 270.
Koskoca Hamidiye Kahramanı'nın bir defacık olsun Yıldız Camii'nin içerisine girmemiĢ olduğunu bu sözden daha iyi ne belgeleyebilir ki? Girseydi eğer, sol taraftaki hünkâr mahfilinin,
Sultan'ın kendi elleriyle yapılmıĢ gül ağacından kafesi bulunduğunu ve namaz esnasında Sultan'ın da kafesin aralığından görülebildiğini fark eder ve bir Müslümana düpedüz iftira anlamına gelebilecek bu imada bulunmaktan kaçınırdı. Ve en azından dürüstlüğünü ve mahviyetkârlığını son günlerine kadar korumuĢ7 nadir insanlardan birisi olarak tanınan Rauf Bey'in Abdülhamid'e olan husumetinin, ancak devrin atmosferiyle açıklanabileceğini göstermesi açısından ibretlik bir olaydır bu. "Hamidiye Kahramanı"nın tavrı, acı bir örnektir sadece. Ama tek örnek değildir kesinlikle...
7 Kendisine emekli maaĢı bağlanmasını dahi istemeyecek, hatta Hamidiye Kahramanlığı ile ilgili hatıralarını anlatmasını isteyenlere, "Vazifemizi yaptık, o kadar!" diye kapıyı gösterecek kadar mahviyetkâr olduğunu biliyoruz. Kendisiyle yapılan son sohbetten hatıralar için bkz. "Son sohbetinde anlattıkları", Tarih Konuşuyor, Sayı: 8, Eylül 1964, s. 637-644.
Yahya Kemal ve son "Baba": II. Abdülhamid          
Ha kendi evlatlarım, ha millet. Farkı yoktur... Sultan II. Abdülhamid
CUMHURĠYET'ĠN Ġ LK NESĠL aydınları, giden ve gelip gelmeyeceği bilinmeyen bir Baba'yı umutsuzca beklerken Ana'nın kucağında teselli aradılar. Onu bulup bulamadıkları konusunda ise rivayetler muhteliftir. Oğulları (devrin aydınları) kendisine ne kadar isyan ederse etsin II. Abdülhamid, bilinçaltlarında "baba" figürünü temsil ediyordu. (Neticede isyan ancak evde bir baba varsa anlamlı değil midir?) Baba'nın tahttan indirilmesinin üzerinden 3,5 yıl geçmeden Ġttihatçıların gangster yönetimine ve 10 yıl geçmeden vatanın un ufak oluĢuna tanık olmuĢ bu neslin dramını anlamak son derece önemli görünüyor bana. Henüz 18 yaĢındayken bir bakıma Baba'nın "baskısı"ndan Paris'e kaçan, üstelik de kaçarken kendisiyle konuĢmak isteyen görevlilere, Avrupa'ya, Sultan Abdülhamid aleyhinde yazı yazmak için firar ettiğini söyleyecek kadar tepkili olan Yahya Kemal1, ancak Baba iktidardan indirildikten sonra evine dönecektir. Paris'te müzmin muhaliflerin
etkisiyle bilenen bilinci, Sultan'ı, annesi olarak kabul ettiği Vatan'a gayri meşru olarak el koymuş bir gâsıp gibi görmeye sevk etmiĢtir onu:
1 Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım, Ġstanbul 1973, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, s. 82.
Abdülhamid-i Sâni, eski bir Asya padiĢahının kıskanç hırsiyle memleketi bir zevceyi benimser gibi öyle benimsemiĢti ki yeni ruhlar ["oğullar"- M.A.], eski memleketin her Ģeyinden tiksinerek hârice fırlamak istiyorlardı.2
Baba'nın, Anne yerine koydukları Vatan'ı tutkuyla sahiplenmesi karĢısında, oğullar Baba'yı öldürmek için birleĢir ve onu annelerinden ayırmayı baĢarırlar. Muktedir Baba, II. MeĢrutiyet'in ilanının ardından alaĢağı edilmiĢ ama ne yazık ki, kısa zamanda oğulların "iktidarsız" oldukları da ortaya çıkmıĢtır:
1908 Ġnkılabı oldu... Eski Kanun-ı Esâsî devrildi, Meclis-i Meb'usân toplandı. Lâkin ortada iktidar mevkii yoktu. Olmadığı için de 1909'da bir askerî ihtilal çıktı ve Türkiye'de devletin muayyen bir Ģekli de kalmadı... [Ġttihatçılar] iktidar mevkiine tedhiĢten ibaret bir istinadgâh yarattı.3
Nitekim Baba'sız kalan neslin biçareliği ve iktidarsızlığı, Ġttihatçıların hızlı reislerinden Dr. Nazım tarafından Cihan Harbi günlerinde Yahya Kemal'e Ģu yakıcı kelimelerle itiraf edilmiĢtir: "Hükümeti bırakmak istiyoruz, lâkin kime bırakalım, kime, söyle! Kime emniyet edelim de bırakalım? Hükümette zerre kadar gözümüz yoktur, halef görmediğimiz için zaruri katlanıyoruz." Yılgınlık, dirayetsizlik ve çaresizlik hakimdir ortama. Yahya Kemal de Ġttihad ve Terakki'nin tedhiĢ yönetimi karĢısında bunalmıĢ ve Baba hakkında yeni baĢtan düĢünmeye baĢlamıĢtır.
1956-57'de yazmaya baĢlayıp da tamamlayamadığı Her Gece Benimsin adlı romanında bu sarsıntıyı çok çarpıcı bir Ģekilde dile getirir Yahya Kemal. Roman kahramanı genç, Paris'teyken bir rüya görür. Caddeden geçen bir gazete satıcısının Fransızca "Sultan öldü!" (Le Sultan est mort!) diye bağırdığını duyunca ruhu sarsılır ve Ģu derin düĢüncelere dalar:
Demek Sultan Abdülhamid ölmüĢtü. Paris'e firar edenlerin; yurtta hürriyet isteyenlerin büyük kâbusu sağ değildi. Fakat Ģimdi ne olacaktı? Bunca yıldır vatanı her Ģeye rağmen bu hükümdar idare etmiĢti. Birçok kavimlerden ve dinlerden kurulmuĢ bir imparatorluğu, her Ģeye rağmen ayakta tutmuĢtu.
2 Yahya Kemal, Eğil Dağlar: İstiklâl Harbi Yazılan, 3. baskı, Ġstanbul 1975, Ġstanbul Fetih Cemiyeti NeĢriyatı, s. 299. 3 Yahya Kemal, Târih Musahabeleri, Ġstanbul 1975, Ġstanbul Fetih Cemiyeti NeĢriyata, s. 54.
ġimdi, iç ve dıĢ düĢmanların ayaklanmasıyle, vatanda kim bilir ne korkunç vak'alar olacaktı?4
Romandaki genç kızın, Paris'ten dönen gence, yani Yahya Kemal'e Sultan'ı tahttan indirmenin tehlikeli olacağını söylemesi ve onu Sultanla anlaĢmaya ve ona yardımcı olmayan ikna etmesi de gösteriyor ki, Her Gece Benimsin'de gençliğinin Baba'sı ile ilgili bazı yeni fikirleri iĢlemek istiyordu Yahya Kemal. Belki de her isyankâr gencin Baba'sız kaldığında yaĢadığı nedametleri!
"Son, baĢa döner" (ya da "Müntehâlar buluĢur"), derler. O Yahya Kemal ki, daha Paris'e gitmeden Baba'ya, sonradan gözlerden gizlemeye, ört bas etmeye çalıĢacağı bir medhiye yazmamıĢ mıydı?5
1902'de, PadiĢah'ın tahta çıkıĢının 25. yıldönümünde kendi adıyla (Ahmed Agâh) İrtikâ dergisinde Abdülhamid'e övgüler düzen ve dualar eden bir Yahya Kemal vardır çünkü:
4 Yahya Kemal, Siyâsî Hikâyeler, 2. bs., Ġstanbul 1976, Ġstanbul Fetih Cemiyeti NeĢriyatı, s. 108. 5 Yahya Kemal, aĢağıya bir kıtasını aldığımız manzumesini unutmayı ve unutturmayı tercih etmiĢtir. Bkz. Sermet Sami Uysal, İşte Gerçek Yahya Kemal, Ġstanbul 1972, Ġnkılap ve Aka Kitabevleri, s. 88.
Olsun bugün sürür ile pirâye kâinât Dolsun bugün hubûr-ı saâdetle şeş cihât Zirâ bu günde verdi o Şâh-ı melek-sıfât Rûh-ifütûh-i saltanata tâze bir hayât Yâ Rabbi haşre dek yaşasın Pâdişâhımız.
1957'den 1902'yi çıkartırsak 55 kalır. En az yarım asır gerekiyor galiba kaybettiğimiz Baba'nın kadrini anlamamız için!
Atatürk'e göre Abdülhamid            
Abdülhamid'in idare tarzı, âzami müsamahadır. Atatürk
NĠZAMETTĠN NAZĠF TEPEDELEN LĠOĞLU, 1930'lu yılların deliĢmen kalemlerinden biridir. Ġstikbalin parlak ediblerinden biri olarak bakılır kendisine. Ancak 21. yüzyıla Ordu ve Politika adlı kitabının yeni basımıyla girebildiğini söylemek zorundayım. Demek ki, zaman dediğimiz gizemli varlık, bazen bu denli acımasız davranabiliyor Ģöhretli kalemlere. Nizamettin Nazif'in ilginç bir hatırası, onu Abdülhamid kitabının içine taĢıyıverdi. Neydi bu hatıra?
23 Temmuz 1958 tarihinde Hürriyet gazetesi Nizamettin Nazif'in bir yazı dizisini yayınlamaya baĢlar. Niye bu tarihte yayınlanır yazı dizisi? MeĢrutiyet'in ilanının üzerinden 50 yıl geçmiĢtir de ondan.
Bu hatıraların bir yerinde, 31 Temmuz 1958 tarihlisinde o zamana kadar bilinmeyen bir hatırasını anlatır Tepedelenlioğlu (kendisinin ünlü âsi Tepedelenli Ali PaĢa'nın torunu olduğunu belirtelim). Anlattıkları gerçekten de hayret vericidir. 1937'de artık devlet adamlığında iyice olgunlaĢan Atatürk'ün Abdülhamid'i nasıl gördüğüne iliĢkin çarpıcı bir anekdottur anlattığı. Kendisinden dinleyelim.  
1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akĢam üstü baĢyaver Celâl Bey beni telefonla
aradı. Dolmabahçe sarayına davet edildim ve saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi büyük adamın karĢısında buldum. Saygılarımı bildirince mutad bir iki nezaket cümlesi ile beni taltif etti. Sonra: - Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düĢünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire Ģu sözler çıktı ağzından: -Sevme Abdülhamid'i. Gene de sevme! Fakat sakın hatırasına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alıĢmalı. Bak çocuk! ġahsî kanaatimi kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiĢtir ki, toprakları üstünde yaĢayan insanların çoğunun ahvali meĢkûk [ne olacakları Ģüpheli] ve hudutları yalnız düĢmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid'in idare tarzı, azamî müsamahadır [en yüksek hoĢgörüdür]. Hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiĢ olursa... Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuĢlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurlarından uzaklaĢmıĢtım.  
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, İlân-ı Hürriyet ve Sultan II.ci Abdülhamit Han, Ġstanbul 1960, Yeni Çığır Kitabevi, s. 39-40. Bitmeyecek kitabın son satırları..          
Cenab-ı Allah'ın huzuruna çıkacağım vakit temiz bir yüze sahip olarak çıkmaktan büyük emelim yoktur. Sultan II. Abdülhamid
ESKĠDEN ÖZELLĠKLE KAY BEDĠ LEN savaĢlardan sonra ağıtlar yakılırdı. ĠĢte Birinci Dünya SavaĢı yıllarında Sivas'ta yakılan bir ağıt, halkın hissiyatına bir ayna gibi tercüman oluyordu:
Bizden selâm eylen Sultan Reşad'a Kınalı beşikler kaldı köşede Sultan Hamid gerek asker yaşada O da hal edildi devrâna bakın.
Ağıtta dikkatimizi çelmelemesi gereken mısra, "Sultan Hamid gerek asker yaĢada" dır ve Berat Demirci'nin dikkatimizi çektiği gibi, halk nazarında Abdülhamid Han'ın adının ölüm ile değil, hayat ile hatırlandığına minik bir numune teĢkil eder. Aydınımızın hercai dikkati es geçse de, bu halkın feraseti, ondaki farklılığı kavramıĢtı. Fark, Sultan II. Abdülhamid'in adeta içerisine itildiği 2 savaĢ ('93 Harbi ile '313 Teselya Harbi) haricinde bir sıcak çatıĢmaya sokmadan sorumluluğunu üstlendiği gemiyi sahil-i selamete çıkarma yolundaki insanüstü çabasında yatmaktadır.  Döneminde tesis edilen uzun barıĢ ortamında ağır savaĢ zayiatı yüzünden 'baba'sız kalmıĢ bir halka babasını iade etmiĢ, nesiller arasındaki zincirin kopmasına mani olmuĢ ve askeri öldürmeden terhis etmenin sihirli formülünü icat etmiĢti. Belki de çok uzun bir süredir, ilk defa altın değerindeki bir 30 yılımızı genç neslini savaĢ meydanlarında heder etmeden geçirmiĢtik; ama o bununla da yetinmemiĢ, Urfa deyiĢiyle 'ölüm kesesi'nden geri kazanılan bu insan kaynağını, eğiterek yetiĢtirme yönünde ciddi bir atılımı da fiĢeklemiĢti. Okullar baĢta olmak üzere Polis teĢkilatından tutun da Darülaceze'ye, Konya'daki sanat mektebinden tutun da Ġtfaiye teĢkilatına kadar Osmanlı Devleti'ni modern bir kimliğe kavuĢturmanın altyapısını hazırlamıĢ ve gelecekteki o kaçınılmaz hesaplaĢmaya, daha doğrusu Osmanlı kıyametine elden geldiğince hazırlıklı çıkmak için nice terler dökmüĢtü. Kerkük'te yaptırdığı köprüyü de, Bursa'nın Aksu köyündeki çeĢmeyi de, Ġstanbul halkını suya kandıran Hamidiye tesislerini de yaptıran oydu; Ermeni genci Onnik'in takma bacağını taktıran da. Halkın temel gıdası olan ekmek fiyatlarına zam yapılmaması için harekete geçen de, Laleli postanesinde çalıĢan bir telgraf memurunun hanımına hususi doktorlarını gönderip doğumun sağlıklı bir Ģekilde yapılmasını temin eden de oydu.
Tahttan indirilmesinin üzerinden 9 yıl geçmesine rağmen, halk tarafından unutulmadığının en büyük delili ise pencerelerden uzanan kadınların "Bizi bırakıp da nerelere gidiyorsun?" feryadları olmuĢtu. Bunun için de devrin kurtlarıyla uzun ve yorucu bir dansa çıkması gerekmiĢtir. Bu kuralları olmayan oyunda hamle üstünlüğünü kapmak için zorlu ve zorunlu bir mücadele, herĢeyden önemlisi de, dünyaya "Biz buradayız!" mesajının verilmesi gerekliydi. "Biz buradayız ve yalnız Anadolu'da değil, Afrika'da, Çin'de, Basra Körfezi'nde, hatta Arnavutluk'ta dahi kurtlarla mücadeleye hazırız" mesajı, renkli uygulamalarıyla ispatlanıyordu.
Zamanın ABD BaĢkanı Theodore Roosevelt'i çıldırtan soğukkanlılığı, "Türk düĢmanı" Ġngiltere BaĢbakanı Gladstone'un öfke dolu tehditlerini boĢ çıkartan oyunları, Alman ġansölyesi Bismark'ın takdirlerini kazanan diplomatik dehası, Rusya ile iyi geçinerek Ġngiliz emperyalizminin bir baĢka tuzağına düĢmekten özenle sakınması, anlamlıdır. Bu arada özellikle kara kuvvetlerini hızla yeniden yapılandırması ve silahlandırması, müstakbel ve belki de kaçınılmaz bir cihan harbine hazırlık yapmıĢ olması, bu amaçla Çanakkale Boğazı'na Krupp toplarını yerleĢtirmesi, 1915'de emperyalizme karĢı verdiğimiz direniĢin altyapısını oluĢturmuĢtu. Aslında Çanakkale savaĢları anlatılırken Sultan Abdülhamid'in atlanması feci bir hatadır. Neden mi? Hem bizzat onun açtırdığı okullarda yetiĢen bir neslin mücadelesi olması (çünkü bu direniĢ ruhunu o okullarda edinmiĢlerdi), hem de bizzat onun silahlarını kullanmıĢ olmaları yüzünden. Tabii bir de Beylerbeyi Sarayı'ndaki sürgününde Buhari-i Şerif okuyup Fatihalarını Çanakkale semalarına üflemesinden... Velhasıl o, önlerinde (direniĢi örgütleyerek), yanlarında (toplarıyla) ve arkalarında (dualarıyla) idi. Ama bir baĢka açıdan "gerçek Çanakkale" olarak da okuyabiliriz Abdülhamid Han'ın yapıp ettiklerini. Belki "sessiz Çanakkale" de diyebiliriz onun zamana yayılmıĢ direniĢine. Ancak temel bir farkı vardı Sultan Abdülhamid'in: Kimsenin burnunu kanatmadan yazıyordu Çanakkale destanını. Ölüm değil, hayat önemliydi onun için. ġehidlerin ardından yakılacak ağıtlar yerine, varsın fakir olsun ama hayat içre bir türkü söylensindi topraklarında. Arnavut çobanlarıyla Yemen çobanları,
aynı coğrafyanın onurlu evladları olarak güvenle çalacaklardı kavallarını. Abudabi'de Ġngiliz sosyetesine garsonluk yapacaklarına, Osmanlı sancağı altında KabataĢ Lisesi'nin yerinde kurulan AĢiret Mektebi'nde geleceğin onurlu askerleri olarak yetiĢtirileceklerdi. Ne yazık ki, Chicago Fuarı'na "Mevlevi dansçıları" göndermeyiĢindeki ince tavrım anlayabilenler pek azaldı etrafımızda. Çünkü aynı zamanda folklorik bir gösteriye indirgenmeye çalıĢılan Ġslamın kutsal merasimlerinin izzetinin kurtarmakla yükümlü hissediyordu kendisini. Halifeydi çünkü. Son Halife. Son Sultan. Son Ġmparator. Son Büyük DireniĢçi. Eline silahı alarak, parmak tetikte; ama silahı asla patlatmadan direnen son büyük muhafız. Son Ada'nın son büyük kalecisi bir baĢka deyiĢle. Nüfus azaltan değil, artıran Sultan. Seni ne kadar az anıyor, ne kadar az anlıyoruz. Ve senin gerçek Çanakkale'miz olduğunu ne zaman hakkıyla idrak edeceğiz? Ne demiĢtin bir seferinde (bu kitaptaki son sözün de bu olsun mu):
Yatağından taĢan bir nehre benziyoruz... Biz hiç de can çekiĢen bir millet değiliz. Canlı, kuvvetli bir milletiz. Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet, Ġslamiyettir. Sultan II. Abdülhamid dönemi kronolojisi (1876-1909)
1876 Bulgar isyanı; amcası Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi; ağabeyi V. Murad'ın padiĢahlığı; 3 ay sonra V. Murad'ın tahttan indirilmesi
ve Abdülhamid'in tahta çıkıĢı; MeĢrutiyet'in ilanı; Ġstanbul'da Tersane Konferansı'nın toplanması. 1877 Midhat PaĢa'nın sürgüne gönderilmesi; Meclis-i Mebusan'ın açılması; 93 Harbi'nin baĢlaması; Plevne savunması. 1878 Ruslar karĢısında uğranılan bozgun; Meclis'in tatili; Rusya ile Ayastefanos (YeĢilköy) antlaĢması; Ali Suavi'nin Çırağan baskını; Kıbrıs'ın geçici olarak Ġngiltere'ye bırakılması; Berlin Kongresi. 1879 Adalet reformu. 1880 Ziya PaĢa'nın ölümü.
1881 Muharrem Kararnamesiyle Osmanlı hazinesinin borçlarını ödeyemeyeceğini ilam ve Düyun-ı Umumiye idaresinin kurulması; Tunus'un Fransa himayesine girmesi.
1882 Alman askerî heyetinin Osmanlı ordusunu reorganizasyonu; Ġngilizlerin Mısır'ı iĢgali.
1883 Sanayi-i Nefise Mektebi'nin (Güzel Sanatlar Akademisi) açılması. 1884 Midhat PaĢa'nın Taif'te öldürülmesi; tarihî eser kaçakçılığının önüne geçmek için Asâr-ı Atika Kanunu'nun çıkarılması; eğitim reformu için yeni kaynak sağlamak amacıyla vergi konulması. 1885 Doğu Rumeli vilayeti ile Bulgar Prensliği'nin birleĢtirilmesi. 1886 Dünyadaki 2 ve 3 numaralı denizaltıların Osmanlı deniz gücüne ka- zandırılması. 1888 Namık Kemal'in ölümü; Orient Express'in Ġstanbul'a ulaĢması; Ziraat Bankası'nın kuruluĢu. 1889 Ertuğrul Fırkateyni'nin Japonya'ya gönderilmesi; II. Wilhelm'in ziyareti; Tıbbiye'de Jön Türk oluĢumunun baĢlaması.
1891 Doğu Anadolu'da Hamidiye Alayları'nın kurulması; Ahmed Vefik PaĢa'nın ölümü. 1892 Ġstanbul'da AĢiret Mektebi'nin kurulması. Ankara'ya ilk trenin ulaĢması.
1894 Ġstanbul ve çevresinde deprem; Sason'da Ermeni isyanı ve bastırılması. 1895 Ermeni ve Jön Türk muhalefetlerinin harekete geçmesi; Ġstanbul'da "Ermeni Patırtısı"; Ahmet Rıza'nın Paris'te Ġttihad ve Terakki Cemiyeti'ni kurup gazete çıkarmaya baĢlaması. 1896 Ermeni teröristlerin Osmanlı Bankası'nı basıp Büyük Güçleri müdahaleye çağırmaları; Düvel-i Muazzama'nın Abdülhamid'i tahttan indirme planlarına baĢlaması; Sultan'a karĢı baĢarısız bir suikast giriĢimi. 1897 Yunan Harbi ve zafer.
1898 Girit'in elden çıkmaması için özerkliğine razı olunması; II. Wilhelm ikinci defa Türkiye'de. 1899 Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi.
1900 Darülfünun'un açılması: Hicaz Demiryolu'nun inĢaatına baĢlanması; Gazi Osman PaĢa'nın ölümü; Abdülhamid'in müdahalesiyle Azerbaycan okullarından Türkçe yasağının kaldırılması. 1901 Fransızların Midilli'yi iĢgalleri; Theodore Herzl'in Sultan'la görüĢmesi. 1902 Paris'te Jön Türk Kongresi toplandı; ilk Makedonya ihtilali; Sultan'ın Makedonya için reform önerisi. 1903 Selanik'de Ermeni terörü; büyük Makedonya ayaklanmasının baĢlaması.; Makedonya'da reform. 1904 Hicaz Demiryolu'nun Kudüs'ün güneyindeki Maan Ģehrine ulaĢması; V. Murad'ın vefatı.
1905 Makedonya ve Yemen'de karıĢıklıklar; Yıldız'da bombalı suikast giriĢimi; Büyük Güçler'in Midilli ve Limni adalarımn posta-telgraf dairelerini iĢgali. 1906 Mısır'da Akabi meselesinin halli ve Ġngiltere'nin Abdülhamid'in Hilafet siyasetine karĢı oyunları. 1907 Paris'te 2. Jön Türk Kongresi; gümrük vergilerinin artırılması. 1908 Makedonya meselesi için Ġngiliz Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola'nın Reval'de (Estonya) buluĢmaları ve Balkanlarda kalmıĢ son Osmanlı topraklarını paylaĢmaya karar vermeleri; Jön Türk ayaklanması; Abdülhamid'in MeĢrutiyet'i ilan edip Anayasa'yı yeniden yürürlüğe koyması; seçimlerin yapılıp Meclis'in açılması; Bulgaristan'ın bağımsızlığının ilanı; Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini açıklaması, Girit'in Yunanistan'a bağlanması. 1909 Abdülhamid'i tahttan indirmek için bir koz olarak kullanılmak üzere tertip edilen 31 Mart sözde "gerici" ayaklanması; Hareket Ordusu'nun Ġstanbul'a yürümesi, Abdülhamid'in tahttan indirilip Selanik'e sürgüne gönderilmesi...
 
M U S T A F A A R M A Ğ A N ABDÜLHAMID'lN KURTLARLA DANSI Sultan II. Abdülhamid 33 yıl boyunca etrafı "kurtlar"la çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. Hasta Adam'ın mirasının paylaşılması konusu 1850'lerde gündeme gelmişti. 1878'de Rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve Türkiye'de darbe üstüne darbe yapılıyordu. Önce Sultan Abdülaziz'e yapıldı darbe, sonra V. Murad'a. Sanıldı ki, Osmanlı'nın kaderi pamuk ipliğine bağlı. Nitekim Sultan Abdülhamid tahta geçtiğinde İngiliz Dışişleri Bakanı, kendisini tehdit etmiş, 'Ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımızı yaparız' demişti. Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. Ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. Kendisini feda etmişti ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı. "Kızıl Sultan" demişlerdi ona. Kendi açılarından haklıydılar. Çünkü Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirmişti Avrupa'ya. Kansız olacağını sandıkları Osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıllık gecikme sayesinde Avrupa'nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti. Osmanlı tarihini yeniden yazmaya koyulan Mustafa Armağanın titiz ve akıcı kaleminden Son Sultan'ın kurtlarla dansı... Kitabı okuyunca dansın bugün de devam ettiğini siz de fark edeceksiniz...

- Copyright © Bilinç Altından Sekenler - Skyblue - Powered by Blogger - Designed by Johanes Djogan -